Stockholm’e Dönüş

P24’e yazdığım yazılara uzun süredir çeşitli nedenlerle ara vermiştim. Ne var ki, son yazıdan bu yana bu sessizliği bozmam için birçok neden yaşandı.

ŞAHİN ALPAY

02.01.2023

27 Temmuz 2016’da tutuklanmamla birlikte pasaportum geçerliğini yitirmişti. 17 Mart 2018’de Silivri’den tahliye olmamdan sonra da, doğrusu, yargılanma süreci bitmeden hakkımdaki yurtdışı seyahat yasağının kalkabileceği ve pasaportumu geri alabileceğim aklımın ucuna dahi gelmemişti. Ama bir sürpriz oldu ve 28 Haziran 2022 tarihindeki duruşmada İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, bu davada yargılanan benim yanısıra Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan ve Mümtazer Türköne için yurtdışı seyahat yasağını kaldırdı. Bu karar, bende yurtdışına seyahat özgürlüğünü geri kazanıyor olabileceğim umudunu uyandırdığı gibi, belki de sonuçta ağır bir ceza almayabileceğime dair bir işaret olması bakımından da sevindiriciydi.
 
Öncesinde yurtdışına sık seyahat eden biri olarak, 2015'ten beri 7 yıldır yurtdışına çıkamamış olmak bende tutsaklığın başka bir boyutta devam ettiği duygusunu uyandırıyordu. Bir an önce pasaport alıp yurtdışına çıkabilmeli, öncelikle de 9 yıldır gidemediğim, hayatımın 9 yılını geçirdiğim kente, Stockholm'e gitmeli; 94 yaşına gelmiş olan, 1970'lerde Stockholm Üniversitesi'ndeki doktora tez hocam, birçok desteğini gördüğüm profesör Tomas Hammar'ı ziyaret etmeliydim. Hemen pasaportumu geri almaya giriştim. Pasaport başvurularının artık, eskiden olduğu gibi polise değil, nüfus müdürlüğüne yapılacağını öğrenmek (son yılların ender olumlu gelişmelerinden biri olarak) şaşırtıcı oldu. 5 Temmuz'da ikamet ettiğim İstanbul'un Şişli İlçesi Nüfus Müdürlüğü'ne pasaport başvurusu için gerekli bütün belgeleri hazır ederek gittim. Nüfus memuru, hakkımdaki kayıtlarda yurtdışı seyahat yasağının devam ettiğini, “tahdit” kalkana kadar pasaport başvurumu kabul edemeyeceklerini söyledi.
 
Yurtdışı seyahat yasağı mahkemece kaldırıldığına göre bu hususun fazla gecikmeden nüfus kayıtlarına intikal edeceği beklentisiyle 19 Temmuz'da yeniden başvurdum. Bu defa Fatih'teki İl Nüfus Müdürlüğü'ne başvurmam gerektiği söylendi. 21 Temmuz günü Ali Bulaç'la birlikte oraya gittiğimizde üzerinde “Tahditler” yazan bir kapıya yönlendirildik. O bölümdeki memur, pasaport alabilmemiz için hakkımızdaki yurtdışı seyahat yasağının kaldırıldığına dair mahkeme kararının bir kopyasıyla birlikte İçişleri Bakanlığı'na bir dilekçe vermemiz gerektiğini bildirdi. Öyle yaptık.
 
Bir ay sonra, 22 Ağustos'ta ev adresime İstanbul Valiliği İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü'nden “idari kararınızın kaldırıldığı anlaşılmıştır” denilen bir yazı gelince hemen ertesi gün tekrar Şişli Nüfus Müdürlüğü'nün yolunu tuttum. Oradaki memur hazır ettiğim başvuru belgelerini ve parmak izlerimi aldıktan sonra, pasaportumun “elektronik çip sıkıntısı” (?) yaşandığından, ancak 4 ila 6 hafta sonra hazır olacağını; hazır olunca doğrudan ev adresime postalanacağını söyledi. Bu da benim için şaşırtıcı ve hoş bir yenilikti. Nitekim pasaportum 4 hafta sonra, 21 Eylül günü postayla elime ulaştı. Özgürlüğümün bir parçasını daha geri aldığım duygusuna gark oldum…
 
