Trump’ın zaferi ve popülizmin anatomisi

Fakirleşen halk bütün siyaset sınıfından nefret ediyor. Popülist dalga 2008 finansal depreminin artçı şoku

OMER TASPINAR

14.11.2016

Trump’ın beklenmeyen seçim zaferi Amerikan basını ve siyasi eliti üzerinde derin bir şok etkisi yarattı. Tıpkı Brexit’in Ingiliz basını ve elit siyasi yapısında yarattığı şaşkınlık gibi. Yarın Fransa’da seçimler yapılsa Marine Le Pen liderliğinde Ulusal Cephe’nin iktidara gelişi de herhalde benzer bir sürpriz etkisi yaratacaktır. Oysa artık şaşırmamak gerekiyor. Popülist öfkenin seçkinleri tepelemesi yapısal ve küresel bir sorun hâline gelmiş durumda.

Peki popülizm neden kazanıyor?  Birçok faktör var kitlesel öfkeye neden olan. Ama kanımca en temel neden ekonomik. Özellikle 2008  finansal krizinin çok daha iyi etüd edilmesi gerekiyor. 2008 finansal krizi kapitalizm açısından gözle görünenden çok daha derin bir “sistemik meşruiyet” sorunu yarattı. Bu finansal depremin beklenenden daha geç gelen artçı şokları hâlen devam ediyor. Kısaca ne olmuştu hatırlatalım. 2008 yılında krize neden olan Amerikan finans sektörü kendi aldığı riskler nedeniyle çökme riski yaşadı. 1929 yılındaki Büyük Buhran benzeri bir kriz eğer acele önlem alınmazsa kapıdaydı.

Sınırsız kâr arayışı, gevşetilmiş kurallar, kamu denetimi eksikliği nedeniyle yaşanan krize sebep olan Amerikan finans şirketlerinin normal şartlarda cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Hatalı, sorumsuz ve riskli yatırımlar yapmışlardı bu şirketler ve iflas etmek ödenmesi gereken en asgari bedeldi. Ne de olsa kapitalizmin doğasında böyle bir düzen vardı. Ama normal kapitalizm kuralları bu şirketlere uygulanmadı. Finans ve bankacılık sektörü  devlet fonlarıyla, yani Amerikan vatandaşlarının vergileri sayesinde batmaktan kurtarıldı.

Böylece vahşi finansal kapitalizm sosyal devlet tarafından kurtarmış oldu. Hayat standardı düşen sıradan vatandaşlar için bu durum ciddi bir adaletsizlik örneği teşkil etti. “Zenginler için sosyalizm” yani devlet fonlarıyla kurtarılma “fakirlerşen ve işsiz kalan kitleler için kapitalizm” yani kendi başlarının çaresine bakmak söz konusuydu. Bu durum krizin gerçek mağduru olan birikimlerini, evlerini kaybeden, işsiz kalan ve fakirleşen kitlelerin gözünde affedilmez bir haksızlıktı.

Ekonomistler finans sektörünü kurtaran  devlet müdahelesinin “sistemin bekası” açısından kaçınılmaz olduğunu savundular. Zira finans sektörü bütün ekonomi için likidite ve oksijen demekti. Eğer sektörünün çökmesine izin verilseydi 1929 benzeri bir durum tekrarlanacaktı.  Öte yandan finans sektöründe sistemik bir sorun olduğu ve artık yapısal reformların gerekliliği apaçık ortadaydı. Aşırı derecede spekülatif yatırımların önüne geçmek için daha ciddi denetleme ve şeffaflık gerekiyordu. Aynı şekilde ticaret ve yatırım bankacılığını ayıran bir kanun çıkarılmalıydı.

Ama nedense 2008 sonrasında bu yapısal reformlar bir türlü gelmedi. Siyaset eliti ve finansal sistem arasındaki ahbap çavuşluk eskisi gibi organik şekilde devam etti. Bugün 2008 krizinden sorumlu finans şirketleri ve bankalar gene aynı oyunu oynuyorlar. Nasıl mı? Finans lobisi  siyasetçileri satın almış durumda ve yapısal reformlar bir türlü Temsilciler Meclisinden geçmiyor. Fakirleşen ve de krizin bedelini ödeyen halk bu nedenle bütün siyaset sınıfından ve geleneksel politikacı profilinden nefret ediyor. Bu durum anti-sistemik bir toplumsal öfke doğuruyor. Popülist dalga, bu açıdan bakınca, 2008 finansal depreminin artçı şoku.

Evet, 2008 finansal krizi atlatılmış gözüküyor. Ama halk bu son krizi unutmadı. 1930’larda olduğu gibi bir Büyük Buhran yaşanmadı. Onun yerine yavaş çekim giden ve bitmeyen bir “büyük durgunluk” yaşanıyor. Avrupa ve Amerika’da büyüme hızı ve gelirler bir türlü tam olarak artmıyor. Bu süreç içinde geçim derdinde olan halk kitleleri fakirleşti, işsizlik arttı, gelirler yerinde saydı, zengin ve fakir arasındaki makas daha da açıldı.

Gerisi mâlum. Sisteme, siyaset yapısına ve elitlere duyulan öfkeyi sol popülizm açısından Bernie Sanders, sağcı popülizm düzeyindeyse Donald Trump temsil etti. Her iki siyasi hareketin ortak paydası “establishment” denen sisteme karşı toplumsal protestoydu.  Bu anti-sistemik ortak payda Trump ve Sanders gibi iki farklı ideolojik siyasi hareket arasında ciddi bir sınıfsal akışkanlık yarattı. Wisconsin, Michigan ve Pensilvanya gibi eyaletlerde geleneksel Demokrat beyaz alt-orta sınıfın Sanders’i destekledikten sonra Trump’a oy vermesi başka türlü açıklanamaz.

