Sevmeyi hatırlamak, kendini unutmamak
Her seferinde imdada Viktor’un içeri uzattığı bir dal sigara ve kibrit yetişiyor. Sonuna kadar yaktığı kibritle gülümsüyor Hans.
08.09.2022
Uyarı niteliğindeki sıralama şöyle olmalı. Önce filmi seyredin, sonra filmi bana izlettiren Yıldız Tar’ın yönetmenle söyleşisini de içeren yazısını okuyun ve en son olarak da dilerseniz bu yazıyı okuyun. Ama gönlümden geçen sıralama şöyle; sağlam hikâyelerin herkesin ihtiyacına denk gelecek şekilde aslında sonsuz yorum imkânı sunduğunu bilerek, “Bunlar acaba hangi ayrıntılara takılmış” diye önce yazıları okuyun, sonra da filmi ilk kez ve kerelerce seyredin. Her ne ederseniz edin, yolunuzu “Große Freiheit/Great Freedom”ın (Büyük Özgürlük) dünyasından geçirin.
Mayıs ayında MUBİ’de gösterilen Büyük Özgürlük ilk bakışta biraz klişe bir isim çağrışımı yapıyor. Ama bahsi geçen bir hapishane dünyasıysa özgürlük aslında elden alınmaya çalışıldığı yerde inat olarak yaşanan ve yaşatılan, uğruna ödenen bedeller göz önünde bulundurulduğunda da büyük dahil bütün sıfatları utandıran bir şey.
Sebastian Meise’nin Cannes Film Festivali’nde jüri özel ödülünü alan 2021 yapımı filmi Büyük Özgürlük, varoluşundan taviz vermemenin bedelini sayısız kez hapse girerek ödemek zorunda bırakılan Hans Hoffmann’ın hayatına üç farklı zaman diliminde bakmamıza ve o arada değişen dünyanın değişmeyen cehennemine tanıklık etmemize imkân veren çok katmanlı bir hikâyeye sahip. 1945, 57 ve 68 yıllarına uğrayan film, çizgisel zamanda ilerlemek yerine hafızanın serbest çağrışımlı dairesel döngüsünde hareket etmeyi tercih etmiş. Sarsılma payımızı misliyle katlayarak elbette.
Aya gidilen dünyada hayat
Her şeyimizin gözetlendiği bir dünyada umumi tuvalet yine de kamera yerleştirilmiş olmasını en son bekleyeceğiniz yerlerden biri. Ama bahsi geçen tuvalet aynı zamanda eşcinsellerin uğrak yeri bir çark noktasıysa ve 1968 Almanya’sındaysanız yaşanan tam da bu oluyor. Film içinde kamera kaydı görüntüsüyle yapılan açılış bizi de devletle suç ortağı kılıyor adeta. Birbirini arzulayan ve suç diye dayatıldığı için kaçak olarak bu tuvalette buluşan insanların özeline dahil olmuş buluyoruz kendimizi. Dikkatimiz sık sık kameraya takılan Hans’ta (Franz Rogowski). Almanya ceza yasasındaki Fıkra 175 uyarınca mahkemede yargılanışını izliyoruz Hans Hoffmann’ın. Hem de besbelli kaçıncı kez. Latince tabirlerle sıralanarak klinik vaka hissi uyarından her tür erkek erkeğe cinsel temas şeklinden ceza yiyor. İndirimsiz 24 ay.
Mahkeme sahnesi, hâkim ve savcının Hans’ın yüzüne dahi bakmadan talep ederek karar verdikleri ceza açısından kan dondurucu. “İtiraz var mı?” diye soruyor hakim. “Yok”, diyor savcı. Derken kendimizi bir anda Hans’ın ömrünü sık sık iki yıllık sektelere uğratan o hapiste buluyoruz. Yılgın bakışları ve mekanikleşen hareketleri bu sürecin nasıl da hayatının parçası kılındığını ele veriyor genç adamın. Sırf erkeklerle sevişti diye. Sırf eşcinsel oluşundan. Kendine ve arzularına sadık kalışından. Bedelini bile bile hem de. Hapishaneye girerken kendisine aşağılama olarak dayatılan çıplak aramayı göt deliğini göstererek gücüne dönüştürüyor Hans. Vakar, değişmeyen koşullara karşı geliştirdiğin içgüdüsel gizil güç. Hatırlıyoruz.
