Türk Millî Eğitimi üzerine bininci yazı
Bilim-araştırma gibi geleceğin belirleyici alanlarında Türkiye’nin gelişmesi, gelişmeye ayak uydurması imkânsız
18.09.2017
Mevcut iktidarın eğitim sisteminin canına okuduğu (siz bunun yerine münasip deyimi oturtun) doğru. Canına okunan şeyin canına okunulası iğrenç bir yaratık olduğu da, ancak, en az bu kadar doğru. Şu anki cana okuma uygulaması, çocukları aptal saldırgan ırkçılar haline getirecek bir mekanizmanın dinî kılıflara sarılarak kurulması. Din istismarına dayalı, otoriteye itaat öğretme tedrisatı. Öncekiyse bilim adı altında akıl istismarına dayalıydı. Çocukları -şimdi makbûl olduğu üzre- her an görünür değil potansiyel saldırgan ırkçı yapıyordu. Ortalıkta ne bilim ne aydınlanma-akıl vs. vardı, millî sayılan her türlü önyargı süslenip bezenip taze dimağlara çekiç-çiviyle nakşediliyordu. Bilimin sınırları, tıpkı hukukunkiler gibi, devletin çıkarları ve ihtiyaçlarınca çizilmişti, yerine göre değiştirilebiliyordu. Tarih diye anlatılan, baştan aşağı yalandı.
Esas hastalık kaynağı
Erdoğan+AKP iktidarı öncesi eğitim sisteminin, bütün ırkçı-milliyetçi muhtevasına rağmen, çocuklarımız, gençlerimiz ve insanlık için arz ettiği büyük tehdit ve tehlike, bu yüzden ürettiği potansiyel saldırganlıkla sınırlı değildi. Aslında insanlığın gerikalanından çok bu memleketin insanları için çok daha vahim, derine işleyen bir zararı vardı: Sistem, bizzat “düşünme” denen faaliyete aykırıydı. Özel olarak, muhakeme kabiliyetini yok ediyordu.
Sisteme mâruz kalanların, insanı tabiattaki başka bütün varlıklardan ayıran işlev bakımından beceriksiz, deneyimsiz ve isteksiz olmaları garantileniyordu. Akıl yürütme, kıyas, çıkarsama, muhakeme gibi, düşünme faaliyetinin aslını esasını meydana getiren insan eylemleri, bu sistemden geçenlerin ulaşamayacağı akrobatik beceriler olarak, uzakta, pek uzakta kalıyordu. Türk Millî Eğitimi’nden geçmiş insanların, ancak -çoğunlukla bilmeden- kendilerini bu sistemden korudukları ölçüde ve daha büyük çoğunlukla, aşağıda sözünü edeceğim idealist insanlar sayesinde bu eylemleri yapabildikleri ortada.
Belki eklemeye gerek bile yok ki, Türk Millî Eğitimi denen örgütlü cenderenin çocukları, gençleri okuma arzusundan, düşünülüp yazılmış, basılmış metinle yakın, ihtiyaca dayalı ilişki kurmaktan nasıl alıkoyduğu da ortada. Unutmayalım, dünya klasikleri çevrilerek kalkışılmış bir işin “tehlike”sinin anlaşılma ve böyle fantezilerden vazgeçilme, “biz bize benzeriz”e dönülme sürecidir, Türk Millî Eğitimi’ni yaratan.
“Ezber” ve zararları
“Ezberci eğitim”, eskiden de sistemi eleştirmek için sıkça kullanılan kavramlardandı. Şimdi muhtemelen, kurulmaya çalışılan dinî terbiye ortamında ortada ezberden başka şey kalmayacak.
“Ezbercilik” dediğimiz şey, genellikle eğitim sistemindeki bir aksaklık gibi ele alındı. Oysa bunun tesirlerinin uzandığı yerler, okulda geçirilen yılların çok ötesinde de insanın dünyayla, toplumla, başka insanlarla ve en başta kendisiyle kuracağı ilişkilerin hayatî noktaları. Hayatının bir aşamasında kendisini rahat ettiren, kaynağı devlet veya din veya otorite saydığı her ne veya kim ise o olan bir yargıyı bellemiş, kendisini bundan şüpheye düşürecek her şey karşısında dehşete kapılan ve bu pürüzü ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırmak isteyen yaratık, Türk Millî Eğitimi’nin ürünü. Yaratığın rastlanabildiği yaşama ortamlarının çeşitliliği bunun en büyük delili.
