Silivri’de “Masumiyet Müzesi”
Bu, içinde yaşanmış öğelerin bol olduğu, “yaşanmış” kitabın sahiciliği, beni bir edebiyat şaheseriyle karşı karşıya olduğum sonucuna götürdü
07.11.2017
6 Kasım 2017 / 468’inci Gün
Cezaevinden yazdığım ilk mektupta, zamanı okuyup yazarak değerlendirmeye çalıştığımı, edebiyata duyduğum ilgide ikinci baharı yaşadığımı söylemiştim. Daha önce tam bilincine varamadığım bazı hususları da burada kavradığımı yazmıştım.
Bu hususlardan biri de, Türkçe edebiyatın dünya yazınına yaptığı azımsanmayacak katkı. Bunun gereğince takdir edilmeyişinin içteki bir nedeni, bir çoğumuzun paylaştığı oryantalizm, Batı hayranlığı olabilir. Dıştaki temel nedeni de muhakkak ki, çoğu büyük yazarlarımızın eserlerinin dünya dillerine kazandırılmamış olması.
Bunun başlıca istisnaları Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk. Yaşar Kemal eserlerinin dünya halklarından gördüğü ilgiyle belki ödüllerin en büyüğünü kazandı. Bunu, 1980’lerin başında Kopenhag sokaklarında onunla birlikte yürürken anlamıştım. Karşıdan gelen zil zurna sarhoş Danimarkalı genç, bira dolu torbasını yere bırakıp, ceketinin düğmelerini ilikleyip, hazırola geçtikten sonra, İngilizce olarak, “Siz büyük romancı Yaşar Kemalsiniz!” demişti. Öteki istisna Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alarak, Türkçenin dünya yazınına katkısını herkese kabul ettirdi.
Bildiğim kadarıyla dünya kültürüne katkı yapan çapta en az dört romancımız daha var: Ahmet Hamdi Tanpınar (başta Huzur), Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna), Ahmet Altan (İsyan Günlerinde Aşk) ve Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi). Yaşar Kemal sosyalist, Ahmet Altan da liberal döneminin idollerinden oldu. Adalet hanımla, 1968 yılında, TRT’de yaptığı radyo programında Jean Paul Sartre’dan çevirdiğim Küba Kitabı üzerine sohbet etmiş; bu nedenle “komünizm propagandası”ndan yargılanmıştık. Bereket, beraat ettik.
Orhan Pamuk ise hayatta kıskandığım yegâne kişidir. Alacağı Nobel ödülü vesilesiyle gittiğim Stockholm’de, bir tesadüf eseri karşılaştığımızda, bunu kendisine itiraf ettim. Tepkisi, “Şahinciğim, hiç sen beni kıskanır mısın…” deyip yürümek oldu. Yanlış anlamış, bunu romancı meslektaşları anlamında bir “kıskançlık” olarak algılamıştı. Hayır, ilk mektubumda da yazdığım gibi, Robert Kolej’de okurken idealim roman yazarı olmaktı. Hocalarım ve arkadaşlarım da bunu bana yakıştırıyordu. Ne var ki, hayatın zorunlulukları beni önce diplomat olmak amacıyla Mülkiye’ye, sonra siyaset bilimi doktorası yapmak üzere Stockholm Üniversitesi’ne, sonra da gazetelerimizde yorum yazarlığına götürdü. Gün geldi roman okuyamaz hâle geldim.
Orhan’ın bütün kitaplarını okumuş değilim. Benim de bir kitap okuyunca hayatım değiştiği için (önce Devlet ve Devrim, sonra Açık Toplum ve Düşmanları ile) Yeni Hayat’ı çok sevdim. Kar, 1990’larda yaşadıklarımızın kurgusal bir anlatısıydı. Kara Kitap’ı Silivri’de ele aldım; zor geldi ve tahliye olduktan sonra okumaya karar verdim.
Tahliye olduğu gün başka bir mahkeme tarafından tutuklananlardan, genç koğuş arkadaşım Yakup Çetin’in ısrarla okumamı önerdiği Masumiyet Müzesi’ne ise tek kelimeyle vuruldum! Bu, içinde yaşanmış öğelerin bol olduğu, “yaşanmış” kitabın sahiciliği, beni bir edebiyat şaheseriyle karşı karşıya olduğum sonucuna götürdü.
Bu roman sadece karasevdanın bir insana neler yaptırabileceğinin, ne hâllere sokabileceğinin eşsiz bir anlatısı değil. Aynı zamanda 1970’lerin ortalarından, 1980’lerin ortalarına Türkiye’de, öncelikle İstanbul’da, Nişantaşı’nda, Çukurcuma’da yaşananların canlı bir tanığı. Kitabı okuyup bitirdiğimde öylesine duygulanmıştım ki Yakup, “Az daha ağlayacaksınız Şahin Bey” dedi. Haklıydı. Belki karasevda ile de, kitabın dekoru ile de fazlasıyla aşina olduğum için.
Oysa birkaç yıl önce, bir arkadaş toplantısında ortada bir “Masumiyet Müzesi” lafı dolaştığında merakla kulak kabarttığımı gören Orhan, “Arkadaşlar yeni çıkan kitabımdan bahsediyor Şahinciğim” diyerek beni yerin dibine batırmıştı.
Silivri’de kitabı okuduğum günlerde harika bir şey oldu. Kızım Elvan’a cam bölmenin ardından, telefon aracılığıyla kitaba mest olduğumu hararetle anlatınca, “Ancak bu kadar tesadüf olur!” diye yerinden zıpladı. 1961-62 ders yılını yanlarında geçirdiğim Amerikalı ailenin küçük (şimdi 70 yaşındaki) oğlu Tom Wilson, hâlimi sorduğu son mektubunda şöyle yazmış: “Şu günlerde Orhan Pamuk’un harika romanı Masumiyet Müzesi’ni okuyorum. Acaba Şahin bu kitabı okudu mu?” Kitabın evrensel cazibesine bundan daha sahici bir kanıt olabilir mi?
Günün birinde tahliye olursam, yapacağım ilk işlerden biri Masumiyet Müzesi’ni gezmek olacak.