Soçi: “Gerçeğe Dönüş” operasyonu

“Teröristle masaya oturma” kaçınılmaz, lâkin buna Ankara’yı mahçup etmeyecek bir şekil bulunacak. Şimdilik bunu anlayabiliyoruz

ÜMİT KIVANÇ

23.11.2017

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Rusya’nın Soçi şehrinde biraraya geldiler ve viraja girdiler. Soçi Zirvesi, içsavaşı bitirmenin gereklerinden savaş ertesinde Suriye’yi yeniden kurmaya geçiş için dönülmesi gereken viraj. Zirveden çıkan ortak bildirinin ifadesiyle, “… şiddetin azaltılması, insani mağduriyetlerin giderilmesi, mülteci akımının engellenmesi ve mülteciler ile yerlerinden edilmiş kişilerin güvenli şekilde geri dönüşleri için koşulların hazırlanmasına yönelik çalışmaların başlatılması” aşaması. Hepimiz biliyoruz ki, bütün bu insanî meseleler pek de insanî olmayan siyasî işlere bağlı. Savaşla kilitlenen siyasetin kilidinin henüz kurcalandığı aşamadayız. Viraj dönülebilirse yavaşça dönülecek.

Bu viraj geçilip yola çıkılabilirdi de. Çıkılamadığı anlaşılıyor. Sonuç bildirisinde yeralan, sıradan görünen, ama herkesin can alıcı bir meseleye işaret ettiğini bildiği cümle bu mânâya geliyor: “İran, Rusya ve Türkiye, Kongre’nin katılımcılarını aralarında istişare ederek kararlaştıracak.” Anadolu Ajansı’nın haberi NTV’nin sitesinde aktarılırken metnin düzenlenişinde değişiklik yapılmadıysa, bu cümle sonuç bildirisinde tek başına bir paragraf. Kastedilen, daha sonra düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi.

Mânâsını biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Zirve çıkışında üzerinde en çok durduğu husus; PYD = PKK: “Suriye'nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğüyle, ülkemizin milli güvenliğine kasteden terörist unsurların süreçten dışlanması, Türkiye olarak önceliklerimiz arasında yeralmaya devam edecektir. Milli güvenliğimize kasteden bir terör örgütüyle aynı çatı altında olmamızı, aynı platformda yeralmamızı bizden kimse beklememelidir. Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve siyasi birliğine bağlılığımızı ifade ediyorsak, bu ülkeyi bölmeye çalışan eli kanlı bir çeteyi meşru bir aktör olarak göremeyiz.”
 
Hassasiyet
 
Rusya ile İran arasında yola çıkmayı geciktirecek, kervanı yolundan saptıracak bir anlaşmazlık yok, görüldüğü kadarıyla. Beşar Esad’ın, Rusya ile, İran ile karşılıklı oturulduğunda nasıl davrandığını, Moskova’nın çizdiği yola, İran’ın Suriye topraklarındaki tasarruflarına itirazları varsa bunları nasıl dile getirdiğini gerçi bilmiyoruz. Ancak Şam’dan kaynaklanan bariz bir pürüzün varlığına dair işaret yok. Yola çıkılamayışı, o halde, esas olarak Türkiye’nin “hassasiyeti” sebebiyle. Erdoğan şöyle dedi: “Bu süreçte ayrıca üç garantör ülkenin bugüne kadar ortaya koydukları karşılıklı hassasiyetlere saygı ve uzlaşı anlayışını sürdürmeleri kritik [rol] oynayacaktır.”

Erdoğan ayrıca, “İdlib sorununun çözülmesi” ile “Afrin’deki olumsuzlukların giderilmesi”nin “Suriye sürecindeki bu olumlu gelişmelerin önemli atlama taşları” olacağını söyledi. Hatırlatmalıyım ki, biz hâlâ, Ankara’nın “İdlib sorununun çözülmesi” derken ne kastettiğini bilmiyoruz. Efrin’i kuşatmaya yönelik kontrol noktalarını anladık. Ancak El-Kaide karışımlı Heyet Tahrir el-Şam ile irtibat halinde yürütülen bir operasyon kapsamında İdlib “emirliği”ne hükmeden on binlerce cihatçı savaşçının nasıl yola getirileceğini, Soçi’de öngörülen ulusal diyalog süreçlerine nasıl sokulacağını tahayyül edebilen kimse yok. Şimdi bunun üzerinde durmayalım, geçelim. “Afrin’deki olumsuzlukların giderilmesi”nden kastın ne olduğunu da maalesef şu an için anlayamayacağız. Zira PYD’nin “Kuzey Suriye Federasyonu”nun parçası saydığı bu bölgede, Türkiye saldırmasın diye tedbir almış Rus birlikleri bulunuyor. Bunu da geçeyim şimdi.
 