Sorulacaktır ki, toplumumuzun hastalıklarının ne kadarı eğitim sisteminin ürün olabilir? Zira toplumumuzun çoğunluğu doğru dürüst eğitim görmüyor.
Bu geçersiz bir soru. İlkin, bal gibi görüyor. Devletten, siyasetçilerden, ülkenin hemen bütün kurumlarından yayılan zehirli gıdaların benzerleri, eğitim sistemince ambalajlanıp, etiketlenip, öbürkülerin kullanmadığı kanallardan ailelere, mahallelere sokuluyor. Okula gidip evdeki, mahalledeki önyargının doğrulandığını görmek bile yeterli. İkincisi, aslında eğitim denen şey, akla, bilime dayalı, bizzat düşünmeyi, sormayı etmeyi öğretecek bir faaliyet, bütün o zehirli gıdalara karşı tesirde bulunacak bir panzehir olabilmeliydi; böyleyken, aksi işlev görüyor. Daha geniş planda, bugünkü gibi bir iktidarın hukuk adına, demokrasi adına, kurumlar adına ne varsa neredeyse tek hamlede yok edebilmesini sağlayan zeminin tıpkısı var eğitim alanında da. Daha genişini, bu yazı üzerine işiteceğim sayısız hakareti yeniden işitmeyi göze alarak daha sonra tartışırız. Kısaca şunu demek istiyorum: Türk Millî Eğitimi, akla, bilime dayalı olduğu iddia edilen dönemdeki içeriği, tesiri ve ürünleriyle, bugünün temel direklerinden en önemlisi olmuştur.
Esas ortak payda – esas vahamet
Bugünkü rejim, birilerinin inanmak ve herkesi inandırmak istediği üzre, işini yalnız din istismarı marifetiyle yürütmüyor, yürütemiyor, yürütemez. 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını ve bununla birlikte seçimli-parlamentolu rejimi ortadan kaldıran hamle yeniden başlatılan Kürt Savaşı sayesinde yapılabildi. Kimlerin destek olduğu, kimlerin sırtını döndüğü ortadadır. 6 milyon oy alarak üçüncü parti olan HDP’nin ezilmesini kimlerin yürüttüğü, kimlerin desteklediği, kimlerin buna razı geldiği ortada. Şu anda, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumu konusunda takınılan tavırlara bakıldığında, “yerli ve millî asgarî müşterek”in ne olduğuna dair hiçbir bulanıklık, hiçbir pürüz, hiçbir yanlış anlama vs. bulamayız. Gezi İsyanı’ndan sonra bir ara sözü edilen, sağduyunun nasıl olduysa galebe çalmasıyla neyse kısa sürede tedavülden kalkan “Yüzde 60 Cephesi”nin, “AKP’ye muhalefet” denen toplum kesiminin, daha güncel tanımla “Hayır Cephesi”nin azımsanmayacak bölümü, Kürt Savaşı’nda mevcut rejimin, iktidarın, artık her ne diyecekseniz onun, yanında. Hattâ: Sorgusuz sualsiz Kürt düşmanlığı, haydi hafifletelim, alerjisi diyelim, olmasaydı, Erdoğan+AKP iktidarı çoktan devrilmişti.
Kürtler konusunda bu geniş “yerli-millî” mutabakatın iki ana kaynağından biri geleneksel ırkçı-milliyetçi sağcı kültür, öbürü Türk Millî Eğitimi’dir. İlki, dinin ırkçılığa mâni dallarını her boy verdiğinde budamakta ustalaşmıştır. İkincisi, bizzat akıl ve bilim kavramlarını bile dogmalaştırarak, hakikat âleminde aklın, ancak değiştirilmesi teklif dahi edilemez bazı kabullere çarpana kadar dolaşabileceğini zihinlere kazımıştır. Laikliğe ve akla-bilime dayalı eğitime sahip olduğunu ileri süren bir ülkenin yargıç ve savcılarının dörtte üçünün “devletin çıkarı sözkonusu olduğunda hukuk bir kenara bırakılır” diyebilmiş olması, eğitim sistemiyle ilişkisi görmezden gelinebilecek bir olgu değildi. Değildir.
