Şu bildik kanlı canlı gölge
Suruç ve Ankara katliamlarında devlet içinden birilerinin parmağı olduğunu gösteren işaretlerin başında bir “tarz” geliyor…
20.04.2016
10 Ekim 2015 Ankara Garı katliamından kalma kanlı resmin üzerine de mâlûm gölge nihayet bütün somutluğuyla düştü. Sesi, kokusu olan, elle tutulur bir gölgedir bu. Yaşlanmaz. Zamana dayanıklıdır. 1909’da Adana’da uzun bir sokak boyunca insan katlede katlede ilerlemiş, 1915’te Muş’ta evleri kundaklamış, Antep’in Bey Mahallesi’nde elkoyduğu konağında tam azıcık dinlecekken Aşkale’de mahkûm başı beklemeye yollanmış, 1938’de mağaraları dumana boğduktan sonra Trakya’ya geçip Yahudi dükkânlarını indirmiş, Eylül’ün altısında tecavüz, yedisinde gaspla meşgul olmuş, bilahare sivil komando kamplarında gençlerin yetiştirilmesinde vazife almış, o şehir senin, bu kasaba benim, parti görünümlü paramiliter teşkilat çalışmasında ter dökmüş, faaliyet sahasında azıcık daha uzmanlaşmaya giderek Alevî katliamları dalında derinleşmiş, kâh Maraş’ta kâh Sivas’ta sanatını icra etmiş, o arada sayısız çocuğu anasız babasız, sayısız anababayı evlatsız, sayısız insanı arkadaşsız bırakmıştır. Kendisiyle “şahsen” tanışılması, Susurluk’taki müessif bir kaza neticesinde biz sıradan insanlara nasip olmuş, büründüğü suratlardan, girdiği bedenlerden bazıları bizzat karşımıza çıkma lütfu göstermişlerdir. Hrant’ın öldürülmesinden sonra ise, aramızda, yüz göz olma denebilecek, sevimsiz bir samimiyet tesis edilmiştir.
Salı günü, yani suikastın ardından artık neredeyse on yıl geçmek üzereyken, başından beri topluca –ve sivil şüphelilerle birlikte— yargılanması gereken devlet görevlileri nihayet mahkeme önüne çıktılar. Cumhurbaşkanının “İdare”ye “kanunu boşverin” (“Mevzuatı kenara koyun”) talimatı verdiği bir dönemde. Asla içi doldurulup da sahici bir kavram konumu edinemeyen “hukuk”un kelime olarak dahi kıymetinin kalmadığı günlerde. Tam da bu güya yargılanacak olanların hizmet ettiği Teşkilatı Mahsusa şebekesinin bir “vazifeliler” zümresi olmaktan çıkıp iktidar ortaklığına terfi ettiği zamanda.
Yüz bininci defa da olsa hatırlatmak zorundayım: Hrant’ın katili, hemen yakalanıverdikten sonra elinde bayrakla, “Vatan toprağı kutsaldır…” posterinin önünde fotoğraf ve videolarının çekilip güya sızdırılması, Teşkilatı Mahsusa’nın o anda nasıl olduysa bir toplu vicdanî tepki gösteren topluma mesajıydı. “Bu bizim işimiz, ona göre!” dediler. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü –şimdi yargılanıyor, ciddî bir şeyle suçlanmıyor— belki hatırlarsınız, ilk günden, “Bu örgüt işi değil,” açıklaması yapmıştı. En bariz mesaj buydu aslında. “Ona göre”!..
Sonrası da buna göre geldi hakikaten. Müfettiş raporları müfettiş raporlarını, polis müdürlerinin soruşturulmasına izin vermeyen polis müdürleri mülkî amirlerin soruşturulmasına izin vermeyen mülkî amirleri, soruşturmayı bir adım ileri götürmek için parmağını oynatmayan savcılar dava bir santim derinleşmesin diye bahane üstüne bahane uyduran yargıçları izledi.