Gerekli belgeleri hazırladıktan sonra 6 Ekim günü İsveç'in İstanbul Başkonsolosluğu'na vize için başvurdum. Ziyaret ettiğim Başkonsolos Peter Ericson'un bir önceki görevi İsveç'in Moskova büyükelçiliğiydi. Kendisiyle dünya, İsveç ve Türkiye meseleleri üzerine güzel bir sohbetimiz oldu. Ericson vizemin birkaç güne kadar hazır olacağını söyledi. Nitekim 16 Ekim'de vizeyi de aldım. Bunun üzerine 8 – 14 Ekim 2022 tarihleri arasında Stockholm'e gitmek üzere uçak bileti satın aldım. Türkiye'de mahkemelerin yurtdışı yasağını kaldırmasının ve pasaport verilmesinin yurtdışına çıkabileceğiniz anlamına gelmediğini 1970'lerdeki zengin deneyimlerim nedeniyle iyi biliyordum. Bu nedenle havaalanında “tahdit var” denilip, uçağa bindirilmeyebileceğimi bir ihtimal olarak göze aldım; tahdidin kalktığını belirten mahkeme kararını göstererek yola devam edebilirim diye düşündüm.
 
Ne var ki, bu konularda deneyimli bir arkadaşım 6 Ekim günü beni telefonla arayıp, tahdidin kalktığından emin olmadıkça havaalanına gitmememi, aksi takdirde uçak biletimin yanabileceği konusunda uyardı. Bunun üzerine, cevap alabileceğimden emin olmamakla beraber havaalanı pasaport polisini aramaya karar verdim. İlgili memur önce hakkımda “tahdit” olup olmadığı konusunda bilgi veremeyeceğini söylediyse de ısrarlı ricam üzerine, vatandaşlık numaramı öğrendikten sonra kayıtlara baktı ve “tahdit” olduğunu belirttiği gibi, bunu kaldırmadan yola çıkmamamı tavsiye etti. Yüklü bir ceza ödeyerek uçak biletini açığa aldırmak zorunda kaldım.
 
Sıra tahdidin kaldırılması işine gelmişti. Sağolsun avukatlarım bunun için bir süre uğraştıktan sonra, 17 Kasım günü tahdidin bütün sınır kapılarından kaldırılmış olduğunu teyit ettiler. Ne var ki, 2016 yılından beri yargılanmakta olduğum davanın 28 Kasım'daki son duruşmasına pek az bir zaman kaldığından seyahati sonrasına ertelemenin doğru olacağına karar verdim. Bu arada, İsveç'teki dostlarımdan biri olan, İsveç'in en tanınmış siyaset bilimci ve anayasa hukukçularından Profesör Olof Petersson, sağolsun, “Madem sen gelemiyorsun, ben geleceğim” diyerek 12-14 Kasım tarihleri arasında İstanbul'a beni ziyarete geldi.
 
28 Kasım'daki duruşma sonunda mahkeme, “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım ettiğim” gerekçesiyle, temyiz yolu saklı olmak koşuluyla 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmama karar verdi. Hakkımda verilen karar “bilerek ve isteyerek yardım”ın yasal koşullarını karşılamadığı çok açık olduğundan Yargıtay’da aklanmayı bekliyorum.
 
Bir öncekinden tam dokuz yıl sonraki Stockholm seyahatim nihayet 5-11 Aralık 2022 tarihleri arasında gerçekleşti. Avukatlarımın bu defa hiçbir engelle karşılaşmayacağıma dair verdikleri güvenceye rağmen, havaalanına giderken yine de içimde bir kuşku yok değildi. Kadın pasaport polisinin uzun uzadıya incelemeden, hatta hafif gülümseyerek pasaportumu damgalayıp iyi yolculuklar dilemesi her ne kadar içimi rahatlattıysa da (tuhaftır) 1970'lerde Stockholm'e hemen her gidişte başıma gelenleri (tahditin kalktığını belgeleyen yazıyı gösterinceye değin, “tahdit var” denerek bazen uçaktan indirilmek de dahil karşılaştığım engelleri) hatırlamadan yapamadım. Doğrusu, uçak kalkana kadar da artık yurtdışına seyahat etmem için bir engel kesinlikle kalmadığına ikna olmadım.
 