Trump sürekli “ben siyasetçi değilim, aklımdan ne geçerse söylerim” derken Hillary Cinton alt orta sınıf kitlelerin gözünde tam yirmi yıldır sistemle  özdeşleşmiş profesyonel bir siyasetçi profilindeydi.  Karizmatik ve Obama gibi otantik olmayışı da Hillary’nin sonunu hazırlayan ek faktörler oldu.

Evet 2008 krizi ve bütün bu ekonomik nedenler çok önemli. Ama toplumsal mağduriyet ve öfke sadece ekonomik sorunlar nedeniyle ortaya çıkmıyor.  Trump’dan şikayet eden siyasi elitlerin kendi sınıfsal dünyaları dışına çıkmıyor olmaları da ciddi bir kültürel kopuş ve kutuplaşmayı da beraberinde getiriyor. Kompartmanlaşmış şekilde birbirinden kopuk yaşayan sınıflar kendi alternatif gerçeklerini de yaratıyorlar.  Medyanın bu açıdan oynadığı rol çok önemli. Medya, ve de özellikle sosyal medya, toplumsal kutuplaşmanın büyümesini sağlıyor. Sosyal medyanın sağladığı anomi herşeyi daha hoyrat ve seviyesiz hale getirirken kutuplaşmayı daha geniş kitlelere yayıyor.

Bütün bu sosyal, siyasi, ekonomik ve teknolojik dinamikler birleşince popülizm yepyeni mobilizasyon platformları buldu. Trump bu yeni popülist mobilizasyon dinamiklerini çok iyi anladı.  Özellike sosyal medyayı çok  etkili şekilde kullandı. Seçim kampanyası sürecinde televizyon reklamlarına milyonlarca dolar harcamak yerine twitter üzeriden yaptığı popülist ve sansasyonel açıklamalarda gündem belirledi.

Sonuç olarak Trump’un sosyal medya üzerinden belirlediği popülist ve sansasyonel gündem geleneksel medyadaki haber programlarını adeta ablukaya aldı.  Herkes Trump’tan bahseder hâle geldi. Trump bu sayede  televizyon reklamları için Hillary Clinton kampanyasının harcadığı rakamın onda birini bile harcamadan kendi popülist platformunu sosyal medya üzerinden geleneksel medyaya taşıdı.

Yerel ve Milli Değerler

Bunlar işin ekonomik ve teknolojik cephesi. Ama bir de en azından bunlar kadar önemli olan sosyal ve kültürel faktörler var. Zira küreselleşme karşısında kaybeden kitleler yerel ve milli değerlere sarılıyorlar.  Trump’un temsil ettiği siyasi hareketin Brexit ile buluştuğu yer de zaten bu yerel ve milli değerlere sarmalanmış ulusal egemenlik söylemi. Bu ulusal, milliyetçi, şovenist ve de kısmen ırkçı söylem kozmopolit küreselleşmeye ve küreselleşmenin temsil ettiği her şeye karşı nostaljik bir toplumsal başkaldırıydı.
Küreselleşmeye karşı yerel ve milli başkaldırıyı mobilize eden Trump ve Brexit fenomenleri Batı popülizminin en canlı son örnekleri. Ama popülizm sadece Batı’da değil uzunca bir süredir küresel platformda yükseliyor. Hindistan’da Hindu milliyetçi Başbakan Narendra Modi, Çin’de Komünist partinin milliyetçi lideri Başkan Xi Jinping, Güney Afrika’da Jacob Zuma, Brezilya’da Lula ve Roussef, Rusya’da Putin ve tabii ki Türkiye’de Erdoğan hep popülizm üzerinden siyaset yapan milliyetçi liderler. Mağduriyet söylemi ve dış mihraklara başkaldırı onları yerel ve milli olanı kutsallaştırmaya itiyor. Din, millet, ulus, parti bu liderlerin küresel ve evrensel olana karşı kutsal barınakları.

Hindistan’dan Filipinler’e, Çin’den Güney Afrika’ya küresel plaformdaki bu popülist liderler farklı siyasi ve ekonomik sistemlerde, farkı dozlarda otoriter eğilimler sergiliyorlar. Ama ortak paydaları belli: kendilerini halk, millet ve yerel değerler ile özdeşleştirmek ve düşmanlarını şeytanlaştıran bir cadı avı yürütmek. Bu popülizmi yaparken de tabii ki propaganda boyutuna ulaşan bir şekilde bütün haber alma kaynaklarını kontrol altına almaya çalışıyorlar. Türkiye’de Erdoğan bunu en etkili şekilde yapıyor. Propaganda, popülizm ve milliyetçilik arasındaki ilişki için Türkiye adeta bir siyaset bilimi laboratuvarı.
 
Peki şimdi gelelim an can alıcı soruya: popülizmden faşizme geçiş kaçınılmaz mı? ABD ve Batı bu popülizmden faşizme kayışı engelleyecek kurumlara sahip. Avrupa faşizmi ve totaliter rejimleri kendi yakın tarihinde yaşadığı için bu konuda tecrübeli. ABD ise kurucu siyasi elitin getirdiği kurumsal fren ve denetleme mekanizmaları sayesinde çoğunluğun diktasına karşı kurumsal garantilere sahip. Rusya, Türkiye, Hindistan, Çin ve Brezilya’da bu kurumsal mekanizmalar ya namevcut ya da henüz olgunluk kazanmamış durumda olduğu için popülizmden faşizme kayış çok daha kolay. Sonuç olarak Batı’da ki liberal demokrasilerde popülizmden faşizme geçiş kurumsal ve tarihsel nedenlerle o kadar kolay değil. Ama Türkiye gibi toplumlarda milliyetçi popülizm çoğu zaman faşizmin besleyici faktörü.