“Devlet işi,” bir kategoridir. Bir rejim felsefesinin anahtar kavramlarındandır. Türkiye’de toplumun da maalesef mecburen doluştuğu, esasında devlete ait geniş bozkırda hayatın kapısı bu anahtarla açılır. Bozkırdan kastımız, özgürce koşabileceğiniz geniş düzlükler değil, beton duvarlarla, dikenli tellerle, hem gökdelenler hem cezaevleriyle, faili meçhul kurbanlarının atıldığı yol kenarı hendekleriyle bölünmüş, o anahtar olmadan şuradan şuraya geçemeyeceğiniz bir labirenttir. Kendine özgü yaşama, ölme, öldürülme, topluca katledilme kuralları vardır. Sırf o anahtarı elinde sıkı sıkı tutarak her dönemin ana muhalefet partisi olunabildiği gibi, anca yıllara yayılmış korkunç bir savaşta işlenebilecek insanlık suçlarının üç-beş güne sığdırılması da mümkündür. Dahası, bütün bunlar böyle değilmiş, olmamış, yokmuş gibi yaşanması da, kezâ, gayet tabiîdir.
Suruç ve Ankara katliamlarında devlet içinden birilerinin parmağı olduğunu gösteren işaretlerin başında –sanırım doğru kavram şu: – bir “tarz” geliyor. Kurbanlara, zamanlamaya, olayın oluş şekline, sonrasında gösterilen donuk, soğuk, mesafeli, giderek düşmanca tutuma, açıklamalardaki boşluklara, karartma, dolandırma ve bulandırma gayretlerine bakıyor ve hükme varıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının “altıncı hissi” diye adlandırabileceğimiz, alçaklar dışında kimsenin varlığını inkâr edemeyeceği bir tür içgüdüsel refleks, çarptığında insanı yere deviren o hacimli cisimli gölgenin kulağımıza fısıldadığı şeyi hemen algılamamızı sağlıyor: “Bu bizim işimiz!”
Burada belki kendimize “vatandaş” payesini layık görmeme itiraz edebilirsiniz. Haklısınız. Ne zaman vatandaş olduk ki?
Kemal Göktaş’ın ayrıntısıyla gözler önüne serdiği olgulara bakılırsa, Ankara katliamı sonrasıyla Hrant Dink suikastı ertesi arasında müthiş benzerlikler var. Nâçizâne tahminim o ki, kısa süre sonra devlet artık herhangi bir soruşturma da yapmayacak şekle bürünmez, hiç değilse kağıt üzerinde ve binalar suretinde adı hukuk olan bir şey hâlâ varmış gibi davranılırsa, bu benzerlikler hızla artacak, iki soruşturma ve yargı süreci aynı tornadan çıkmış hale gelecek.
Hrant’ın öldürülüşüne giden süreçte polisin en azından ihmali var mı diye soruşturma yürüten müfettişlerin hazırladığı raporların çoğu, muhalif gazetecilerin derlediği haberler gibidir. Tahmin edemeyeceğiniz kadar açık ve çarpıcı olgularla, eleştirilerle, ithamlarla doludurlar. Hiçbiri onca yıl boyunca hiçbir sonuç yaratmadı.
Abdullah Gül cumhurbaşkanıyken Devlet Denetleme Kurulu’na hazırlattığı rapor, sadece Hrant’ın öldürülmesi olayındaki kasıt ve ihmallere dair değil, TC devletinin varolan mevzuatıyla kendi görevlilerini asla adilâne yargılamayacağına ilişkin ayrıntılı –yer yer teorik— tahlil ve eleştirilerle doludur.
Çünkü potansiyel suçlu devlet görevlisinin soruşturulabilmesi için, –muhtemelen sözkonusu suça ilişkin de buyruk aldığı— amirinin izni gereklidir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, devletin devlet içinliği, esas olarak ahaliye karşı korunması gerektiği, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kuraldır. Bu amaçla, polis hakkında dava açılabilmesi için çıkılması zorunlu binlerce basamaklık merdivenler inşa edilmiştir.
Ankara katliamında devlet görevlilerinin kusuru var mı, araştırsınlar diye içişleri bakanlığı dört müfettiş görevlendirdi. Bunlar “ön inceleme” denen bir işlem yapacaklardı, yaptılar. Bu ön inceleme neye yarayacaktı? Şuna: Hazırlık soruşturmasını gerektirecek yeterince belirti var mı, bir buna bakılacak, bir de, böyle bir hazırlık soruşturmasında kamu yararı var mı, o saptanacaktı. Ejderhayı yenip kaynar pislik dolu hendeği geçtikten sonra, ön inceleme raporu valinin önüne gidecekti.
