Tartışabilsek ne güzel olurdu
“Kürt siyaseti”nin, hele “batı”dan eleştirilmesi artık akıl-fikir işi değil, duygusal bir “komplikasyon”
15.11.2018
Herhangi bir tartışma konusunda ağzını açtığın anda hangi yönden hangi korkunç hakaretin, hangi galiz küfrün, hangi akla gelmedik aşağılamanın üstüne fırlatılacağını zamanla öğreniyor insan. Ve bünye kendini bu bilgiyle yeniden donatıyor, düzenliyor. Tam bir şey diyecekken kendiliğinden gelen o yutkunma ve sen doğru dürüst karar bile vermemişken ağzından dökülen o beklenmedik kelime veya parmaklarını bambaşka sözcükleri yazarken bulman…
Muktedirlerin şiddetinden korunmak ve hem hayatı hem muhalefeti sürdürebilmek için uygulanan sakınma pratiğiyle alâkası yok bunun. Devlet baskısı varsa, “şunu şöyle dersem başım derde girer” etkeni de varolacak, yalnız sokaklarda, ortalık yerde değil, bireysel yaşantılarda da rol oynayacak; kaçınılmaz. Ondan sakınmayı insan daha “dışsal” bir durum olarak yaşıyor. Aşağılama, hakaret, iftira böyle değil. Bir yolunu bulup vücuda giriyor, içeriden zehirliyor bunlar.
Geçtiğimiz hafta içinde gündem levhasına yazılan iki önemli tartışma konusunu görünce, keşke bizim de düzgün bir tartışma ortamımız olabilseydi, diye çok hayıflandım. Bu tartışmalar verimli yerlere götürebilirdi bizi.
Duygusal yükler
Tartışmaların ilki, şu koşullarda en girilmez olanı: HDP fazla mı “Kürt partisi” yoksa kendini memleketin batısından gelen tesirlere fazla mı açtı? Başlığı genişletip derinleştirmek mümkün elbette: HDP tam olarak neyin partisi? Elinde iktidarı, iktidar adına yapılacakları belirleme gücü olsa neleri yapardı? Esas öncelikleri nelerdir? En önemlisi: Karar gücünün kaynağı. Ya da tartışma daha somut hedefe yönelebilir, oradan gelişebilir: Selahattin Demirtaş’la ilgili müphem vaziyetlerin mânâsı nedir?
Bunları hakkınca tartışabilmek için her şeyden önce özgürce konuşabilir olmalıydık; değiliz. “Kürt siyaseti”nin tarihi, “çevre” koşulları, günümüzdeki belli başlı unsurları üzerine açıkça konuşabilmek mümkün değil. Bir de değil birçok bakımdan. Açık konuşabilmenin önündeki ilk etken, tartışmanın tartışmacıları derdest edip içeri atmak üzere hazır bekleyen devletin kılıcı altında yapılacak oluşu, yetiyor da artıyor. Çünkü şunu şöyle dile getirmeden bunu böyle anlatamayacağınız, onu demeden bunu derseniz başka anlama geleceği gerçekleri, açık ve düzgün tartışmanın olmazsa olmazlarından.
Devletin kılıcının uzanamayacağı tartışma alanları oluşturmak da, kendini bu kılıca kurban etmeden tartışmanın yollarını aramak bulmak da mümkün ve bunlar bu memleketin kimbilir kaç çeşidini yaşadığı baskı dönemlerinde arandı, çoğunlukla da bulundu.
Ancak bugün doğru dürüst tartışabilmenin önündeki ikinci engel, tarihimizi mahvetmiş olan, günümüzü de pisliğe bulayan linç geleneği. Sosyal medya dünyasında bu gelenek, fiziken ölümcül sonuçlara yolaçmayan başka tarzlar yarattı kendine. Bu, bizim başka geleneklerimizle “damgala, yere at, üstünde tepin” uygulamasıyla, “bir defa tukaka et, sonra hep bunu hatırlat” taktiğiyle vs birleşince bir nevi “sivil ölüm” sonucu çıkarıyor ortaya: O zaten odur, dolayısıyla dediğini dinlemek gerekmez. O ya zaten odur ya bunu dediği için meğerse o olduğu anlaşılmıştır ya da bunu dediği için bundan böyle odur, çünkü bunu ancak onlar der, onları da dinlemek gerekmediğini zaten daha öncesinden biliyoruz, çünkü onlar bunları diyenlerdir, bunlar da zaten yanlıştır, vs…
Bu ortamdan en çok kimler yararlanıyor, derseniz, her türden güç, iktidar ve başkaları üzerinde etki sahipleri, diye cevap verebilirim.