Kibritçi oğlan ve çok amaçlı İncil’i
Belli aralıklarla hapse girmek demek, buranın gediklisi olmak da demek. Hans’ın cinayetten mahkûm Viktor’la (Georg Friedrich) şakalaşması bunun işareti. Her yanı buz gibi demir parmaklık, metal eşya ve tel örgüden ibaret bu yerde tanıdık bakışmalar ve insani iki satır muhabbetin kıymeti büyük. Biri berikine “Hâlâ burdasın” diyor. Beriki “Ya sen, hâlâ mı sapıksın?” diye takılıyor. Mahpuslar sürekli çalışmak zorunda. Hans da dikiş bölümünde yerini alıyor. Koğuşlar ve genel koşullar yeterince gayrı insani değilmişçesine en ufak itaatsizlikte içinde ışık olmayan bir tabutlukta buluyor kendini Hans. Burası da eskilerden tanıdık. Ve her seferinde imdada Viktor’un içeri uzattığı bir dal sigara ve kibrit yetişiyor. Sonuna kadar yaktığı kibritle gülümsüyor Hans.
68’in bir değişikliği kolileştiği Leo Giese’nin (Anton von Lucke) de aynı hapiste olması. Hans, gece yoklamasına kalkmamasını söylüyor Leo’ya. Ceza niyetine gelen bir hediye var işin ucunda. Elde battaniyen kendini buz gibi avluda buluyorsun. Biraz sarılmaya ve sevişmeye fırsat da buluyorsun bu şekilde. İlk kez o an Hans’ın sevince nasıl güzelleştiğini de görüyoruz. Ve bunu ilk kez kiminle yaşadığını. Yıllar değil bir hayat çemberi kadar öncede. Aşkı Oskar’la (Thomas Prenn)… Leo, Hans için o aşkın tatlı uzak bir izdüşümü. Tıpkı Oskar gibi Leo da buraya ait değil. Leo’nun yalan ifadeyle Hans’ın kendisini cinsel ilişkiye zorladığını söylediğini öğrenince zerre yargılamıyor onu. Hatta onu destekler ifade veriyor mahkemede. Kimbilir belki de bir Viktor’un tanık olduğu ve endişeyle Hans’ı “Geçen sefer ne olduğunu unuttun mu?” diye uyardığı üzere geçmiş tekerrür etmesin diye…
Çocukluğumun vazgeçilmez kâbusu olmuş Andersen’in “Kibritçi Kız” masalını anımsatan bir şeyler var. Dibine kadar yanan kibrit çöpü kadar bir umut var Hans’ın içinde. Her kibrit çöplü sahne biraz da zaman makinesinde yolculuk demek. Geçmişte ilk durak 1945 yılına. Almanya savaştan ve Nazi rejiminden yeni çıkmış. Saçı kazılı, boş bakışlı yara bere içinde ve ölümüne suskun bir Hans var karşımızda. İlk bakışta tanıyamayacağımız denli farklı. Yaşayan bir ölü adeta. Ve o dönemin Viktor’u 175. Fıkra’dan hüküm giymiş bu “sapığı” tartaklayan bir adam.
Hans’ın geri adım atacak hâli yok. Dövüldükçe, yere saçılan iki parça eşyasını toplayıp robot gibi kendisine gösterilmiş o döşeğe ulaşmaya çalışıyor. Hapishanenin bulamaç yemeğini yalaya yalaya bitiriyor. Ve Viktor, Hans’ın sıyrılan gömleğinden toplama kampına ait damgalı numaralarını görüyor. Orası bir kırılma noktası. Bir insanın toplama kampından doğruca hapse gönderilmesi, gıkını bile çıkarmadan hayata tutunmaya devam etmesi, azılı bir mahkûmun dahi algılayabileceği bir şey değil. “Bana dokunursan seni öldürürüm” dediği Hans’ın kolunu tutup numarayı kapatacak uyduruk bir dövmeye girişiyor Viktor. Yakalandıklarında Hans ele de vermiyor Viktor’u üstelik. O tabutluğa tek başına göğüs geriyor. Tek bir söz etmediği toplama kampının nasıl bir vahşet olduğunu o karanlığa direnen bedeninde görüyoruz. Ve elbette Viktor’un uzattığı ilk kibriti de. Hans bir daha hiç ışıksız kalmayacak.
Hans’ın dış dünyada ne yaptığı muallak. Sebastian Meise, Thomas Reider ile birlikte kaleme aldığı senaryoda Hans’ın hapiste olmadığı zamanlardaki hayatını özellikle belirsiz bırakmış. Bu da Hans’ın hayatında belirleyici olanın hapiste geçirdiği zaman ve buradan devşirdiği deneyim olduğu hissini perçinliyor bizde. Dikkatimizin dağılmasına izin vermiyor yönetmen. Bu açıdan tek istisna Hans’ın kamerayla kaydettiği ve bir kez daha 24 ay hapis cezası almasına yol açan, sevgilisi Oskar’la gölde geçirdiği güne dair kayıtlar.