“Terörist” – Kime göre?
 
“Terör örgütüyle aynı platformda yeralmayız” bahsini doğrudan ilgilendiren bir pasaj var, Soçi Ortak Bildirisi’nde. Bildiriye göre üç devlet başkanı, “Suriye'de BM Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanmış terörist gruplarla mücadelede (…) ateşkes rejiminin tesis edildiği 29 Aralık 2016 tarihinden bu yana geçen 11 aylık sürede DAEŞ, Nusra Cephesi ve BM Güvenlik Konseyi tarafından tanımlanan diğer tüm terör örgütlerinin ortadan kaldırılması hedefine yaklaşılmasında önemli ilerleme sağlandığını ve İran, Türkiye ve Rusya’nın bu örgütlerin tam anlamıyla yenilgiye uğratılmasına yönelik işbirliğini sürdüreceklerini not etti” (vurgular benim -ük).

Bu noktada, geçen yılın 20 Aralık’ında Ankara’da vurularak öldürülen Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov’un cinayetten bir yılı azıcık aşkın zaman önce söylediği sözü hatırlamakta yarar var. El-Kaide’ci olduğu söylenen ama olay yerinde öldürüldüğü için ne olduğunu öğrenemediğimiz Çevik Kuvvet polisi Mevlüt Mert Altıntaş tarafından herkesin gözü önünde vurulan Karlov, 2015 Ekim’inde TC Dışişleri Bakanlığı’na çağrılması hakkında Ria Novosti News’a bilgi verirken, “Türk Dışişleri’ndeki meslektaşım, bizim PYD ile ilişkilerimiz konusunda endişelerini dile getirdi,” demişti. “Türkiye’nin uluslararası terörizm sorunları ile ilgili endişelerini anlıyoruz. Fakat PKK ve PYD ne Rusya ne de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak tanınıyor” (vurgu benim -ük).

İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin zirveden çıkıştaki “terör” vurgusu da Ankara’nın tercih ettiği yönde değildi. Ruhani, “Terör,” dedi, “bütün ülkeler için tehlike yaratıyor. DAEŞ konusunda bunu gördük. DAEŞ’e yardım eden bütün ülkeler de bunu gördü. DAEŞ onların hepsi için tehlike oluşturdu.”

Zirveden çıkışta Putin de konuştu, ortak bildirinin işlevini tanımlamaya, üç devlet başkanının girişimlerine sınır çizmeye özen gösterdi. Sözkonusu metinle,” dedi Putin, “üç garantör ülke arasında Suriye’de atılacak adımlar belirleniyor. Suriyeliler kaderlerine kendileri karar vermeli.”

Böyle bir bakış açısıyla, hâlihazırda ülkenin önemli bir bölümünü denetimi altında bulunduran Kürt silahlı-siyasî kuvvetini “Suriyeliler kendileri” tarifinden -Ankara’nın arzusuna uygun olarak- “dışlamak” muhtemel ve mümkün görünmüyor.

Yani: “teröristle masaya oturma” kaçınılmaz, lâkin buna Ankara’yı mahçup etmeyecek bir şekil bulunacak. Şimdilik bunu anlayabiliyoruz.
 
Esad ne olacak?
 
Azıcık yer değiştirip Soçi ortak bildirisine başka yönden de bakalım.

Şu ana kadar konu ettiklerimiz, yani aslında Erdoğan’ın TC adına Soçi’de ve çıkışta konu ettikleri, hep özel olarak YPG (PYD) ile, genel olarak Suriye Kürtleri ile ilgili gündem maddeleri. Esas olarak Ankara’nın gündem maddeleri.