Aradan dokuz yıl geçtikten sonra gerçekleşen bu son Stockholm seyahatim, tamı tamına elli yıl önce, 1972 yılında Stockholm'e ilk kez gidişimde olduğu kadar değilse de yine de hayli heyecanlandırdı: İlk kez elli yıl önce gittiğim Stockholm'e, gemiyle geldiğim Malmö'den bindiğim trenle giderken yaşadığım, bir bilinmeze doğru gittiğim duygusunu anımsamadan edemedim. Bu defa İstanbul'dan Stockholm'e uçakla giderken yine heyecanlıydım, ama daha çok meraktaydım: Çoğu 1970'lerde dokuz yılımı geçirdiğim kent, son gelişimden bu yana acaba ne kadar değişmişti?..
 
Çok, pekçok değişmişti… Uçağım Arlanda havaalanındaki park noktasına ulaşıncaya kadar daha önce hiç görmediğim onlarca binanın önünden geçti. İlk kez 40 yıl önce indiğimde Arlanda havaalanı basit bir binadan ibaretti. Elli yıl önce İsveç'e ilk ayak bastığımda, vize zorunluluğu bilinmiyordu; Malmö limanındaki pasaport polisi selis İngilizcemden etkilenince, fazla sorgu sual etmeden pasaportuma damgayı vurmuştu. Elli yıl sonra geldiğim Arlanda'daki pasaport polisini, bu kez selis İsveççemle etkileyince, o da kaç gün kalacağımı dahi sormak ihtiyacını duymadan damgayı bastı.
 
Arlanda havaalanı aklımda kalana hiç benzemiyordu. Salon üzerine salonları aştıktan sonra ancak İsveç kronu satın alabileceğim döviz bürosuna ulaşabildim. Stockholm'de yaşadığım yıllarda Arlanda'dan kent merkezine taksi dışında ancak otobüsle ulaşılabiliyordu. Son gelişimde yerel tren hattıyla (SL) ulaşmanın da mümkün olduğunu öğrenmiştim. Gerekli tren biletini almaya gittiğimde çok şaşırtan gerçekle yüzyüze geldim: Nakit para artık (pek az istisnasıyla) hemen hiçbir yerde geçmiyordu; paranın yerini kredi kartı (ve yabancısı olduğum diğer elektronik ödeme araçları) almıştı.
 
İstanbul'daki son günümde banka kredi kartımı uluslararası ödemelere açtırmayı akıl edebildiğim için kendimle iftihar ettim. Beni kent merkezine götürecek tren biletini aldım ve cahillik bu ya yerin bir kat altındaki yerel tren istasyonu yerine, iki kat altındaki şehirlerarası tren istasyonuna gidince, sadece yarım saat kadar tren beklemekle kalmadım. Kondüktör bindiğim trenin devlet demiryollarına (SJ) ait olduğunu, elimdeki biletin ise ancak şehir hattında geçerli olduğunu, ama bu defalık beni affedeceğini ve biletsiz seyahat etmeme izin vereceğini söylediğinde ancak yanlış trene bildiğimi dank ettim. Beni kalacağım otele götüren taksinin (lehçesinden hangi milletten olduğunu çözemediğim, fakat İstanbul'u çok sevdiğini söyleyen) şoförünü nakit ödeme yapmam konusunda ikna etmem kolay değilse de mümkün olabildi.
 
Stockholm Üniversitesi yıllarından bir dostumun yer ayırtmakla kalmayıp, (“özgürlük hediyesi” solarak) parasını da ödediği kent merkezindeki otele yerleşir yerleşmez kendimi sokaklara attım. Stockholm elli yıl önce ilk kez geldiğim kente hiç benzemediği gibi, dokuz yıl öncesine de pek benzemiyordu. Aralık ayı karanlığının bastırmış olması nedeniyle öğleden sonranın ilk saatlerinden itibaren yanan ışıklarıyla pırıl pırıl bir Stockholm ile karşı karşıyaydım. Kent merkezi yeni binalar ve dükkanlarla o denli değişmişti ki, benim için neredeyse tanınmaz hale gelmişti. Keşfedeceğim üzere, birçok yeni metro hattı açılmış, metro trenleri tamamıyla yenilenmişti.
 