Film içerisinde kısa film tadındaki bu görüntüler, aşkla güzelleşen iki erkeğin hayattan çaldığı zamana dair bir kesit. Aynı zamanda hafızanın anıları nasıl kaydettiğine dair kolay kolay unutulmayacak bir buluş. Oskar’ın yanağındaki ben, hafif çarpık gülümseyişi, öne düşen saçları… Hans küçücük ayrıntılarla kaydetmiş sevgilisini. Kamera kendisine yöneldiğinde de bedeni aşkla, arzuyla dipdiri, gözleri ışıl ışıl bir genç adam görüyoruz. Hayatın en büyük gücüne dair övgü niyetine.
Kibrit kadar etkileyici bir diğer metaforsa mahkûmlara verilen İncil ve onun çok amaçlı kullanımı. İnsanın habis kötülüğünü görmüş Hans’ın Tanrı’nın sözüyle teselli bulacağı yok. Ama yırttığı ince kâğıtlar tütün sarmak için ideal. O ilk sigarasını da Viktor yakacak. Sağ kalma ustası bu genç adama giderek artan bir saygı ve nihayetinde sevgi duyarak hem de.
Ve o İncil, 1957’de bu kez sevgilisiyle birlikte geçirdikleri o günün kayıtları yüzünden aynı hapse düştüklerinde Hans’ın Oskar’a aşk ve destek mektubuna dönüşecek. Topluiğneyle heceleri işaretleyerek alternatif Mors dili yaratan Hans’ın mesajını iletmekse hapishanede dilediğince gezinebilen ender insanlardan Viktor’un görevi elbette. Çünkü Hans yine cezalı. Oskar’ın hem hayran olduğu hem de anlayamadığı bir inatla “göze batmayı” seçtiğinden. Kendi olmaktan bir an bile taviz vermediğinden. Oskar’ın cevap mektubu Hans’ın eline hiç geçti mi, bilmiyoruz. Nihayetinde herkesin bir Viktor’u yok. Ama biz izleyiciler o mektubu sevgilinin sesinden işitiyoruz. Ve Oskar’ın Hans’a sadece âşık değil, kendisini keşfetmesine, kabul etmesine vesile olduğu için minnettar olduğunu da öğreniyoruz. Böyle seviyor Hans. Dünyayı bir an için güzelleştire güzelleştire.
Bir insan evladı kurgu bir karakterin hayatının üç farklı aşamasını beden diliyle nasıl yansıtır, akıl alır iş değil ama Franz Rogowski bunu da başarıyor. Âşık Hans, hafif yaylanarak yürüyen ve o aşk için dünyaları yakacak biri. O yüzden Oskar çaresizliğin ifadesi olarak “Ne yapacağız Hans?” diye sorduğunda bütün kalbiyle inanarak “Her şeyi” diyor. “İstediğimiz her şeyi yapacağız.” Hans, varoluşu ve aşkı için kimsenin lütfuna göre hareket edecek değil. Unutmayın, o toplama kampından sağ çıkmış ve oradan doğruca hapse yollanmış bir hacıyatmaz. Ama bitmek bilmez hücre cezalarından birinden çıkıp da Oskar’ı göremediğinde, hele de avluda diğer mahkûmların acıyarak başlarını öte yana çevirişlerinde bir meymenetsizlik saklı.
Sonuçta Hans’ın dünyasını başına yıkacak haberi vermek de Viktor’a kalıyor. Bir yanıyla aldırmaz bir edayla tavla oynar gibi duruyor Viktor. Nihayetinde ağır abilerden biri o. Diyaloğun kendisi de görünüşünün sertliğine uygun “Nerde o? Oskar nerde?” diye soruyor Hans ısrarla. “Bir yerde değil. Veda etti.” “Veda mı etti, nereye götürdüler onu?” “Hiçbir yere. Çatıdan atladı.” Bu kadar işte. Oskar hiçbir yerde değil. Çatıdan ölüme atladı. Burada nasıl hayatta kalındığını bilemediğinden. Oysa takılmıştı sevgilisine Hans: “Açıkta çalışmak iyidir, temiz hava alırsın” diye.
Fıkra 175’ten hükümlü insanın yas tutmaya da hakkı yok. Erkekler bir an için acısalar da Hans’ı teselli edecek değil. Viktor’sa arena gibi görünen o avluda herkesin ortasında sarılıyor Hans’a. Çünkü acını bırakman için birinin seni tutması lazım. Viktor o insan olacak. Kendi sözünü yuta yuta Hans’a dokunacak, onu saracak olan kişi. Gardiyanlardan korumak için dostunun üzerine kapaklanacak kadar hem de.
