Sivas: Katliam ve travma
Facia, üstü örtülmemiş, sorumluluğundan kaçılmamış, riyakârlık ambalajına sarılmamış haliyle yolaçabileceğinden daha çok melanet doğurdu.
04.07.2021
Sayısız yüzkaralarımızdan Sivas Katliamı’nı lanetle, kurbanlarını hasretle andığımız günlerde yine o tanıdık develer filler gelip üzerimize oturdu. Niye hiçbir gerçek suç layığı olan cezayı bulamıyor, niye öyle bir suçun işlenmiş olmasının doğal-insanî icabı olan duygular yerine uğursuz, karanlık bir boşluk hissi ortalığı kaplıyor, hepimizi hüsrana, çaresizliğe, umutsuzluğa sürüklüyor?
1993’te, devrin başbakanı Tansu Çiller “otel dışındaki halkımız”ın “zarar görmemiş” oluşuna “çok şükür” çekerken, Alevi kuruluşlarından birinin bir yöneticisi, “yetkililer üzüldüklerini açıklasınlar” demişti gazetecilere. Çünkü iş o “bari” aşamasına ilk anda gelivermişti. Ne kadar utanılası bir vaziyettir… Kadın olduğu için herkesin daha insanî, daha kucaklayıcı yaklaşım beklediği -böylece yakın dönem Türkiye siyasetinin en büyük hayal kırıklıklarından birine uğradığı- çiçeği burnunda başbakan, kan donduran tavrıyla, kurbanlar için yanan herkesin böğrüne buzdan kılıçlar saplamıştı.
Kılıçları kanırtıp, saplandıkları yerde açılan yarığı geniş ve derin oyuk haline getirme işini Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel üstlendi. Somut kötülük, üzerinde askerî üniforma bulunmayan biri tarafından yapılacaksa, ilk aday hep oydu zaten. Demirel’e göre olay, devlet güçlerince yapılan her türlü zulüm ve zorbalık gibi, faşistler, ırkçılar, millî veya dinî hisleri tahrik edilmiş bilumum öfkeli kalabalıkların çoğu zaman yetkililerin gözetiminde gerçekleştirdikleri katliamlar, cinayetler, saldırılar, yağmalar gibi “münferit”ti.
Devletin kavramlar sözlüğünde “münferit” ve “tahrik”
Münferit kavramı, bu topraklarda “idare” felsefesinin bölüm başlıklarından biriydi. Buna göre, diyelim bir işkence olayı, her defasında tek kişi askıya asıldığı, tek kişiye elektrik verildiği, tek kişi tazyikli soğuk suyla bayıltıldığı için, haliyle münferitti. Bir yıl içinde yüz bin kişi de işkence görse, bu olayların hepsi münferitti. Türkiye’de devleti yönetenler yıllarca bunu böyle söylediler, savundular. Zira aksi halde devletin bir düzen sağlama yöntemi olarak işkenceyi kurumlaştırdığının kabullenilmesi gerekecekti.
İşte bu defa da, gerçi olaya çok kişi karışmış, çok kişi saldırmış, yakmış, onlar kadar olmasa da, yine çok kişi can vermişti. Fakat cumhurbaşkanına göre binlerce kişinin otuz beş kişiyi öldürmesi yine de münferitti, çünkü hadise “Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmemiş”ti.
Ayrıca, benzer olayların tek karakteristiği münferit olmaları değildi. Bunlar bir de “tahrik” üzerine meydana gelir, kurbanların esas suçlular olduğu, asık suratlı, yalancı, hilebaz yetkililerce olay üzerine derhal ilan edilir, yanlış anlamalara meydan verilmezdi. Devlet, katliamı nasıl karşılamamız ve adlandırmamız gerektiğini, bundan böyle bu katliamın nasıl anılacağını, olaya dair devletin ne yapacağını, ne yapmayacağını topluca barındıran mesajını veriverirdi. Demirel’in sözlerindeki gibi: “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş… Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır.”
İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’na, pratik uygulamacı olarak, cumhurbaşkanının çizdiği yolda hangi duraklara uğranacağını bildirmek kalmıştı: “Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir.”
Yani meşruydu. Birileri böyle yaparsa onları öldürmek meşruydu. Böylesine basit!
