Şimdi de Avusturya: Popülist sağdan bir çıkış daha
Bakalım popülizm, son zirvesini yaşayıp bir çakılma mı yaşayacak, yoksa dünya politikasını iyice hâkimiyeti altına mı alacak?

16.10.2017
Avrupa'da sandıktan gene ve yine, popülist aşırı sağın yükselişi çıktı. 24 Eylül'deki Almanya genel seçimlerinde popülist aşırı sağ parti Almanya için Alternatif'in (Alternative für Deutschland-AfD) ülkenin üçüncü büyük partisi olarak, yüzde 13'e yakın bir oy oranı ile parlamentoya girmesinden sonra şimdi de, 15 Ekim'de Avusturya'daki genel seçimlerde, Avusturya Özgürlük Partisi (Freiheitliche Partei Österreichs-FPÖ) ikinci sırayı alarak ülkenin "koalisyon ortağı" hâline geliyor. FPÖ, ülkenin geleneksel olarak iki büyük partisinden biri olan Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin (Sozialdemokratische Partei Österreichs-SPÖ) önüne geçti. SPÖ, yüzde 26.1 ve FPÖ, yüzde 27.4 oy aldı. Avusturya seçimlerinin galibi ise, yüzde 31.4 oy alan muhafazakâr sağ Avusturya Halk Partisi (Österreichische Volkspartei-ÖVP). Tüm bu tablo da, aslında Avrupa genelinde yaşanan, "merkez siyasetin sarsılması" trendini bir kez daha doğrulayan bir gelişme.
Nasıl mı?
Bir kere, 2013 genel seçimlerinde FPÖ'nün oy oranı, yüzde 20.5 idi. Yani, aşırı sağ popülist, göçmen ve özellikle de Müslümanlara zinhâr karşı bu parti, oy oranını yaklaşık yüzde 7 oranında arttırdı. Buna ek olarak, 1945'ten beri ülkenin iki büyük partisinden biri olan ÖVP'nin 2013'te yüzde 24 olan oy oranını yaklaşık 6.5 puan arttırmasında etkili olan faktör, partinin yeni bir lidere sahip olması. Bu lider, eski Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz da, çok genç ve "karizmatik" addedilen biri: 31 yaşında ve "klasik muhafazakâr sağ lider"; hattâ "klasik merkez parti lideri" görüntüsünden çok uzak. Öte yandan, SPÖ'nün oyları yerinde sayarak ise, 2013 seçimlerine göre sadece yüzde 2-3'lük bir artış sağladı.
Bir kere, sol merkez parti SPÖ'nün, ÖVP ile içinde olduğu "gelenekselleşen" koalisyon ortaklığını kaybetmesi ve ülke siyasetinin, FPÖ'nün yükselişi ile iyice "sağa çekmesi" başlı başına sarsıcı. Bunun ötesinde, 1980'ler sonu ve 1990'lardan beri ülkenin önemli siyasi hareketlerinden Yeşiller de (Die Grünen) "baraj altı" kaldı. Yeşiller'in de artık "merkezleşmiş" bir parti olduğunu düşünürsek, tüm bu tabloda "klasik sol", tıpkı Almanya'daki seçimlerde olduğu gibi Avusturya seçimlerinde de bir sarsıntı yaşamış oldu.
Ayrıca, Avusturya'daki oylamada, iki yeni siyasi hareket de, önemli siyasi kazançlar elde etti: bu yeni hareketler, Yeni Avusturya ve Liberal Forum (NEOS-Das Neue Österreich und Liberales Forum) ve Peter Pilz Listesi (Liste Peter Pilz).
Liberal NEOS, 2012'de kuruldu ve ilk kez 2013'te seçimlere girdi. Şimdi de, yüzde 5 oy alarak Avusturya Meclisi'nde sekiz sandalyelik temsil hakkı kazandı. Partinin ilk girdiği seçimlerdeki oyu yüzde 4.9 idi ve şimdi ilk kez milletvekiline sahip olacaklar.
