“Sevgililer Günü Zirvesi”nde döşenen zemin
İdlib’teki silahlı cihatçı yapılar, Ankara’nın Moskova’ya taahhüt ettiği şekilde, kendilerini dağıtmış değil
02.03.2019
Ankara’nın Suriye, özellikle İdlib politikası hakkında konuşulurken şu hüküm sık sık tekrarlanıyor: Türkiye İdlib’teki vaatlerini yerine getiremedi. Oysa bundan önce şu sorunun sorulması gerekiyor: Ankara’nın bunları yerine getirmek diye bir niyeti var mı? Ankara gerçekte İdlib’te -Suriye’de- ne yapmak istiyor, ne yapabilir, ne yapamaz?
Geçen yazımda, İdlib’te bölgenin neredeyse tamamına hakim olan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ile Ankara’nın söz geçirebildiği öbür silahlı örgütlerin karşılıklı durumu ve İdlib ahalisinin hallerini ana hatlarıyla yansıtmaya çalışmıştım. Amacım, bölgeye ve buradan hareketle Suriye’nin geleceğine dair rol oynayabilecek unsurların hareket imkânlarını değerlendirmek için malzeme sunmaktı. Tabiî öncelikle Ankara’nın.
Bütünüyle siyasî kaygıyla şekillenmiş, tahmin-öngörü kılığında ortaya sürülen manipülatif önermeler ya da temennilerle ne olan biteni anlayabiliyoruz ne olabilecekleri. Suriye’de her türlü zeminin alabildiğine kaygan oluşu, bugün ak denenin yarın karşımıza kara olarak çıkarılması da sağlıklı düşünmenin önündeki ciddî engellerden. Engelin bundan büyüğü de, Ankara’daki iktidar sahiplerinin, yalnız kendi iktidarlarını sürdürme hedefiyle şekillendirdikleri çelişik gündelik tavırların kestirilemezliği.
Ankara İdlib’te taahhütlerini yerine getirebilmiş değil; bu vakıa. Fakat, girişteki soru, acaba bunları yerine getirmeye sahiden gönlü var mı? Öte yandan açık taahhütler altına girmişken yan çizme şansı, fiilen bunu yapabilecek kapasitesi var mı? (“Kapasite” meselesinin ötesi berisi için, Soli Özel’in T24’deki, benim Duvar’daki yazılarımıza göz atabilirsiniz.) İdlib’teki silahlı cihatçı yapılar, Ankara’nın Moskova’ya taahhüt ettiği şekilde, kendilerini dağıtmış, Şam rejimiyle müzakereye hazır bir muhalefet blokunun içinde erimeye razı olmuş değil. Aksine. Şam için hayatî karayollarını HTŞ tutmaya devam ediyor. Cihatçı örgütler, rejim bölgesine sınırdaş mevzilerinden ordu mevzilerine saldırılar düzenliyorlar. Silahtan arındırılmış olması gereken bölgeden! Suriye topçusu da her gün birkaç yeri vuruyor. Bütün bunlar, TSK gözlem noktalarının etrafında, zaman bir kilometreden daha yakın mesafede cereyan ediyor.
Bu arada en ilginç olgulardan biri, Ankara’nın, en azından kamuoyuna ve muhatabı Moskova’ya yönelik olarak, cihatçı örgütlerin eylemleri için, “yapmamalılar, bu işleri durdurmalılar, icabına bakacağız” yollu hiçbir beyanda bulunmayışı.Madalyonun öbür yüzü de ilginç. Suriye ordusunun ataklarına da hiçbir şekilde itiraz edilmiyor. Ankara bunlar hakkında da tek kelime etmiyor. Varılmış anlaşmanın “ruhu” konusunda ne düşünmeliyiz?