Gitti. Müfettişler, Ankara katliamı ile ilgili soruşturma yapılmasını gerektirecek yeterince veri bulunduğuna, soruşturmanın kamu yararına olacağına hükmettiler.
Ankara valisi de soruşturmaya izin vermedi.
Oysa on bin kişinin toplandığı alanda, kalabalık arasında birçok sivil polisin de bulunuyor olması gerekirdi, orada olsalar bazıları en azından yaralanırdı ve koca katliamda tek bir polisin burnunun kanamamış olması dahi başlı başına çok ciddi soruşturma konusu edilecek hadisedir. Üstelik, Terörle Mücadele C Büro Amirliği’nin, eline gelen istihbaratı ilgili birimlere iletmemiş olması gibi, bu konudaki şüpheyi tavanlara çıkaracak bir olgu daha varken! Kemal Göktaş’ın aktardığına göre, “İslâm Devleti” örgütünün ya kalabalık yerde bomba patlatacağı ya da uçak veya gemi kaçıracağına, yani “büyük bir eylem” yapacağına dair istihbarat edinilmiş, fakat bu istihbarat iletilmesi gereken yerlere iletilmemiş, müfettişler, bu işten sorumlu C Büro amiri için “geçerli açıklaması yok” hükmüne varmışlardı.
Yine çok ciddî kurcalanması gereken bir olgu, Ankara Emniyeti’nin karayolundaki kontrol-arama faaliyetine 9 Ekim geceyarısı ara vermiş, sabah 08:30’da intihar bombacısı şehre rahat rahat girdikten sonra 09:00’da yeniden başlamış oluşuydu. Gaziantep’ten Ankara’ya yolculuk eden canlı bombanın, kimliği, eşkali, hakkında bir dolu istihbarat polisin uzun süredir elindeyken!..
Ve doruk: Emniyet, etrafta canlı bomba bulunabileceğine dair kendi elemanlarını uyarmıştı.
Ankara Valisi Mehmet Kılıçlar şimdilik soruşturmanın önünü tıkadı: şüpheleri giderme uğruna meşum gölgenin huzurunu bozmanın âlemi yok.
Zaten bugünlerde işi başından aşkın.
Bu sebeple olsa gerek, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da, valiye itiraz edebilecekken etmedi, bunun yerine, öncesiyle sonrasıyla katliamın derinliklerine inmeye çalışan gazeteciler hakkında soruşturma açtı. Böylece hepimiz bir defa daha idrak ettik ki, gölge Silopi senin Şırnak benim dolaşırken Ankara’dan da geçmiş.
Al Monitor’de Kadri Gürsel, Ankara katliamı hakkında burada kısmen aktardıklarımı da içeren ve bu kanlı tertibi 7 Kasım’a yönelik seçim hesaplarıyla ilişkisi içinde ele alan bir yazı yazdı; orada, bu katliamın pekâlâ, kamuoyunun tehdit-tehlike algısıyla oynama operasyonunun unsuru olarak değerlendirilebileceğini gösteriyor.
Katliamın öncesine dair şimdilik ucu gözüken korkunç gerçekler kadar, katliam sonrasında görece önemli-yetkili resmî şahsiyetlerin pür telaş duvar örmeye başlamaları da pek tipik ve âdettendir. Bunlara bakınca, duvara ancak Türkiye’de yetişenlerin okuyabileceği saklı harflerle yazılmış “o gölge buradaydı” ibaresini görürsünüz.
Bahsettiğimiz, hani, tek tuğla çekilirse “üstümüze” yıkılacak olan duvar. Cisme sahip gölgenin yuvası.
———–
Notlar:
Bir emniyet amirinin “itiraf niteliğindeki ifade”si hakkında Evrensel’den Tamer Arda Erşin’in haberi şurada; “İslâm Devleti”nin “uzman bombacı”sının katliamdan 11 gün önce nasıl salıverildiğine dair, yine Evrensel’den Cem Gurbetoğlu’nun haberi şurada; ön inceleme, soruşturma, soruşturmama, yani genel olarak “duvar örme” dediğim süreç üzerine Kemal Göktaş’ın Cumhuriyet’teki haberi de şurada.