Siz ne sanıyorsunuz allahaşkına?

Şuursuzluk ile pişkinliğin karışımları üzerine çeşitleme.

ÜMİT KIVANÇ

20.12.2021

İnsanın ağzından çıkanı kulağının duyması artık başlıbaşına haslet. Ettiği lafın nereye uzanacağını kestirmesi çoktan terk edilmiş zaruret. Ve maalesef ortalığa menşei belirsiz özgüvenle saçılan onca hükmün dışavurduğu tek şey gaflet. Tabiî göz göre göre kalkışılmış maksatlı saptırma, çarpıtma, gizleme-saklama değilse. 

Köşeyazarınız çok hedefli serbest atışa kalkıştı, değerli okurlar. “Al birini vur ötekine” rahatlığıyla ilerleme şansım da yok. Bir yerden başlayacağız. Meselemiz şuursuzlukla pişkinliğin muhtelif karışımları. Eski muktedir yeni muhalif siyasetçilerden dalalım söze. 

 

Babacan: Keşke ama oldu bir kere…

Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu, söylem ve tavırlarını uyarlamakla uğraştıkları muhalif siyaset mahallesinde geçirdikleri bunca zamana rağmen, pek basit bir gerçeği hâlâ kavramamış, bir türlü de kavrayamayacak gibi görünüyorlar. 

Babacan, meselâ, YouTube kanalında kendisiyle görüşen Cüneyt Özdemir’e, “zamanında konuşmadım, keşke konuşsaydım” dedi. Bağlamı içerisinde lafın tamamı şöyle: “…Anayasa değişikliği hazırlandı ve birden gündeme geldi. Çok hızlı bir şekilde Meclis’e sunuldu. Bunun Türkiyeyi bir felakete götüreceğini ben görüyordum. Ama bunu kamuoyuna açıkça konuşmadım. 2015 Ağustosta bir karar aldım ben artık konuşmayacağım, artık sessiz bir şekilde eski hayatıma döneceğim dedim, ama keşke konuşsaydım.”

Bugün kötü yürekli, şirret ihtiyar karakterine bürünen AKP iktidarının gençlik ve ortayaş zamanında, en kritik alanlardan birinde üst düzeyde sorumluluk üstlenmiş biri, Ali Babacan. Şu andaki en feci mağduriyet kaynağımız ekonomiden sorumluydu. Partisinden kopup, neden sonra muhalif saflarda siyasete atılmaya karar verdiğinde yapması beklenecek ilk iş, muktedirlik döneminin özeleştirisi olmalıydı. Bunu yapmadı. Halbuki omzundaki yük ekonomiyle de sınırlı değildi. Sorumluluğu ekonomiden ibaretmiş, onca zulmün, suistimalin, yolsuzluğun, hilenin, yalanın dolanın… karar vericileri, uygulayıcılarıyla birarada, aynı iktidar gücünü paylaşmıyor ve kullanmıyormuş gibi davrandı. Daha fenası ve ayıbı, pişkinliğe vuruyor sanki işi. Söylediği, herhangi bir anda, gazeteciyle söyleşirken araya sıkıştırılarak geçiştirilecek şey değil. Memleketi felakete götüreceğini gördüğü şeyi açıklamamış, bunu önlemek için kimseyi yardıma çağırmamış, kendi de zaten arkasını dönüp gidecekmiş de, işte, sonra öyle olmamış…

Babacan’ın yarattığı izlenim Deva Partisi’nin geleceğini ne kadar etkileyecek, bilemeyiz. Fazla değildir herhalde. Lâkin bütün performans sanatlarında, hattâ edebiyatta, sinemada, işler yolunda gitmediğinde seyircinin, okurun hissettiği bir huzursuzluk vardır. Bir tür memnuniyetsizliktir, tatminsizliktir bu. “Yolunda gitmeyen nedir?” diye sorsanız çok kişi somut cevap veremez. Ama birşeylerin yolunda gitmediği hissi fazlasıyla ele gelirdir. Diyelim müzik grubu sözkonusu – onun bir sonraki konserine gitme arzusunu söndürmeye yeter.

“Hissedilen güvensizlik” siyasette de geçerlidir. Ali Babacan’ın, bugünün muktedirleriyle paylaştığı geçmiş siyasî pratiğine dair önümüze koyduğu herhangi bir bilanço yok. Arada ettiği laflar, gazete köşesinden kağıt yırtıp hesabı oraya karalayıveren saygısız garson karakteri yaratıyor gözümüzün önünde.