Soçi’deki son “Sevgililer Günü Zirvesi”nde oluşturulan-güncellenen yeni ilişkiler-taahhütler zeminine eğileceğiz. Herkesin her konuda sonuna kadar anlaştığı görüntüsüne halel getirilmemeye çalışılan zirvede, İran devlet başkanının Ankara’ya fiilen “öyle kafanıza göre askerî harekât yapıp güvenli bölge falan kuramazsınız” dediğini unutmadan. Yakın geleceğin gelişmeleri bu zemin üzerinde meydana gelecek. Özellikle Ankara açısından.
Çok yönlü sorumluluk
Zirve sonucunda açıklanan bildiri, Ankara’nın İdlib’e ilişkin taahhütlerini artırdı ve derinleştirdi. Moskova’ya durmadan daha irileri verilen sözlerle, hep daha ağırlarının altına girilen yüklerle bezeli İdlib politikasındaki şuursuzluk, bu metinle, muhtemel bir imha seferi durumunda üstlenilecek sorumluluğa dönüşerek kayda geçirilmiş oldu.
Zirve sonunda, özellikle HTŞ’nin İdlib’teki hegemonyasından duyulan rahatsızlık dile getirildi, DAİŞ ve El-Kaide ile bağlantılı grupların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik “kararlılık” vurgulandı. Gereğinde atılabilecek “somut adımlar”dan sözedildi. Vladimir Putin, zirveden sonraki konuşmasında, Suriye’deki “terörist grupların” etkisiz hale getirilmesini troika’nın “en büyük önceliklerinden” diye niteledi. Yani kendisi, İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın!
Putin, İdlib çatışmasızlık bölgesine ilişkin Rusya-Türkiye anlaşmasının uygulanma yolları hakkında konuştuklarını da belirtti. Yani anlaşma uygulanamıyor, nasıl yapsak, demişler. Putin, bu konuda “ilave adımlar” atmaya karar verildiğini açıkladı. Esas ilginç ayrıntıysa, “çatışmasızlığı sona erdirmek için harcanan çabaların sürdürülmesinin terörizmle mücadele çabalarına zarar vermemesi” konusunda anlaştıklarını belirtmesiydi. Yani Ankara’ya şöyle denmiş: İdlib’e dokunmuyoruz da, teröristler olduğu gibi duruyor; ee? Putin’in şu ifadeleri de var: “İdlib’te çatışmasızlık bölgesi yaratmak geçici bir önlem” ve “militanların saldırıları cezasız kalamaz”.
Anlıyoruz ki, Ankara’nın mevcut dengeyi çaktırmadan kalıcı kılmaya yönelik uyanıklık politikası sınırına vardı. Bu alanda MİT ya da orada bu işleri her kimler götürüyorsa onların -silahlı cihatçı örgütleri silahlılıktan, cihatçılıktan ve örgütlükten vazgeçirme hususunda- beklenmedik başarı sağlaması ihtimali hariç, şimdiye kadar herkesin önlemeye çabaladığı topyekûn imha seferi dışında elle tutulur müstakbel seçenek görünmüyor.
İdlib bombalarla dümdüz edilir, HTŞ’nin “Selamet Hükümeti”nin yönettiği şehir, kasaba ve köylere -yıkık binalardan sarkan cesetlerin arasından- giren Suriye ordusu ve milisler bu bölge ele geçirilirken cihatçı örgütler tarafından yapılmış katliamların öcünü almaya başlarlarsa oluşacak manzaranın sorumluluğundan Ankara’nın kendini sıyırması artık imkânsız.
Üstelik çok yönlü sorumluluk bu: Bir defa, bunu önleyememiş olacak; gücü, otoritesi artık buna göre değerlendirilecek (“kapasite” meselesi).
İkinci olarak, “katliamcı” Moskova ve Şam ile işbirliği yapmış gözükecek. Zira Rusya jetleri İdlib’de taş üstünde taş bırakmazken Ankara Moskova’yla boru hatları, S-400’ler, elmalar, domatesler ve türlü inşaat mevzularında can ciğer kuzu sarması görünecek, Sputnik Akdeniz sahillerinde dilber fotoğrafları eşliğinde, tatilini Antalya’da geçiren Rus turist haberleri yapıyor olacak. Daha yeni, Rusya Devlet Başkanı Putin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğumgününü kutlamış, o da ona teşekkür ediyor olacak. Yetmiyormuş gibi, Ankara’dan yetkililer Esad biraderle “bırak da şu YPG’lileri öldürelim” pazarlığı yapıyor olacak.
