Türkiye’nin komşularını sayınız
Suriye’nin Hatay’a sınırdaş vilayeti İdlib, El-Kaide’cilerin hâkimiyetinde. Cihatçılar arası savaşın sürmesi kritik ihtimaller doğuruyor…
23.07.2017
İdlib’ten sözedeceğiz. Zira hem fırtına yaklaşıyor hem de herkese nasip olmayacak bir hoşlukla karşı karşıyayız: El-Kaide ile komşu olduk.
(Blog’um Riya Tabirleri’nde daha önce İdlib’e dair yazdığım iki yazıya ve her ikisinde de yeralan haritalara, ön bilgi alma mahiyetinde göz atmanızı tavsiye ederim: Biri burada, öbürü de şurada.)
Vilayette vaziyet
Türkiye ile yaklaşık 100 kilometrelik sınırı bulunan İdlib vilayeti, Suriye’de rejimin denetimi dışındaki en büyük bölge.
İdlib, 2015 Mart sonunda, El-Kaide’nin Suriye kolu olarak bilinen El-Nusra Cephesi ile Ahrar el-Şam’ın esas gövdesini oluşturdukları, başka cihatçı grupları da kapsayan, Katar, Türkiye, Suudi Arabistan destekli “Fetih Ordusu” ittifakı tarafından ele geçirildi. Savaş ittifakına dayalı bir tür koalisyon idaresi, İdlib’i yönetti. Zaman geçtikçe, farklı örgütler kendi etkinlik alanlarını oluşturmaya, ayrışmaya, rekabete ve hakimiyet çatışmalarına girmeye başladılar.
Vilayette halen 2 milyon 300 bin insan yaşıyor. Bunların 900 bini iç göçmen. Kesin bilinmiyor, ama 30-40 bin kadarının da cihada katılmaya gelmiş yabancılar olması ihtimali var. Yabancıların 10-15 bin kadarı, Türkistan İslâmî Partisi militan veya sempatizanı Uygurlar ile aileleri. Gerikalanı da çeşitli ülkelerden savaşçılar. Bunlar daha çok, El-Kaide’nin Suriye uzantısı El-Nusra Cephesi’nin çekirdeğinde yeraldığı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) bünyesinde.
Yaklaşık 30 bin savaşçıya sahip olduğu tahmin edilen HTŞ, İdlib’deki hâkim gücü oluşturuyor. Onun karşısında, Ahrar etrafında birleşmiş örgütlerin meydana getirdiği koalisyon var. Onların savaşçı sayısı da 25 bin civarında tahmin ediliyor.
“Ilımlı muhalefet” kavramının önce bir Amerikan fantezisine, sonra puslu bir hayale dönüşmesi süreci en yürek burkucu haliyle İdlib’de yaşandı. Burada hem cihatçı olmayan hem iyi kötü biryerlere hâkim, kendilerini daha çok Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bünyesinde tanımlayan örgütler, bağımsız muhalif insanlar vardı; bunlar ya cihatçı örgütlerle mecburî ittifaklara girdiler ya da bütünüyle kenara itildiler. Geriye, pek az yerde, Esad rejimine kararlı muhalif olan, ama cihatçı örgütlerin baskılarına da karşı çıkan, sokağa dökülüp Nusra’ya karşı gösteriler yapabilen kitleler kaldı.
Cihatçılar arası çatışma
2017 başında, Rusya’nın öncülüğü, İran ve Türkiye’nin işbirliğiyle yürütülen Astana görüşmelerinde, El-Kaide uzantılarının önce tecrit, sonra imha edileceği, gerikalanıyla rejim arasında anlaşma imkânları aranacağı belli olunca, cihatçılar hızla iki büyük kampa bölündü ve çatışma başladı. Nusra, 2016 Temmuz’unda, sözkonusu tecrit ve imha planının yaklaştığını öngörmüş, El-Kaide’den bağımsızlaştığını ilan etmiş, etrafına çeşitli örgütler toplayarak “Şam’ın Fethi Cephesi” (ŞFC) adını verdiği çatı örgütü içine sözümona saklanmıştı. Böylece, kendi öncülüğünde ilerletilecek bir “Suriye Devrimi”ne hiçbir devlet veya -Körfez’dekiler cinsinden- “özel sponsor”un açıktan yardım edememesine yolaçan “terör örgütü” -üstelik “uluslararası terör örgütü”- damgasından kurtulabileceğini umuyordu.