Sığınak beden, kovuk ruh
Viktor’un iyi hal indiriminden yararlanarak tahliye olabilme kararının verileceği duruşma öncesi, filmin akıldan silinmeyen pek çok sahnesinden biri. Ara zamanda uyuşturucu kullanmaya başlayan Viktor, tam da duruşma öncesi tuvalette damardan eroin şırınga etmeye kalkınca, özgürlüğünü adeta elleriyle sabote eder. Kimbilir belki de özgürlüğü dışarıda olmakla bağdaştıramayacak denli hapiste kalmıştır. Bekleyenin olmadığı, dinamiklerini kestiremediği bir dış hayat, her şeyine hâkim olduğu, kıdemli mahkûm sıfatıyla yemekhaneyi dahi idare ettiği hapishaneden daha sınırlayıcıdır. Üstelik şimdi bağımlıdır da. Durumun ciddiyetini gören Hans, arkadaşına yardım etmeyi önerse de önce yine Viktor’un yüksek duvarlarına toslar. Ta ki Viktor, Hans kendisiyle kalabilsin diye gardiyana rüşvet verecek hâle gelinceye kadar. Viktor’un arkadaşı için hazır ettiği minder, yastık ve yorganı görmek, beden diline yansıyan heyecan ve mutluluğu fark etmek bu kaya gibi sert adamın içindeki zarafete gafil avlanmakla eş anlamlı. Hans eşliğinde bir dönüşüm onunki. Yolu Hans’tan geçmiş diğer herkes gibi.
Bu kez arkadaşına sarılmak, onu kendi kendinden korumak adına sımsıkı tutmak sırası Hans’tadır. O da bunu her şeyin alacak-verecek düzeninde ilerlediği hapis düzeninde en az Viktor kadar beklentisiz yapar. Sadece orada onun için yanı başında durarak. Sarılarak, tutarak, tutunarak.
Derken insanlık aya ayak basar ve yoğun protestoların sonunda 1969’da Fıkra 175’te değişiklik yapılır. Hans, aynı Hans’tır ama devlet nezdinde artık suçlu değildir. Dışarı çıkınca filmin adına gülümseten bir selam niyetine pembe neon tabelalı “Grosse Freiheit” (Büyük Özgürlük) yeni açılmış bir gey bara gider. Caz müziği eşliğinde kesişmeler, barın altındaki mahzenlerde kesilen koliyle sonlanmaktadır. Hans da birinin peşi sıra mahzenin hapishaneden pek de farklı durmayan dehlizlerini keşfe çıkar. Arzu, şehvet, haz her şey bedelsizce karşısındadır artık Hans’ın. Budur büyük özgürlük.
Hans aşağıda birileriyle takıldı mı, bilemeyiz. Ama sokakta eline bir taş alıp kuyumcu dükkânının vitrinini indirdiğinde ve alarm eşliğinde büyük bir sükunetle sigarasını sarmaya giriştiğinde kendi özgürlüğünü nerede ve kimin yanında bulduğunu biliriz. Dışarının özgürlük olmadığını onun için.
Film boyu Hans’ın ve Viktor’un hafızasını merak ederken buldum kendimi. Diyaloğu bunca az bir filmde, geçmişe zerre göndermede bulunulmazken, şimdi denen zaman da sonsuzluk ve bir günken, insan bu iki zorlu insanın anılarını düşünmeden duramıyor. Viktor çok sonraları kendisini aldatan eşini ve işlediği cinayeti anlatıyor gerçi ama eski bir mutluluk var mı hiç zihninde, bilemiyoruz. Boşlukları kendimizce dolduruyoruz.
Ama Hans’ı unutmadığını görüyoruz Viktor’un. Gözünün onu aradığını. O olmadan geçen mahkûmiyet yıllarının o varken olanlardan daha ağır ve yalnız geçtiğini. Hislere dair tek bir söz yok. Sadece bir yerde Viktor bir krize yenik düşecek gibi olup da Hans onu yine sarıp sarmaladığında “Bu mereti kullanıp kullanmamam kimin umrunda?” diye isyan ediyor kendi kendine. Ve Hans’ın yanıtını duyuyoruz. “Benim umrumda.” Biliyor oluyoruz.
Günün ve hayatın sonunda bütün hikâye de bu değil mi zaten? Birinin umrunda olmak. Hans’ın hafızasında toplama kampı var mutlaka. Kimselere anlatamadığı kişisel bir cehennem. Sonra Oskar var elbette. Bir kısmına bizim de tanık olduğumuz güzelim aşkları. Ve kibrit çöpleri. Sonuna kadar yaktığın bir kibritin ucundaki hayalleri. Hayatı pahasına koruduğu bir hakikat. Ve Viktor. Kibriti uzatan adam. Bütün aşkların sonunda hayatta birlikte yanmayı seçtiği.
Buymuş büyük özgürlük. Kendi seçtiğin esaret. Ömürlük tutukluluk. Bağ. Aidiyet. Sevmeyi hatırlatan ve kendini unutturmayan biri. Umrun olan. Umrunda olduğun. Gerisi sadece oyalanış. Buysa yaşamak. Sağ kalmanın ötesinde hakkını vere vere.