Bunlar arasında “eli kanlı Esed” muhabbeti veya Beşar Esad’ın geleceğine dair bir talep var mı? Yok. Halep’te Şam’da zafer namazı kılmaktan, “düşürdük icabında yine düşürürüz”den çoktan yüz geri edildi ve bunları tekrar konu etmeye gerek yok. Peki Ankara, bütün olarak Suriye’nin ve mevcut rejiminin geleceğine dair ortaya herhangi bir talep veya öneri koyuyor mu? Anlayabildiğimiz kadarıyla, koymuyor.

Küçük ama ziyadesiyle önemli bir izahatı araya sıkıştırmak zorundayım: Yarın cumhurbaşkanı muhtarlar, valiler veya metal yorgunu partililerini toplayıp bugüne kadar türlü pompayla şişirilmiş iktidar kamuoyunun hırslarını okşayacak, iktidarın Rusya ve İran karşısında geri adım atmadığını imâ edecek şeyler söyleyebilir. Belirtmeliyim ki, hamaset yüklü muhtemel söylevleri değil, Soçi’de, Zirve’den hemen çıkışta söylediklerini esas alacağız. Siz muhterem okurlarıma da bunu tavsiye ederim.

Türkiye’yi yönetenlerin Esad’a karşı hissettiklerine dönersek: Erdoğan dün, bugünkü ortak açıklamamız” olarak adlandırdığı Soçi ortak bildirisini “işbirliğimizin esaslarını yansıtan ilk adım” diye niteledi ve, “Ancak,” dedi, “bu çabanın başarısı, başta rejim ve muhalefet olmak üzere tarafların tutumuna bağlıdır.” Burada değişecek, değiştirilecek olan bir rejimden bahsedilmediği ortada.

Tersine, ortak bildiride mevcut rejimden, çözüm sürecinin aslî unsuru olarak bahsediliyor. Moskova, Tahran ve Ankara, “ülkelerinin birliğini yeniden tesis etmeleri” için Suriyelilere yardım etmeyi ve bu sürecin “Suriye halkının desteğini alacak bir anayasayla sonuçlanma[sını] amaçladıklarını ilan ediyorlar. Varolan “ihtilafa siyasi çözüm” bulabilmeleri için, “Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde yürütülecek kapsayıcı, özgür, adil ve şeffaf bir süreç ve katılmaya ehil tüm Suriyelilerin (…) oy kullanacağı serbest ve adil seçimler”in -BM gözetimi altında- yapılması öngörülüyor. “Öncülük” yapacak “Suriyeliler” kimler, bunun belirlenmesi, yukarıda değindiğim tek cümlelik paragraf ile, sonraya bırakılıyor.
 
“Yapıcı katılım”
 
Ancak bunları izleyen ifadeler, mevcut Şam rejiminin müstakbel rolüne ışık tutuyor: Soçi Zirvesi’nde “Suriye Arap Cumhuriyeti'nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini teyit etmiş” bulunan üç devlet başkanı, ortak bildiriye göre, “…gerginliği azaltma bölgelerinin tesis edilmesinin ve Suriye ihtilafının çözümüne yönelik hiçbir siyasi girişimin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne hiçbir suretle halel getiremeyeceğini vurguladı”lar (siyahla vurgu benim -ük).

Üçlü zirvedeki -Erdoğan’ın deyişiyle- “işbirliğinin esasları” arasında, görüldüğü gibi, Şam rejiminin sonraki adımlara “yapıcı şekilde katılımı” var. Putin, Ruhani ve Erdoğan, “Suriye Arap Cumhuriyeti hükümeti temsilcilerini ve Suriye'nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine, toprak bütünlüğüne ve parçalanamaz karakterine bağlı olan muhalefeti yakın gelecekte Soçi’de düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne yapıcı şekilde katılım sağlamaya” çağırdılar.

Türkiye’nin güncel “Suriye politikası” hakkında Soçi’den anladığımız şu: Ankara’nın Şam’la derdi yok, Suriye Kürtleriyle var. Mağrip ve Maşrık’ın hükümdarı, Ortadoğu’nun sahibi -ve yersen “hizmetkârı”-, Orta Asya’nın ağabeyi, Afrika’nın babası vesaire olunamıyor. “O uçağı düşürmeyecektin” sendromunun tesirleri tedaviye yavaş cevap veriyor. Mecburen dönülmüş gerçekçilik, “gücümüz Kürtlere yeter” seviyesinde bir idrak kapasitesinden ötesine aslında gücün yetmediğini veri alıyor.