Ancak bir yandan “terörist”likten, “aşırı”lıktan arındığı izlenimini yaratmaya çalışırken, öbür yandan başka herkesi bu çatının altında zorla toplamaya kararlı olduğunu gösteriyordu. 2017 Ocak’ında, İdlib’te bir nevi egemenliği paylaştığı Ahrar el-Şam’ın merkez karargâhına saldırdı. Bunu izleyen haftalarda, DAİŞ bağlantılı Cünd’ül Aksa örgütünün ŞFC’ye katılmasıyla ipler daha gerildi. Cünd’ül Aksa’nın çatıştığı bazı örgütler Ahrar’ın etrafında toplaştı, ayrışma büyüdü. Cihatçılar arası çatışma alevlendi. O zamana kadar, çeşitli istisnalar dışında, yöresel etkinlik itişme-kakışmaları boyutlarında çatışan gruplar, iki mihrak etrafında toplaşmaya, birbirlerine karşı kontrol noktaları kurmaya, birbirlerinin silah depolarını, karargâhlarını basmaya, esirler almaya, birbirlerini sürmeye, tecrit etmeye başladılar.
Ocak ayı biterken ŞFC, etrafına başka örgütler (Ensar el-Din Cephesi, Ceyş el-Sünnet, Liva el-Hak ve bazı başka yerel, küçük gruplar) toplayıp Heyet Tahrir el-Şam adını aldı. HTŞ’yi meydana getiren yüze yakın örgütün kırkından fazlası, Ahrar el-Şam koalisyonundan koptu. Ankara’nın bir dönem yakın ilişki içinde bulunduğu Nureddin el-Zengi Hareketi de -ki, iki başrol oyuncusundan sonra ortalıktaki en güçlü karakterlerden biriydi- El-Kaide çekirdekli bu koalisyona katıldı.
HTŞ, El-Kaide merkeziyle hiç ama hiçbir alâkası olmadığını ilan etti. 2015’e kadar Ahrar’ın bir numarasıyken şimdi ayrılmış olan Haşim el-Şeyh (Ebu Cabir), HTŞ’nin siyasî lideri oldu. Askerî komuta, Şam’ın Fethi Cephesi’nin “emir”i, El-Nusra’nın kurucusu ve lideri El-Colani’de kaldı.
2017 başındaki yaygın çatışma, her iki tarafın nisbeten “idealist” elemanlarının, bağımsız din âlimlerinin yaptığı çağrılarla nisbeten durulur gibi oldu. Durulmuştu, çünkü bir yandan çatışanların büyük kısmı dahil pek çok cihatçıda “kardeş kardeşi vurmasın” duygusu ve eğilimi vardı. Öbür yandaysa her an saldırıya geçebilecek Suriye ordusu ve Rusya uçakları. Ancak örgüt liderleri duygu ve temennilere göre değil savaşın ve bölge hakimiyeti hesaplarının acı gerçeklerine göre davrandıklarından, çatışma yeniden, var gücüyle başladı. Bu defa kesin sonuca gitmek üzere.
Vilayete Nusra hâkim
Bu çatışmanın durulması mümkün değil. Çünkü artık ortada net bir iktidar savaşı var. Nusra, üç bağımsız din âliminin “aranızda savaşa son verin” çağrısını takmayacağını açıkladı, sadece “askerî, siyasî ve idarî alanlarda parçalanmışlığa son verecek bir ‘tam birleşme’yi kabul edeceğini” duyurdu. Bu tabiî, herkesin onların buyruğu altına girmesi anlamına geliyor.
Ahrar’cılar, kendilerini savunma hakkını saklı tutmakla birlikte, savaşa son verme çağrısına uyacaklarını söylemişlerdi.
El-Nusra’nın, örgütün sonraki koalisyonlar çizgisine ve Heyet Tahrir el-Şam’a katılmayan eski sözcüsü Mustafa Muhammed’e (Ebu Süleyman el-Muhacir) göre HTŞ ayrıca, kendi İslâmî Konsey’inin Fetva Komitesi’ni de devre dışı bırakarak, üyelerinin çoğunun haberi olmaksızın konsey adına bildiri yayımladı. Ahrar’la savaşma kararı da örgütün “şura sistemi”nden geçirilmeden -bu durumda muhtemelen yalnız askerî-siyasî önderlerce- alınmıştı. Zaten cihatçılar arası bu savaşta cihat ve ilgili dinî mecburiyetler yalnız lafta kalıyor. Zira meselâ HTŞ gidip Ahrar’a ait bile olmayan, “bağımsız” sayılan “Şeriat Mahkemesi” binasını uçurabiliyor. Ancak Nusra’nın buradaki tavrı, esas, etrafta kendileri dışında örgüt iradesi bırakmamaya kararlı olduklarını gösteriyor.
