Sonuç sekize yedi ama AYM kendi sonunu hazırlıyor

Mehmet Altan ve Ahmet Altan başvurularını aynı gün bizzat AYM’ye teslim etmiş bir avukat olarak…

ORHAN KEMAL CENGİZ

29.12.2020

1990’ların sonunda bir  duruşmanın ardından AİHM’in bir yargıcı ile sohbet ediyordum.

Hiç unutamayacağım bir laf etti bu yargıç: “Türkiye’de muazzam bir tecrübe edindik, şimdi artık bu tecrübelerimizi Rusya davalarında uygulayacağız.”

Aslında şunları söylüyordu…

Türkiye bir taraftan korkunç insan hakları ihlalleri gerçekleştiriyor, diğer taraftan da kamu görevlilerinin yaptığı bu pis işler devlet tüzel kişiliği tarafından külliyen inkâr ediliyordu. Bu inkâr öyle boyutlardaydı ki AİHM (o zaman “Komisyon”) Türkiye’ye bizzat yargıçlarını gönderip, kendisi birinci elden delil topluyor ve tanıkları sorgulama işlemini kendisi yapıyordu.

Bu duruşmalara, olgu bulgulama (fact finding hearing) adını veriyorlardı.

İşte bizim sohbette, çok yoğun geçen böyle bir duruşmanın ardından gelmişti.

İşkence, yargısız infaz gibi konularda delilleri değerlendirme, tanıkları sorgulama konularında AİHM Türkiye sayesinde uzmanlaşmıştı.

Bu uzmanlığı o günden sonra Rusya ve eski Sovyet ülkelerinde uygulayacaklardı.

Gerçekten de her şey o yargıcın dediği gibi oldu. 

AİHM bir zamanlar Türkiye’ye yolladığı heyetlerini Rusya’ya yollamaya, ağır hak ihlallerini inkâr eden Rus yetkilileri terletmeye başladı.

Türkiye bir yere, bir çizgiye varmıştı. Artık Türkiye’ye ilişkin birinci elden delil toplamaya falan gerek yoktu.

Sonra biliyorsunuz 2010 yılında Anayasa Mahkemesi girdi devreye. 

Artık bireysel başvurularda ilk adres AYM olacaktı.

AİHM, Anayasa Mahkemesini “etkili bir başvuru yolu” olarak kabul ettiği için, bu mahkemeden bir sonuç elde etmeden AİHM’ye gitme yolu kapandı. 

Büyük resme baktığınızda, Can Dündar kararına kadar AYM’nin iyi ya da kötü, işleyen bir hukuk mekanizması olduğunu görürsünüz.

AYM’nin Can Dündar için verdiği hak ihlali kararı ise bir dönüm noktası oldu.

Bu karardan sonra Mahkeme başkanı Zühtü Arslan yandaş medya tarafından “FETÖCÜ” olmakla itham edildi.

Yandaş medyanın bu tür ithamlarından mahkeme üyelerinin etkilenmeyeceğini düşünmek saflık olur.

İki üyesi bu ithamla derdest edilip tutuklanmıştı zaten.

Sonrasında neler yaşandığını hepimiz biliyoruz.

AYM kendince “hassas dengeleri” gözeterek hareket etmeye başladı.

İktidarın radarı içine giren davalarda, asla vermemesi gereken kararlar verdi.

Mehmet Altan ve Ahmet Altan başvurularını aynı gün bizzat AYM’ye teslim etmiş bir avukat olarak, Mahkemenin nasıl olup da Mehmet Altan için ihlal kararı verirken, Ahmet Altan’ın dosyasını taça attığını hiçbir zaman anlayamadım.

İşin ilginç yanı, Altan kardeşler için ilk önce tek bir başvuru hazırlamış ama sonra Mahkemenin usulî nedenlerle bunları ayırabileceğini düşünüp iki ayrı başvuruya dönüştürmüştüm. 

Bana göre, yaptığımız bireysel başvurular oldukça sağlamdı, AYM ya ikisini de kabul edecek veya reddedecekti. Yani, davayı ya AYM ya da AİHM önünde kazanacaktık. 

Ama öyle olmadı. 

Birinde ihlal buldu, diğerini uzun süre beklettikten sonra “ihlal yok” dedi. 

Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş başvurularında ne olduğunu da herkes biliyor.

AYM bu başvurularda hak ihlali göremezken, AİHM, Sözleşmenin 18. Maddesini de işin içine katarak, son derece ağır mahkumiyet kararları verdi.

Bu kararlara göre, Türkiye, siyasetçileri, sivil toplumcuları, siyasi iktidarın tepesinden hedef alınmalarının ardından, hukuk dışı gerekçelerle içeri tıkıyordu.

Anayasa Mahkemesi, bu hukuk dışı bir şekilde insanların ceza evlerine gönderilmesi noktasında bir sorun görmüyorsa, onun artık ne kadar işlevsel bir başvuru yolu olduğunu sorgulama zamanı gelmemiş miydi?

Açıkçası, Türkiye’de filtre görevi icra eden bir mahkemenin varlığı AİHM’nin işine geliyor. Bu filtre ortadan kalktıktan sonra önlerine yığılacak on binlerce davanın gözlerini korkutması da anlaşılabilir bir şey.

Ama AYM’nin durumu öyle bir hal alıyor ki, bu gidiş, istemeye istemeye de olsa AİHM’ye bir süre sonra (hiç olmazsa belli davalarda ) artık bu mahkemenin etkili bir başvuru yolu olmadığını söyletecektir. 

En son 8’e 7 reddedilen Kavala başvurusuna bakın.

AİHM’nin açıkça ihlal kararı vermesinin ardından AYM davayı reddetti.

Bu sonucun hukuki bir açıklaması var mı?

Kesinlikle yok.

Peki karar nasıl anlaşılacak?

Bunun cevabı AYM’ye son üye atamasının nasıl yapıldığında saklı.

Son üye, süper hızlı bir şekilde Yargıtay’a atanmasının ardından, orada en yüksek oyu alarak AYM’ye geldi.

Bu denge Cumhurbaşkanı tarafından yapılan her atamayla birlikte biraz daha özgürlükler aleyhine değişecektir.

Bir süre sonra iktidarın radarına giren tüm meselelerde otomatik ve tereddütsüz red kararları göreceğiz. 

Ama işte bu gidiş de, bir süre sonra, kaçınılmaz olarak AYM’yi devre dışı bırakacaktır.

AYM’ye yandaş yargıçları atayarak frene biraz daha bastığını zannedenler bir süre sonra o frenlerin tümden patladığına tanık olacaklar.

O AİHM yargıcını görürsem sormayı düşünüyorum:

Rusya’dan edindiğiniz tecrübeyi Türkiye’ye uygulama zamanı gelmedi mi?