Türk Millî Eğitimi cenderesinin rolü, Türklerin çoğunu Kürt alerjili yapmakla sınırlı değil. Bakınca ilk göze çarpan bu, ama asıl vahamet burada değil. Bunun sorgulanamayacağı, sorgulanmasının akla gelemeyeceği, gelse nasıl yapılacağının bilinemeyeceği, çünkü yapılırsa birşeylere ihanet gibi olacağının sanıldığı, ilaveten, yerinden oynayacak böyle bir taşın, mazallah, bilinmeyen fakat pek hayatî olduğu his ve kabul edilen birşeylerin de yok olmasına yolaçacağı… endişeleri ve bunlar gibi, sormayı, cevap aramayı, muhakemeyi imkânsızlaştıran kelepçeler, ayakbağları, manevî engeller. Bunlar Türk Millî Eğitimi ürünleri. Siyaset konuşan, “şöyle yapılmalı” diyen, ama öyle yapılırsa sağlanacak desteğin aslında düpedüz ufak bir azınlıkla sınırlı olacağını ve istenmeyen iktidarı değiştirmeye yetmeyeceğini hesap edemeyen yüksek tahsilli insanlarda görülen zihin dumuru ârazı da Türk Millî Eğitimi’nin ürünü. Matematiği niye öğrendiğimizi bize anlatamadılar. Anlatmadılar. Böyle bir dertleri olmadı. Bizim de mantık diye bir derdimiz olmadı. Dolayısıyla…
İstisnalar: İdealist öğretmenler
Türk Millî Eğitimi, bir eğitim sistemi değildi, ona biraz benziyordu, bir eğitim sisteminde bulunması gereken bazı unsurlar da içeriyordu. Ancak kuruluş amacı itibarıyla akılla bilimle alâkası bulunmadığı için, meselâ, matematik diye bir şeyi niye okuduğumuz hakkında hiçbirimizin en ufak fikri, bu sorulduğunda verecek en ufak cevabı yoktur.
Buna karşılık, devletin, yurtdışına gittiği bir vakit oraların gözde mağazalarından birinden temin edip özel günlerde giymek üzere gardrobuna astığı akıl-bilim-aydınlanma kılığını ciddîye alarak içini doldurmaya kalkan “idealist” öğretmenler, Cumhuriyet tarihi boyunca, çocuklara sahiden zihinlerini açacak, onları soru sormaya, araştırmaya teşvik edecek, hayata başka pencerelerden bakmalarını sağlayacak işler yaptılar. Örgütlenip TÖB-DER falan kurmadıkları veya çocukları çıkarmaya çalıştıkları manevî gezintide yasak bölgelere yaklaşmadıkları sürece bu insanlar, Türkiye’de birileri eğitim nâmına birşeyler görebildiyse bunu yaratmış, çok şey borçlu olduğumuz, övülesi şahsiyetlerdir.
Ama oraya kadar. O eğitim sistemi en başta, bugün herhangi bir meselemizi bir mesele olarak ele alamayışımızın, düşünemeyişimizin, tartışamayışımızın baş müsebbibi.
Yakın gelecekte, eğitim alanında idealist öğretmenlerin soluk alıp verebileceği bir ortam da kalmayacak, mevcut iktidar orada da yakıp yıkma harekâtını başarırsa. Ülkedeki her kurumun, her alanın, neredeyse bütün hayatın son yıllarda oluşmuş iktidar yapısını korumak üzere şekillendirilmeye çalışıldığı bugün, dindar nesil yetiştirme gibi palavralar savruluyor, sahici bir eğitim, sözde eğitim örgütlenmesinin sözde hedefi olmaktan bile bütünüyle çıkarılmaya çalışılıyor. Çünkü artık ülkeyi yönetenlerin, kendileri başta olup kaymağını yemeyeceklerse ülkenin geleceğiyle alâkaları kalmadı. Bilim-araştırma gibi geleceğin belirleyici alanlarında Türkiye’nin gelişmesi, gelişmeye ayak uydurması imkânsız. Çok zordu, şimdi imkânsızlaştırılıyor.
Eğitim meselesi, tam anlamıyla bir “Türkiye meselesi”dir ve bugün din istismarcısı faşizan bir iktidarın kendisini koruma uğruna çocuk ve gençleri tamamen gözden çıkararak giriştiği hunharlıkla sınırlı olmayan dertleri ele almayı gerektirir.