Nusra, bir yandan askerî operasyonlarla etkinliğini alan bakımından adım adım genişletiyor hem de sivil örgütlenmelerle bu etkinliği derinleştiriyor. Buna karşılık Ahrar, Nusra’ya karşı topyekûn saldırıya geçmeye cesaret edemiyor.
Şu anda İdlib’in büyük bölümünde “idare” fiilen Nusra’da. Vilayette işleri yürüten 150’yi aşkın yerel konsey var; bunlardan 81’i HTŞ’nin güçlü varlık gösterdiği yerlerde. Gerikalanların bazılarında da örgüt şu ya da bu oranda temsil ediliyor.
Nusra sivil idarî yapılar kuruyor. Son olarak, “Para İşleri Yönetimi ve Tüketicinin Korunması Kurumu” kurdular ve İdlib’deki bütün döviz büroları ve malî transfer (havale) yapmaya yetkili kuruluşları buraya kaydolmaya çağırdılar. Böylece sadece bütün para akışını kontrol etmekle kalmayacaklar, bilumum yardım kuruluşları için elzem para akışı da onların insafına kalacak. “Havale” mekanizması, Suriye’nin kuzeybatısında uluslararası yardım kuruluşlarının elemanlarına para aktarabildiği tek kanal. Nusra 2014 Aralık ayından beri, kuzeybatı Suriye’deki yardım faaliyetlerini zaten denetliyor. Birçok STK ile örgüt arasında, yardım kuruluşlarının hangi koşullara uyarak çalışabileceğine dair imzalanmış anlaşmalar, yani uluslararası kuruluşların da mecburen geçerli saydığı belgeler var.
HTŞ, yerel düzeydeki etkinliğini artırmak ve denetimini halktan da destek alarak yayabilmek için, bünyesindeki yabancıları çok görünür kılmama, yönetici makamlarına Suriyelileri getirme politikası izliyor.
El-Kaide egemenlik alanları
Türkiye açısından son günlerin en önemli gelişmesi, Bâb el-Heva sınır kapısı da dahil olmak üzere, İdlib-Hatay sınırının neredeyse tamamını Nusra’nın ele geçirmiş olması.
Reyhanlı’nın güneybatısına düşen Harem ile daha güneyde, Seferli’nin karşısına, azıcık güneye düşen Derkuş arasındaki sınır boyu, “kaçakçılık hattı” olarak adlandırılıyor ve burası olduğu gibi Nusra’nın denetiminde. Bölge dağlık ve bol mağaralı. Nusra burada, saldırılması zor, savunulması kolay bir doğal üsse sahip.
Nusra, Ahrar’ın çekildiği Atme’yi de aldı. Atme’de büyük cihatçı kampı, Türkiye’ye bir fiilî geçiş kapısı vardı. 2016’nın Ağustos ve Ekim’inde DAİŞ buraya iki defa saldırmış, canlı bombalar birinde otuz beş, öbüründe kırk küsur kişiyi öldürmüşlerdi. Atme, Ankara’nın “iş gördüğü” bir yerdi; şimdi Nusra’da.
İdlib şehrinin kuzeydoğusundaki Taftanaz ve güneydoğusundaki Ebu Zur’da da Nusra’nın “kaleleri” var. Vilayetin büyük şehri İdlib ve büyükçe yerleşim birimleri Maaret el-Numan ve Serakib askerî bakımdan yine Nusra’nın denetiminde. Ancak bu denetim o kadar sağlam değil. Maaret el-Numan, muhalif sivillerin Nusra’cılara karşı sokaklara döküldüğü, Nusra militanlarının sık sık havaya ateş açmak zorunda kaldığı bir yer. Burada ilginç olan, halkın Nusra’cılara, Suriye ordusu askerleri için kullandığı küçültücü ifadeyle “Şebbiha” diye bağırması. Bu yüzden, Nusra’nın hasmı olan silahlı muhalifler burada varlıklarını sürdürebiliyor.