Öte yandan, Yeşiller'den ayrılan siyasetçi Peter Pilz'in oluşturduğu "Peter Pilz Listesi" adlı hareket de az kalsın Meclis'e giriyordu. Herhalükârda, yüzde 4.1 oy olan bu "liste", gelenekselleşmiş bir seçmen tabanı olan Yeşiller'i geride bıraktı. Bir avuç insan ve yaklaşık 200 bin Euro "sermaye" ile, Temmuz sonunda kurulan bu hareketin azımsanamayacak bir siyasi varlık göstermesi başlı başına bir tartışma konusu. Ve bu tartışmayı da, "Türkiye'de yeni siyasi parti kurulması" çerçevesine oturtarak, başka bir yazıda yapmayı da planlıyorum. Ancak, bu yazı çerçevesinde işin şu kısmına vurgu yapalım: NEOS ve Peter Pilz Listesi, Avusturya'nın oldukça gelenekselci ve statik bir yapısı olan seçmen davranışlarına rağmen, kendilerine siyasi alan açmayı başardılar.
Savaş sonrası dönemde, solda SPÖ ve sağda ÖVP ekseninde "iki partili bir sistem" olarak şekillenen Avusturya politikasında, merkezin yeni politik oyunculara ilk açılımı 1980'lerde olmuştu. Bu dönemde, Yeşiller ve FPÖ, yeni sahaya çıkanlar ve politik düzlemi değiştirmeye başlayanlar olmuştu. Şimdi, Yeşiller'in yıldızı kayarken, FPÖ'nünki yeniden parlamaya başlıyor.
Haider'den sonra FPÖ'nün ilk çıkışı
1999 yılına geri dönersek, o seneki genel seçimlerde, FPÖ'nün birden büyük bir çıkış yaptığını anımsayabiliriz. 1999'da yaklaşık yüzde 27 oy alan parti, 2000 yılında, ÖVP ile koalisyona girmişti. Ancak, bu dönemde FPÖ'nün yükselişi, tüm Avrupa ve özellikle de Avrupa Birliği kurumları genelinde tepkiye neden olmuştu.
1999'da SPÖ, ülkedeki en büyük parti olarak kalmaya devam etse de FPÖ, ülke politikasını belirleyen başlıca aktöre dönüşmüştü. 3 Ekim 1999’daki seçimlerden sonra, FPÖ ile merkez sağ ÖVP arasında aylar sürecek müzakereler başlamıştı. Sonunda, 4 Şubat 2000 tarihinde, ÖVP-FPÖ hükümeti kuruldu. O dönem, FPÖ, ÖVP’den daha fazla oy almasına rağmen ancak, FPÖ lideri Jörg Haider'in geri plana çekilmesi koalisyonun kurulabilmesinin yolunu açmıştı.