Üçüncüsü, sadece cehenneme dönecek yurtlarından kaçan mültecileri değil, sağ kalmış kalbi kırık, küskün ve öfkeli cihatçı savaşçıları da ya ülkeye kabul etmek ya da sınırdan almayıp daha ufak çaplı yeni katliamlara kurban etmek ikileminde kalacak.
Yoksa Rusya-Suriye jetleri İdlib’te hastaneleri bombalamaya başlarsa, S-400’lerle güçlendirilmiş Türk Hava Savunma Sistemi onların uçaklarını mı düşürür? Stratejik Derinlik yazarına sormalı.
Bütün herkesle karşı karşıya gelmek?!
“Suriye’nin toprak bütünlüğü”, Rusya-İran-Türkiye arasında bugüne kadar süregelen temaslarda ve varılan anlaşmalarda hep zikredildi. Son üçlü zirvenin sonuç bildirgesindeyse Suriye’nin toprak bütünlüğünü Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne atıflarla sağlam ve tartışmasız dayanaklara bağlayan ifadeler yeraldı. Bu, Ankara’nın kurduğu Suriye hikâyesinin, güncel gerçekliğe çarptıkça her tarafından dökülmesi anlamına geliyor. Bu gerçekliğin içinde, Beşar Esad ve rejiminin, adı konsun konmasın, yeniden uluslararası meşruiyet alanında sayılması da var.
İlkin, Suriye’nin toprak bütünlüğünün, sona yaklaşılan bir diplomasi-siyaset savaşında bu şekilde vurgulanması, öncelikle, doğrudan yönettiği Fırat Kalkanı bölgesi veya Ulusal Kurtuluş Ordusu altında örgütlediği silahlı kuvvetin denetimine soktuğu Afrin gibi yerlerden, Türkiye’nin hemen değilse de bir aşamada çekilmeyi taahhüt ettiği anlamına geliyor. Bununla da kalmıyor, Ankara’ya “çekilmezsem BM Sözleşmesi’ni ciğnemiş olmayı kabul ediyorum” dedirtilmiş oluyor.
Sonuç bildirgesinde, Suriye meselesinde askerî çözümün olamayacağı, çözüme ancak “BM gözetiminde, Suriyeliler tarafından yürütülen, Suriyelilere ait” bir siyasî süreçle varılabileceği belirtiliyor. Ankara’nın kimseyi takmadan yapıp edebileceklerine bir sınır da buradan çiziliyor. Kezâ, bir an önce kurulması gereğine işaret edilen Anayasa Komisyonu’ndan sözedilirken de BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi dolayımından BM zemini ve çerçevesi tekrar ortaya sürülüyor.
Bu BM vurguları sadece formalite icabı olarak görülebilir veya bugünün dünyasının koşullarında “kim takar baba BM Sözleşmesi’ni!” laubaliliği kabul edilebilir gerçekçi tutumlardan biri sayılabilir. Ancak böyle uluslararası hukuk zeminlerinin yeri geldiğinde nelere yolaçabileceğini asla küçümsememek gerekir. Sayısız örnek verilebilir bu konuda. Kapasitesi müsait birkaç kuvvetli unsur niyetlendi mi, yeter.
İki yanı keskin bıçak
Soçi bildirgesinde, ilk bakışta Kürtleri, PYD hegemonyasındaki yerel konseyleri ve “Kuzey Suriye oluşumu”nu hedef aldığı görülen bir kısım var: Üç lider, “terörizmle mücadele gerekçesiyle sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına” ve “hem Suriye’nin hükümranlığına ve toprak bütünlüğüne hem de komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar verecek ayrılıkçı gündemlere” karşı olduklarını teyit ettiler. Buradan şüphesiz Ankara’nın payına düşen de var: “terörle mücadele” gerekçesiyle girip yerleştiği yerlerde Ankara’nın silahlandırdığı, donattığı, maaşa bağladığı silahlı militanlar, kurduğu “ulusal ordu”, bizzat Türkiye’den yöneticiler göndererek örgütlediği yerel idareler vs. şüphesiz yeri geldiğinde “sahada yaratılmış yeni gerçeklikler” sayılacak ve bunların ilgası, iptali, devri talep edilecek.