Şunu anlaması lazım: Kendi pratiğine ilişkin doğru dürüst bir değerlendirme yapmadığı sürece, en fazla muhalefetin tek oya bile ihtiyacı olduğu şu zamanda mecburen muhatap alınacak, ancak siyasete yerleşebilmek için ihtiyaç duyacağı güven ve desteği yaratamayacaktır. 

 

Davutoğlu: Hiçbiri olmamış gibi…

Aynı otobüse binmeyip, ayrı ayrı araçlarda aynı yere yolculuk yapmaya karar verdikleri, dolayısıyla fiilen yoldaşı saymamız gereken Ahmet Davutoğlu’nun durumu daha da vahim. Ali Babacan, tamam, en önemli alanlardan birinde, ekonomide söz sahibiydi, ama sarsıcı-çarpıcı hadiselerde adı günlerce manşetlerde kalmadı, TV haberlerinde devamlı boy göstermedi. Oysa muhteşem Türk-İslâm dünya imparatorluğu teorilerini herkese saatlerce anlatmayı yaşam biçimi kılmış, bunun dışında da her konuda herkesin her şeyi kendisinden öğrenmesi gerektiğini varsayan Davutoğlu, sahip olmadığı konum ve yetkilere kendini sahip zannedip vaktiyle her vesileyle sahneye fırladığından şimdi işi daha zor.

Ahmet Davutoğlu, meselâ, Ankara Katliamı’nda kendisinin başbakan olduğunu unutmamızı ya da bunun onun hanesine yazılmamasını bekliyor. Kürt şehir ve kasabalarının yakılıp yıkılışı, oralarda işe koşulmuş üniformalı silahlı resmî görevlilerin yaptıkları -sadece kurbanları değil devleti de- alçaltıcı işler, sosyal medyada bunlarla övündükleri mesajlar, polis aracına ceset bağlayıp sürükleme ve bunu korkunç küfürler eşliğinde videoya çekip sosyal medyadan yayımlama gibi eylemlerin doğrudan siyasî-idarî sorumlusu olduğunu kendisi sanırım hakikaten unuttu. Katliamlar bazen aynı güne denk geldiğinden hangisini anacağımızı şaşırdığımız memleketimizde bile bugüne kadarkilerin en büyüğü payesini edinebilmiş Ankara Katliamı gibi bir fecaat ve insanlar can çekişirken polisin onlara yardıma çalışanlara ve yaralılara gaz sıkması, insan haysiyetinin gözetildiği yerlerde başbakanın ancak özür dileyip istifa etmesine yolaçabilirdi. Oysa Davutoğlu, bu feci işlere dair ağzını açmayıp parti kurdu, siyasete atıldı. Evet, kendisi solcu öldürmenin, Anadolu’da Alevi katliamları yapmanın meşru olduğu dönemlerde yetişmiş biri; biz yaştakiler gibi. Lâkin bundan ötürü şimdi Ankara Katliamı’nın ve kurbanlar için yapılan saygı duruşunun kendisinin aslî siyaset mahalli Konya’da stadyumda yuhalanışının nasıl olsa unutulacağını, Türk-Sünni çoğunluktan zaten tepki görmeyeceğini, kendisinin Yavuz Selim Köprüsü’nden beyaz at üzerinde pâyitahta zafer yürüyüşü yapabileceğini mi sanıyor? Katliamın ardından ortaya sürdüğü “kokteyl terör” teziyle işlediği suçu -failleri gizleme, manipülasyon- ve kendini düşürdüğü durumu hiç mi hiç anlamadığını sanıyorum. Çünkü empati yeteneği bulunmadığı gibi, böyle bir niyeti de olmadığı anlaşılıyor.

Sahiden de Davutoğlu’nun başbakanlık dönemine denk gelen resmî zulüm ve yarı-resmî hunharlıklar bizim milletin çoğunluğunca -âdetten sayılıp- önemsenmeyebilir. Peki, 7 Haziran 2015 genel seçimleri sonuçlarının, iktidarın işine gelmediği, başkalarının da hoşuna gitmediği için fiilen iptal edilişinin, seçimli-parlamentolu rejime öldürücü darbenin, ülkenin güneydoğusundan başlanarak vurulmasının sorumlularından oluşu da mı şimdi “güçlendirilmiş parlamenter sistem” lafı ettiğinde kendisinin ciddîye alınmayışının temelinde yatmıyor? Böyle mi sanıyor? Dünyayı etrafında döndürenlerden olduğundan, başkalarının gözündeki imgesini seçemiyor olabilir.