Günümüzde, artık popülizm herkesin dilinde. Ancak, 1999'da FPÖ'nün yükselişinin yaşandığı dönemde, durum böyle değildi. FPÖ'nün 1986'da Jörg Haider liderliğine geldikten sonra, oylarını her seçimde katlayarak artırması ve 1999'da ülkenin ikinci büyük partisi hâline gelmesi, sadece Avrupa değil, dünya genelinde bir şok yaşanmasına yol açmıştı. Avrupa Birliği de, hoşnutsuzluğunu, Avusturya’ya karşı “siyasî ambargo” uygulamaya başlayarak ortaya koydu. O dönem 15 üyeli olan AB’nin tüm üyeleri ve birliğin kendisi, Avusturya'yla ilişkileri “sadece bürokratik seviyede” kalacak şekilde minimuma indirdi. AB Komisyonu, sonraki adımlarının da, Avusturya’nın elinden AB içindeki oylama haklarının alınması ve ülkenin, AB’den atılması olacağının işaretlerini verdi. Avrupa Parlamentosu’nda da, “Avusturya’yı, aşırı sağı meşrulaştırdığı için kınayan” bir tasarı, ezici bir çoğunluğun desteğiyle onaylandı. O dönemde, "Nazi" söylemlerini yeniden siyasete sokan "karizmatik lider" Jörg Haider, bir yandan partisine adeta "şeytanî" bir çekim alanı yaratırken diğer yandan da, tüm tepkileri çeken bir paratoner hâline dönüşmüştü. Haider, bu tepkiler nedeniyle arka plana çekilmeyi tercih etti ve "memleketi" Karinthia Eyaletinde, valiliğe devam ederek, FPÖ liderliği ve başkent Viyana siyasetinden uzak durdu. Haider'in vitrininde ve yönetiminde olmadığı bir FPÖ de çıkışını sürdüremedi; 2002'de yinelenen seçimlerde FPÖ'nün oyu yüzde 10'a gerilemişti bile…
2005'e gelindiğinde Haider ile FPÖ arasındaki gerilim iyice artmıştı. Sonunda "karizmatik lider figürü" Haider, partiden ayrıldı ve yerine başka bir karizmatik lider geldi: Heinz-Christian Strache. Eski bir diş teknisyeni (hekim değil, teknisyen) olan Strache, 1969 doğumlu. 2008'de araba kazasında ölen ve yüksek eğitimli, elit bir avukat olan Haider'in "şeytanî cazibe alanı" Strache'de yok. Ancak, "Haider sonrası FPÖ"yü söylem ve ideoloji açısından yeniden yaratan Strache'nin yaratmaya çalıştığı imaj da, zaten "halk adamı" tiplemesi. Sürekli Avusturya'nın "yerli ve milli değerlerine" vurgu yapan ve adeta karikatürize biçimde "klasik Avusturya erkeği" tiplemesi çizmeye çalışan Strache, selefi Haider'in aksine, eski Nazi ideolojisine dayanan bir politik düşünce sistemi oluşturmaya çalışmadı. Strache'nin içgüdüsel olarak yaptığı ise, bambaşka birşey oldu: FPÖ'nün savaşacağı bir "düşman" bulmak ve o "düşmana karşı verdikleri savaşı" sürekli ülke gündeminde tutmak. Ve o "düşman" da, "göçmenler" idi.
2017 seçimlerine gelindiğinde de, gerek FPÖ’nün yaklaşık 10 yıldır tek gündemi olan "Göçmen Meselesi" konusunda zaman içinde tüm ülke siyasetinin eksenini kaydırmayı "başarması", gerekse de "Mülteci Krizi"nin zaten bu konuyu Avrupa gündeminin tepesine oturması nedenleriyle, Avusturya seçimleri de, "göçmen korkusuna" kilitlenmişti. Bu açıdan, FPÖ zaten "çalıştığı yerden çıkan sorulara odaklı" bu seçimlerde, 1999'daki çıkışını yineledi. Diğer bir deyişle FPÖ, ektiklerini biçti.
Bu açılardan FPÖ'nün çıkışı sürpriz değil. Buna karşılık, ÖVP'nin genç lideri Sebastian Kurz da, siyasetini "anti-göçmen" bir söylem üzerine inşa ediyor ve ÖVP'nin başarısının arkasında da bu "anti-yaklaşımın" büyük payı var.
Yaklaşık 9 milyonluk bu ülkenin seçimlerinin dünya politikasındaki önemi de, işte bu "anti-göçmen" yaklaşımın, popülizm rüzgârının başladığı yerde yeniden bir zafer kazanmasından kaynaklanıyor. Bakalım popülizm, Avusturya'da 1999'daki çıkışının ertesinde, gene bu ülkede 2017'de son zirvesini yaşayıp bir çakılma mı yaşayacak, yoksa dünya politikasını iyice hâkimiyeti altına mı alacak?