Devletin konuşma kılavuzunda “böyle uygun gördük”
Sivas Katliamı karşısında devletin tavrı bu şekilde özetlenebilir. Tek eksik olarak, şu vahim ve içerikçe yüklü cümlenin açılması kalır: “Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır.”
Cumhurbaşkanı (Demirel) böyle demişti. Oysa o gün güvenlik kuvvetleri, otelin yakılmasını, can kaybını önleme adına hemen hiçbir şey yapmamışlardı. Otelin etrafını saracak iki sıra asker, kalabalığı yararak bölecek, yavaş yavaş otelden uzaklaştırırken bir yandan ikna çalışması yapacak, hattâ bir-iki taş atıp cam kırmalarına izin vererek “gaz alacak” polis, saatlerce süren bu saldırıyı mâkûl sürede karşılar, kararlı militanlar ve “doğuştan” caniler dışında, canavar katillere dönüşmekte olduklarını bile idrak edemeyen sıradan insanları dağıtabilirdi. (Bu sıradan insanların ne kadar çoğunun topluca yakarak öldürme eylemini ne kadar doğal ve meşru bulduğunu ortaya koyan görüntüler ve seslerin analizi tabiî başlıbaşına devâsâ mevzu; burada girmiyoruz.) Asker zaten daha işin başında caydırıcı varlık gösterebilirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı, katliamın varacağı yere varması Ankara’dan âdetâ naklen izlendi.
Gelin görün ki, cumhurbaşkanı, askerin polisin “ellerinden geleni yaptıklarını” ilan etti. Bunun mânâsı, burada herhangi bir şekilde benzer saldırılara uğrama tehlikesiyle karşı karşıya yaşayan herkes için açık: “Böyle uygun gördük” demektir. Bu ifade edildiğinde artık devletten beklenebilecek şeyin kalmadığını, kimsenin hakkımızı hukukumuzu, hattâ canımızı korumayacağını, koruma mevkiinde olanların karşı tarafta yeraldığını anlarız.
Travmayı kalıcılaştırdılar
Sivas Katliamı, kendi başına ne kadar korkunç facia olursa olsun, bunun yıldırıcı etkisini, travmasını atlatmak belki mümkün olabilirdi. Bambaşka bir toplumsal ortam içerisinde. Oysa, buradaki iddiam şudur, üzerine yaşananlar, katliamın sonuçlarını derledi topladı, onlara vahşet ve acımasızlığın ötesine uzanan meşum bir anlam kazandırdı; bu facia, sahip çıkılmamış, üstü örtülmemiş, sorumluluğundan kaçılmamış, riyakârlık ambalajına sarılmamış haliyle yolaçabileceğinden daha fazla melanete sebep oldu.
Kısaca: Sivas Katliamı ertesi, bir şekilde dinî içerikli, örtülü, referanslı, istismarlı vs. siyaset yapan insanları, bu kadar korkunç bir suçun sorumluluğunu bile taşımayabilecekleri, bu lekeyi, yoldan geçerken balkondan kazara omuzlarına düşmüş çamaşırı sıyırıp kenara koyar gibi bedenlerinden sıyırıp kuytuya atabilecekleri yanılsamasına sürükledi. İyi kötü demokrasi ve hukuk derdi olan Müslüman siyasetçilerin ve aktivistlerin bile, böyle bir katliamın pekâlâ hafifsenebileceği, kenara konabileceği, lafının edilmesinin illâ şart olmadığı, hele hesap verilecek bir durumun hiç varolmadığı fantezilerine kapılmalarına, zihinlerinin çarpılmasına yolaçtı.
Sahi, aralarında nasıl bahsettiler?
Yıllardır özellikle “yurttaşlık hakları” alanında çok çeşitli kesimlerden insanlarla bin türlü faaliyet yürüten arkadaşım Emel Kurma, geçen gün bana bir tweet serisi yolladı. “Buradan hakkıyla yazabilir miyim, bilmiyorum; deneyeceğim,” diye başlayarak. “Bu zeminde konuşulması da zor muhtemelen.”