Yalnız buna benzer ifadeler değil, Ankara’nın Moskova ile ilişkisinin bütünü iki yanı keskin bıçağa dönüşmeye başladı. Burada ele almadığımız “Fırat’ın doğusu” konusunda da, Suriye’nin geleceğine ilişkin siyasî sürece katılım konusunda da Putin Erdoğan’a Şam yolunu gösterdi. Ankara, Şam’la şimdiden girdiği gizli münasebeti kısa süre sonra açıktan yaşamak durumunda. Fırat’ın doğusu için mecburen kurulacak münasebet, ister istemez, daha ilk andan, Ankara’nın çekilmesi gereken Suriye toprakları konusu tarafından gölgelenecek. Ve Şam tarafı, “kahveyi nasıl alırsınız?” diye sorarken bir yandan BM Sözleşmesi’ne atıflar falan içeren Soçi belgesini usulca masanın ortasına doğru uzatacak.
Ankara, Suriye’ye ilişkin tutumunu Beşar Esad uluslararası kamuoyunun gözünde ve devletler sahnesinde yakında devrilecek bir katil diktatör rolündeyken şekillendirdiğini zaman zaman unutuyor. Veya gözleri bürümüş hırs herkesi öylesine görmez etti ki, Suriye’nin savaştan çıkış sürecinde Esad’ın başta kalacağı kabullenilince vaziyetin nasıl değiştiği idrak edilmek istenmiyor. Ya da, bütün mâkûl gerçekliklerden kuvvetli son ihtimal, “burası Ortadoğu”ya güveniliyor.
Kommersant gazetesinde (Rusya) Marianna Belenkaya, Soçi Zirvesi’nin ardından, Moskova’nın Ankara’ya karşı tutumunu “titizlikle” şekillendirdiğini yazmış, Putin’in silahlı kuvvetleriyle Suriye topraklarında bulunan ABD’ye “işgalci” derken, Türkiye için böyle demediğine işaret etmişti. Burada da iki yanı keskin bıçak var. Rusya, Türkiye’nin Suriye içi harekâtları kendisiyle anlaşarak yaptığını hatırlatıyor. Yani çıkma zamanı geldiğinde de anlaşmamız lazım, diyor. Ankara Moskova’ya “çıkmam” diyebilir mi? Geldik yine S-400’lü savunma sisteminin başında “Allahım, Pakistan’la Mısır vilayetimiz olsun, beni de başına geçir” duası yapan Stratejik Derinlik’çi mizansenine.
Tam bu noktada hatırlatılması gereken, Moskova’nın, Suriye siyasî sürecinde Ankara’nın ağırlığını dengelemek için bazı Arap devletlerini işin içine katmaya çalıştığı. Bizde pek sözü edilmiyor, ama bu mevzu Rusya’da dillendiriliyor. Nezavisimaya gazetesinde İgor Subbotin, “Astana üçlü formatı güncelliğini kaybetti,” diye yazdı, Soçi’nin üstüne, “Suriye’deki siyasî dengeye, muhalefet ile diyalog içinde olan başka ülkelerin ön plana çıkması ile ulaşılabilir.” Kerim Has’a göre, Astana üçlüsüne “gözlemci devletler” katılacak: “Moskova, parası olan Körfez ülkelerini katmak istiyor”. Hem para sözkonusu burada hem de Türkiye ile İran’ın etkisini azaltma.
Şartlar böyle, kartlar böyle. Keşke bunca gayret kanlı oyunu sona erdirmek için harcansaydı.