Kürt siyaseti tartışması neden imkânsız, bu konuda rol oynayan başka bir etken de yine Türkiye koşullarının ve yakın tarihinin ürünü: “Kürt siyaseti”nin, hele “batı”dan eleştirilmesi artık akıl-fikir işi değil, duygusal bir “komplikasyon”. Öylesine duygu yüklü ki bu mevzu, “arkadaşlar, bir dakika sakin olalım” diyecek olanın dahi anında şu ya da bu kapıdan dışarı atılması muhtemel. Muazzam duygusal yük ve -ne kadar haklı sebeplere dayanırsa dayansın- aşırı alınganlık sağlıklı eleştiriyi nasıl tıknefes ediyorsa, elbette kibir olarak algılanan, bir miktarı da sahiden kibir olan, neye dayandığı belli olmayan bilmişlik de öbür taraftan uzanıp böyle bir eleştirel tartışmayı beşiğinde boğuyor. Hiç bulunmadığı yere koyduğumuz kendimizi önemseme ve eksene oturtma işlemlerimizle, tartışırken zaten aslında bir şey anlatmayıp kendimizden bahsetmekte olduğumuz gibi ilave zorlukları da anmış olayım.
Sonuçta elbette eleştirilmesi gereken pek çok karar, politika, eylem ve adım deşilemeden, kurcalanamadan kalıyor.
Gazetecilik tartışması
Şartlarımız farklı olsa girilecek ikinci tartışma gazetecilik alanındaydı. Kadri Gürsel, yeni kitabı Ben de Sizin İçin Üzgünüm’ün yayımlanması (hayırlı olsun, çok okunsun, bu arada) vesilesiyle Artı TV’de konuşurken, sözkonusu tartışmaya yolaçan şu sözleri etti: “Her ülkenin bağımsız, profesyonel, namuslu gazetecilere ihtiyacı olduğu görüşündeyim. Bu da ancak ana akımda olabilen, gerçekleşebilecek bir kalite, nitelik; bir ülke için.”
Bu hüküm tabiî hemen tepki yarattı. İlk itiraz İrfan Aktan’dan geldi: “Anaakımda çalışmaya tenezzül etmeyen namuslu gazeteciler bu sözlerinizi nereye koymalı?”
İrfan ile Kadri Twitter’da azıcık tartıştılar. Tam bir tartışma sayılmazdı; mecra şartlarından ötürü derinleşemedi. Açık yakalayıp saldırmaya hazır binlerce gözün önünde tartışma yapılamıyor. Bu şartlara göre yine de nezaket içerisinde cereyan etti sayılır bu karşılıklı fikir beyanı. (İrfan’ın tweet’lerini şuradan ayıklayıp okuyabilirsiniz, Kadri’ninkileri de buradan.)
Konu üzerine Artı Gerçek’te Mehviş Evin, Evrensel’de Fatih Polat birer yazı yazdılar.
İkisi de haklı olarak, Kadri’ye, ana akım dışında yetişmiş pek çok “bağımsız, namuslu ve profesyonel” gazeteci olduğunu hatırlattılar. Bu gazetecilerin bir kısmı, hattâ, daha sonra ana akımda da kendilerine yer bulabilmiş, kimileri üst düzey görevler almışlardı. Fatih, bizzat Evrensel’in “ana akım açısından da bir okul işlevi gördüğüne” işaret etti. Mehveş, ana akımın “çok iyi gazeteciler yetiştirdiği gibi, bir o kadar kalitesiz, omurgasız, hattâ tetikçi gazeteci çıkardığını” hatırlattı.
Ancak ikisi de, İrfan’dan farklı olarak, Kadri’nin söylediğinin gerisindekine yöneldiler ve yazdıklarıyla, gerçekte böyle bir tartışmanın hareket noktası olması gereken iki başlığı ortaya sürmüş oldular: ilki “ana akım”ın ne olduğu, ikincisi “profesyonellik” meselesi.
Böyle bir tartışmayı, burada bahsi geçen arkadaşlarım ve dostlarımla, yine dost ortamda yapmayı yeğlerim. Artık ne kendimi ne başkasını linç iştahıyla orgazm peşinde koşan güruhlara yem etmeye niyetim yok. Bu yüzden, belki tartışma sürerse faydası olur diyerek, şu iki noktaya dair birşeyler söyleyeceğim.