 

Riyanın bu yüzü

Mevcut iktidarın toplumumuza yaptığı en büyük kötülüklerden biri: riyakârlığın kendi parlattığı yüzünü öyle göz kamaştırıcı hale getirdi ki, üzeri çiziklerle dolu, yıpranmış olan -bizim taraftaki- öbür yüz daha az görünür oldu. Oysa kalibre, kalite, artık ne diyeceksek, bu bakımlardan bu taraftaki riyakârlığın da maşallahı vardır. 

Gezi İsyanı zamanı ortalıkta sık dolaşan bir fotoğraf karesi vardı. Mizansen kurulmuş da mı çekilmişti, sonradan mı imal edilmişti, emin değilim. Sinir olduğumdan şöyle bakıp geçiyordum. Biri sol yumruk kaldırmış, biri iki parmağıyla “V” işareti yapmış, üçüncüsü de kurt işareti yapmakta üç el, kalabalığın arasında yüzlerini görmediğimiz üç ayrı insan tarafından kaldırılmış, anıtsal bir görüntü yaratılmıştı. Fotoğraf şüphesiz birilerinin gönlünden geçen yanyanalığı ifade ediyor, “hah, işte bu!” mesajı veriyordu. “V” işaretinin ilk elde çağrıştırdığı Kürtlerin bu üçlüye nasıl katılacağı belirsizdi gerçi, ama tahmin edebileceğiniz üzre, görseli tasarlayanların ilk takılacağı şey bu değildi. (Nitekim bu arzulanan mesafe, kısa sürede, “Neredeydiler!” dalaverasına yer açtı.) CHP genel başkanının da bir ara otobüsten dışarı selam gönderircesine yaptığı kurt işaretinin sahiplerinin “AKP karşıtı” cephede yerlerini almaları bekleniyordu. Hattâ “gericiliğe” karşı bu millî koalisyonun nihayet gerçekleştiği ilan ediliyor olmalıydı.

Zaten Gezi İsyanı ertesinde sık sık, MHP’nin “ihanet”inden sözedilişine tanık olduk. MHP “demokrasi cephesi”nde yerini almalıydı. Bahçeli’ye bir nevi “davadan dönen” rolü münasip görülmekte, ona bu yüzden kızılmaktaydı. MHP’yi AKP ile işbirliği yüzünden suçlamak ve bugünkü konumunun ona yakışmadığını ileri sürmek, bu partiyi neredeyse “sitem” -mâlûm, eşe dosta, konu komşuya yapılır- denebilecek üslûplarla eleştirmek, muhalif saflarda bugün hâlâ rastlanabilen bir tavır: “V” işareti yapan ne halt ederse etsin, ama kurt işareti yapan gelsin!

Tam da Maraş Katliamı’nın (1978) başladığı günün yıldönümünde, bazı tanıdık muhalif simâların “yitirdiğimiz canlar” motiflerini bolca kullanarak yüzlerine sürdükleri boyalar midemi kaldırdı. Herhalde yalnız benim midem değildir sözkonusu riyakârlıktan mustarip olan. Bu nasıl yüzsüzlüktür? Nasıl bir hiledir? Ne utanmazlıktır! MHP, Maraş Katliamı’nın sahadaki örgütçüsü ve yürütücüsüdür.

Aynı şekilde, gerek Maraş’ın gerekse cezaevlerindeki katliamın (hatırlandıkça zulüm katlansın diye “Hayata Dönüş” adı konmuş operasyon) sorumluları yalnız birkaç politikacıymış gibi davranılması!.. Asker, polis, MİT, sivil bürokratlar, devlet… hiçbiri yok bu işlerin içinde!? Meğer, “gericiler” ayaklanmış, Alevileri katletmiş, Ecevit’le Hikmet Sami Türk de cezaevindeki insanları yakmış! Peki resmîsi, gayriresmîsi, kontrgerillası, paramiliteri faşistler ne yapmış? Gezi’ye saldırmamış da gelip katılıp kurt işareti mi yapmış! Aaa! Ne sevimli! Ethem’in vuruluşuna da çok üzülmüş olmalılar. Yazık. Bahçeli de artık ihaneti bırakıp demokrasi cephesine geri dönsün o halde… Tabiî haliyle Bolu belediye başkanı düşüveriyor insanın aklına. O da demokrasi cephesinden ya.

Şunu kabul etmek zorunda kalıyor insan, yaş aldıkça: Che Guevaranın çantasında Nutuk gezdirdiğine inanmak isteyeni “o hayattan kurtarmaya” en Komiser Cemil haliyle Cüneyt Arkın’ın bile gücü yetmez.