Stockholm'de geçirdiğim 6 güne doktora tez hocam Prof. Tomas Hammar başta olmak üzere, tutukluluğum ve yargılanmam süresince destek ve dayanışmalarını esirgemeyen kıdemli dostlarımla buluşmayı sığdırdım. Stockholm Üniversitesi'nden yakın arkadaşlarım (her biri kendi alanlarında tanınmış siyaset bilimciler olan) Ko-Chih Tung, (benim gibi siyaset bilimciliğiyle gazeteciliği birleştiren, Dagens Nyheter'in eski dış politika editörü) Anders Mellbourn, (Ortadoğu sorunları üzerine çalışmalarıyla tanınan) Omar Sheikmous, (Pakistan üzerine kitaplarıyla tanınan) Ishtiaq Ahmed ve (Türkiye üzerine kitaplarıyla tanınan) Jenny White yanı sıra İsveç'in önde gelen siyaset bilimcisi ve anayasa hukukçusu Olof Petterson, Ortadoğu ve Türkiye konularında uzman gazeteci Bitte Hammargren; İsveç'in Ankara eski Büyükelçisi Lars Wahlund, İstanbul eski başkonsolosları Büyükelçiler Sture Theolin ve Jens Odlander ile farklı vesilelerle bir araya geldim.
 
Ishtiaq Ahmed ve Ayvalıklı Türk eşi Meliha'yı evlerinde ziyaret için gittiğim Solna semti bambaşka bir kimlik kazanmıştı. İskandinavya'nın en büyük alışveriş merkezi Mall of Scandinavia'da sürprizler beni bekliyordu: Akşam yemeğini yediğimiz Japon restoranında tek başına oturan bir kadın Türkçe avaz avaz konuşarak telefonun öteki ucundaki şahısla tartışıyordu… Yemek sonrası dondurma yemeğe gittiğimiz yerde tezgahtar olan genç kız, daha çok bir Eskimo’yu andırıyordu ama aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyunca, Türk olduğunu açıkladı… Alışveriş için girdiğimiz dükkanlardan birinde, bembeyaz teni, alımlı makyajı ile göz kamaştırıcı güzellikteki kasiyer genç kızın, sorum üzerine. Konya'nın Kulu ilçesi kökenli bir aileye mensup olduğunu açıklaması hayli şaşırttı. Stockholm Üniversitesi'nde kırk yıl önce tamamladığım Stockholm'deki Türklerin siyasal tutum ve davranışları üzerine doktora tezimin büyük ölçüde Kulu kökenli Türkleri konu aldığını anımsatırsam, bu (pek tesadüf olmayan) tesadüfün benim için anlamı daha iyi anlaşılabilir.
 
Stockholm'e bu gidişimde hayli şaşırtıcı tecrübelerim de oldu. Bunlardan en çok zikretmeye değer olanı emekli Büyükelçi Sture Theolin'in öğle yemeği davetiyle gittiğim, 1800'lerin başında kurulmuş olan, seçkin mesleklerden erkekler kulübüydü. Buraya kadın üye kabul edilmediği gibi, kadın misafir dahi kabul edilmiyordu; yalnızca restoranda servis yapanlar kadınlardan ibaretti. Binaya kravatsız girilemediği için Theolin'in getirdiği, bir anı olarak sakladığım kravatı takmak icabetti. Hemen yanımızdaki masada Büyükelçi Wahlund'un oturduğunu gördüğümde, sanırım esas şaşıran (beni orada görmeyi hiç beklemediği için) o oldu.
 
Stockholm'de karşılaştığım esas büyük değişiklik, kentin olağanüstü kozmopolit bir hal almış olmasıydı. Stockholm Üniversitesi'nde göç araştırmacısı olarak çalıştığım 1970'lerde İsveç'in yaklaşık 8 milyonluk toplam nüfusunun ancak yüzde 9'u göçmenlerden oluşuyordu. Bugün (pek çoğu İsveç vatandaşı olan) göçmen kökenliler İsveç'in 10 milyonu aşan toplam nüfusunun yüzde 25'ine varmış durumda. İsveç dünyanın başta gelen göç ülkelerinden biri. Tabii ki bir göç ülkesi olarak Türkiye ile mukayese edilecek konumda değilse de bu açıdan Almanya'yı geride bırakmış durumda. 1970'lerde benim yaşadığım İsveç'teki en büyük göçmen gruplarının başında Finliler ve Yugoslavlar geliyordu; bugün ise Suriyeli ve Iraklılar var. Stockholm sokaklarında, işyerlerinde, çeşitli mekanlarda karşılaştığım insanların neredeyse yarısı ne sarı saçlıydı, ne de mavi gözlü.
 