Ana akım ve profesyonellik meseleleri
İlkin, bu ülkede biz doğru dürüst ana akım basın görmedik. Kısmen gördük. Ana akım üzerine konuşacak kimsenin bunu varsaymadan fikir yürütmesi doğru değil. Ana akım hemen her yerde, -az sayıda istisna hariç- birtakım sermaye gruplarıyla, devletle, çeşitli güç ve etki odaklarıyla ilişkili, dolayısıyla genel politikaları ve manzarası bakımından birtakım büyük çıkarlara hizmet mahiyetinde işler yapan kuruluşlardan oluşur. Bunları başka çıkar odaklarından ayırıp “basın kuruluşu” diyebilmemiz için, bazı özellikleri haiz olmaları gerekir. Her şeyden önce, gazetecilik yapmazlarsa varlıklarının meşruiyeti kalmaz.
Bugün bizdeki iktidar propaganda aygıtı gazete ve tv’lerine bakın: var mı gazete-tv olarak varlıklarının meşruiyeti? Yok. Çünkü haber vermediklerini, gazetecilik yapmadıklarını, zaten amaçlarının bu olmadığını herkes biliyor. Güzel bir karşılaştırmayı “eski” Hürriyet ile yapabiliriz. Hürriyet her zaman, deriniyle sığıyla devletin gazetesiydi. Vazifesini iki şekilde yürütüyordu: Birincisi, “lüzumu görülen hallerde” somut bir rol oynuyordu; ikincisi, bazı “değer”lerin, fikirlerin, önyargıların, hamaset ve habasetin sürekli bekçisiydi. Çift yönlü: kimilerinin hayat hakkı bulmaması, kimilerinin de ölmemesi için asgarî bir uyanıklığı sürdürüyordu. Ve -sadede şimdi geliyoruz- bütün bunları etkili şekilde yapabilmek için, gayet geniş ve bereketli bir gazetecilik faaliyeti sürdürüyordu. Eleştirilecek binlerce özelliğine rağmen, derdiniz haberse bu gazeteyi yok sayamazdınız. Gündelik haberin ayrıntılarını Hürriyet’ten daha bol miktarda bulabileceğiniz bir kaynak yoktu. “Ankara haberi” için de Cumhuriyet’e başvururdunuz. Onsuz olmazdı. Sola karşı ideolojik mücadele bayraktarı Tercüman’ın spor sayfası en iyilerden biriydi.
Ana akımı tarif etmeye ekonomik çıkar ve siyasî aidiyet-hizmetle başlamakta yanlış yok. Ancak kavrayış sınırını buradan çektiğinizde, aslında egemenler ve devlete hizmetle görevli bu kuruluşların neden ve nasıl gazete-tv sûretinde vücut bulduklarını izah etmekte zorlanacağınız noktaya dayanmanız kaçınılmazdır. Hattâ iki adım ileride, “gazetecilik diye bir şey yok”a da varabilirsiniz. Burada daha çok, toplum için hayatî bir faaliyeti, onun aracılığıyla da herkesi kendine rengine boyamaya çalışan güç odaklarından sözetmeliyiz. Oysa öte tarafta, niyeyse hepsi yılın aynı zamanında pencereden dışarı şöyle bir bakıp, “Hava haberi yapalım,” diyen ve ertesi gün kimbilir kaç gazetede birden “Soğuklar geliyor” haberi görmemizi sağlayan, çünkü havayı koklamayı aynı okulda öğrenmiş istihbarat şefleri bulunur. Yani ana akımı İrfan’ın tarif ettiği şeyden ibaret görürsek yetmez.
Öbür mevzumuz, “profesyonellik”. Bu konudaki ihmal, “haklılığın ambalaj gerektirmediği” gibi haklı bir görüşün üşengeçlik, beceriksizlik veya kavrayışsızlık gibi sebeplerle kötüye kullanılmasından doğuyor. Bir de, haklılığın, bir defa elde ettiniz mi size sınırsız hareket yetkisi veren, kimlik belgesi gibi bir şey sanılmasından. Haklılığınıza karar veren de sizsiniz tabiî bu arada.
Mehveş’le Fatih’in Kadri’ye itirazları elbette doğru: ana akımın dışından gayet iyi gazeteci de yetişti, oralarda -hem de ne şartlarda- doğru dürüst gazetecilik yapmaya çalışan meslektaşlarımız da var. Nitekim ikisinin de ana akım-“aktivist medya” fark etmez, profesyonellik sorununa verdikleri önem belli. Fatih, Kadri’nin söylediğini “indirgemeci ve mekanik” buluyor. Bana da öyle geliyor doğrusu. Ama söylediğinin gerisindekini önemsiz görmüyorum.
Bu kadarını demekle yetineyim. Baktık, hakaretsiz, küfürsüz, tribüne oynamasız, dürüstçe tartışılabiliyor, sürdürürüz. Çok da iyi olur aslında.