Emel’in aklına takılanı aktarıyorum: “2008-9 yıllarında, gündelik hayatta, seküler-dindar kesimlerin, insanların karşılaşmalarını, süfli halleri tartışmaya çalıştığımız yuvarlak masa toplantıları düzenlemiştik. Tahmin edilebileceği gibi, seküler & dindar kalem & fikir erbabının yanısıra, toplumsal/sivil örgütlerin mensupları, kanaat önderleri filan katılıyordu. Yuvarlak masanın konusu ne olursa olsun, neredeyse her toplantıda Madımak bir şekilde masaya geliyordu. Aralarında arkadaşlarımız da olan Sünni Müslüman katılımcılar, Madımak’tan dolaylı bile bahsedilir gibi olduğu hemen her sefer, rahatsızlık belirtip [konunun] sohbetin seyrinin dışında bırakılmasında ısrarlı oldular. Derin/sığ devletin rolüne, iyi saatte olsunların parmağına işaret ederek. Sözettikleri ‘faktörler’ de vardı elbet ve diğer katılımcılar da inkâr etmiyorlardı. Kimse de maraza çıkarmak istemiyordu zaten. Konuşmaların rotasından çıkmamasının istenmesine de eyvallah… Ama o zaman da, ve hâlâ, merak ediyorum. Madımak nasıl konuşuluyordu kendi çevrelerinde..? Nasıl anlatılıyordu? Çocuklar gençler sorunca ne deniyordu? Belki herkesi tanımadıkları, kendilerini güvende hissetmedikleri ortamda konuşmak istemiyorlardı. Ama ‘biz bize’yken nasıl değerlendirdiler, değerlendiriyorlar? Maraş’ta Çorum’da Sivas’ta… galeyana ge(tiri)len, lince katılıverenlerle ilgili herkesin aklını fikrini, çalışmasını, deneyimlerini paylaşması şart. Çünkü meselemiz budur maalesef.”
Sivas Katliamı’nın doğru dürüst, açık sözle, herkesin duyabileceği şekilde kınanmaması, o bir yana, “Ne yani, Sivas’ın üstünde Sırp tayyareleri mi uçsun?” yazısı yazan ve can veren insanlar için üzüldüğünü koca yazının içerisinde bir defa bile belirtme ihtiyacı duymayan İsmet Özel’e kayda değer tepkinin gelmemesi, üstelik bu şahsın bizzat “katledilenler tarafı”nda bile kabul görmeyi sürdürmesi, “Sırp tayyareleri” yazısının katliamdan birkaç gün sonra Millî Gazete’de sürmanşetten -yani birinci sayfanın tepesinden– verilmiş olması ve bunun da “o cenahtan” kimsece kınanmaması, çok açık mesaj, hattâ bildiriydi. Yıllar sonra, DAİŞ’e de Müslümanların ağzı laf yapan, eli kalem tutan kesiminden hatırı sayılır tepki gelmemesine yolaçacak bildiri.
Kimbilir, belki de daha sonra açık ve utanmaz ırkçılığa terfi eden bu megaloman şahsın hem katliamcılar hem de katliamda can vermişlere gözyaşı dökenlerce hâlâ insandan sayılmasında, en beklenmedik grupları bile birleştirebilen ortak çizgilerin payı vardır. Azıcık takip ettiğinizde bu topraklardaki sayısız kurbanın kalıntılarına varacağınız çizgiler… Şöyle demişti şahıs: “Aziz Nesin gibilerinin kendilerini güvenlikte hissetmeleri için Sırp (veya Grek, Ermeni, Rus veya Amerikan) uçaklarını Sivas semalarında görmeleri mi gerekiyor?” Rum-Ermeni düşmanlığı var, “anti-emperyalizm” var, daha ne istenir, değil mi?
Sivas Katliamı’nın içyüzünü bütün hazırlık ve bağlantılarıyla ortaya çıkaramadık. Bu hedefle uğraşmayı elbette sürdürelim. Ancak bunu sıradan yurttaşlar olarak başarabilmemiz zor; Sedat Peker tarzı ifşaatçılara ihtiyaç var. (Kendisi için de güzel bir kararlılık ve haysiyet ispatı olurdu. Hem de Alevilere yönelik kanlı tezgâhlar planladığına dair hepimizi uyardığı sırada.)
Ancak katliam ertesini, kimin ne tavır aldığını, bu tavırların kaynaklarını, anlamını, bugüne uzantısını mevzu yapabilir, deşebilir, bambaşka bir manevî hesaplaşmanın kapısını aralayabiliriz. O kapı da itmeyle, omuz vurmayla ya da yumuşak yumuşak, alıştıra alıştıra aralanmıyorsa iyice kapatıp kilit vurup gidelim zaten.