Bugün İsveç'te siyaseti en derinden etkileyen faktör de son on yılda, özellikle  Ortadoğu'da yaşanan siyasi krizlerden kaynaklanan yüksek göçmen oranı. Bunun doğrudan bir sonucu, 1988'de Nazi yanlısı köklere dayalı olarak kurulan ve ilk kez 2010 yılında yüzde 4'lük barajı aşarak parlamentoya giren sağcı popülist parti İsveç Demokratları'nın Eylül 2022'de yapılan son seçimde oyların yüzde 20,5'ini alarak ülkenin ikinci büyük partisi haline gelmesi. Aşırı sağ köklerini ve nitelemesini reddederek kendini milliyetçi muhafazakar olarak tanımlayan parti, 2005'ten bu yana giderek daha ılımlı bir platform benimsemekte. Yürürlükteki göçmen ve entegrasyon politikalarına karşı çıkarak, İsveç'e göçün radikal bir şekilde sınırlandırılmasını savunuyor; çokkültürcülük politikalarını reddederek ortak bir ulusal kimlik politikası izlenmesini istiyor. 2019'a kadar bütün partiler İsveç Demokratları ile işbirliği yapmayı reddetmekteydi. Son seçimde Muhafazakar ve Hıristiyan Demokrat partiler İsveç Demokratları ile seçim ittifakına girerek, az bir farklı iktidarı Sosyal Demokratların elinden almayı başardılar. İsveç Demokratları bu aşamada koalisyon hükümetine katılmayıp, hükümeti dışarıdan destekleme politikası üzerinde öteki sağ partilerle anlaştı.
 
İsveç Demokratlarının geleceği ne olabilir? Siyaset bilimci arkadaşlarım arasında iki ana görüş var. Bir görüşe göre, İsveç siyasi sistemi bir “çamaşır makinası” işlevi görerek, radikal siyasi akımları giderek sisteme uyumlu hale getirmekte. Bu süreç, giderek normal bir sağ parti olma sürecine giren İsveç Demokratları için de işlemekte. Başka bir görüşe göre, “çamaşır makinası” bu konuda işlemeyebilir, İsveç Demokratları ülke politikalarını iyice sağa çekebilir.
 
Elli yıllık tanığı olduğum İsveç'te Sosyal Demokratlar, 1976 – 82, 1991 – 94, 2006 – 2014 dönemleri dışında, 1930'ların başından 2022'ye gelinceye kadar  iktidarı elinde tuttu. Ne var ki bir yandan ekonomide devlet ağırlıklı politikalardan uzaklaşarak sosyal piyasa ağırlıklı politikalara yöneldiği gibi, dış politikasında da köklü değişikliklere gitti. 1970'lerde benim yaşadığım İsveç'te düşünülemeyecek bir şey 1995'te oldu: İsveç AB'ye girdi. Şimdilerde de önceki yıllarda düşünülemeyecek bir şey olmakta: Geçen yıl İsveç bütün partilerin desteğiyle NATO üyeliği için başvurdu.
 
Burada tabii Türkiye'nin İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliği için ileri sürdüğü şartlara geliyoruz. (Öteki itirazcı Macaristan bu yıl içinde itirazını kaldıracağını açıkladı.) Ankara'nın İsveç'in üyeliğine onay için şart olarak iadesini istediği sığınmacılar konusunda ne denli ısrarcı olabileceği merak ediliyor. İsveç hükümeti şiddete bulaşmış bir sığınmacıyı geçenlerde Türkiye'ye gönderdi. Şiddete bulaşmamış sığınmacıları Türkiye'ye iade etmesi ise mümkün görülmüyor. Bakalım ne olacak.
 
—–
Kapak Görseli: Afishera (Pixabay)