İdlib vilayetindeki hatırı sayılır yerleşim birimlerinden Cisr el-Şuğur, Nusra’nın tam denetiminde. Çisr el-Şuğur civarındaki silahlı grupların eski Ahrar’cı, şimdi HTŞ’nin başındaki Ebu Cabir’e bağlı oldukları söyleniyor. Cisr el-Şuğur aynı zamanda, aileleriyle birlikte göçüp buraya yerleşen Türkistan İslâmî Partisi (TİP) mensuplarının yaşadığı yer. On-on beş bin kadar Uygur’un El-Kaide ve Taliban sempatizanı olduğu biliniyor. Nitekim Nusra’nın Salkin ilçesini TİP’in desteğiyle Ahrar’dan aldığı ileri sürülüyor.
Ankara ne yapacak?
Türkiye açısından bakarsanız, Ankara’nın lafını en kolay geçirebileceği varsayılan Uygurların hem sınırda hem El-Kaide’ci olmaları, fiilen oluşturduğu zorluğun yanısıra, simgesel bir anlam da ifade ediyor.
Suriye’yi yakından izleyen gözlemci ve analistlerin çoğunun ortak kanısı şu: İdlib’teki silahlı muhalefetin bütünüyle Nusra (El-Kaide) hakimiyetine girmesini önleyebilecek tek etken, Türkiye’nin, Fırat Kalkanı’ndaki gibi, tanklarıyla, Özel Kuvvetler’iyle oraya girmesi.
Ben bu yazı için bilgi toplarken, Türkiye’den şuursuzca erken tezahüratlar yükseliyordu. Bir ara, Fırat Kalkanı bölgesinden İdlib’e kuvvet kaydırıldığı haberleri dolaşınca tezahürat arttı.
Ancak bu defa Ankara olabilecekleri görüyor ve temkinli davranmaya çabalıyor gibi. Gerçi bir ara “İdlib’i hallederiz, ama Rakka işini bizimle yaparsanız” cinsinden tekliflerin ortaya sürüldüğü söylendi, ancak görüldüğü üzre, TSK’yı İdlib’e sokmak yerine, Türkiye’ye yönelecek -ve bu defa bol miktarda cihatçı savaşçı da içerecek- yeni bir mülteci akınını önlemek üzere sınır ötesinde duvarlar örülüyor. (Bunlar, YPG’ye, Kürtlere karşı örülen duvarlar değil; yenileri!)
Dağlık bir bölgede El-Kaide ile sonu gelmez bir savaşa tutuşma kararı vermek kolay değil. Ankara’nın, İdlib’teki örgütlerin dizginlerini, Fırat Kalkanı’na katılan örgütlerinki gibi elinde tutamadığına dair kanı yaygın. Ayrıca Ankara’nın “has adamı” Ahrar’cıların ve müttefiklerinin güçlü olduğu kısım, İdlib’in güneyi, Hama’ya komşu bölgeler. Sınırboyu Nusra’da.
TSK’nın İdlib’e dalmasını şehvetle arzulayan şuursuzlar, üstelik muhtemel harekâtın Ahrar’ın yanında, doğrudan Nusra’ya karşı yapılmasını istiyorlar. Ahrar’ın lideri Ebu Ammar Ali Ömer’in “ordusunun başında” çatışmalara katıldığını gösteren fotoğraflar paylaşılıyor, Türkiyeli Ahrar destekçileri, “bizim komutan burada, Colani nerede?” diye taraftar usûlü kızıştırmalara girişiyorlar.
Oysa Ankara İdlib’e girmeye kalksa ve Rusya ile ABD buna -şüphesiz yükü Türkiye’ye taşıtmak için- onay verse bile, bunun bir tür barışgücü rolünde, çatışan muhalifler arasında anlaşma sağlama ve sivillerin hayatını güven altına alma hedefleriyle yapılıyor olması gerekir ki, başarı ihtimali uzaktan da olsa belirsin. Aksi gibi, her konuda birilerinin yanında taraf olarak ortaya atlama, âdetâ bir dış politika refleksine dönüşmek üzere.
Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü politika için bölge uzmanı Sam Heller, “diplomasi ve ikna faaliyetinin hassas, incelikli araçları körelmiş” diyor. Kendine hayranlıktan gözleri kararmış, muhteris birinin elindeki kör bıçağı oraya buraya sallarken parmaklarını kesmesi hiç de görülmemiş şey değil.
Moskova ile Şam’ın bekleyişi
Cihatçı örgütlerin Türkiye’nin arabuluculuğuyla Doğu Halep’i terk etmesinden itibaren İdlib’in kaderinin çizilmesi acil gereklilik haline gelmişti. Moskova ve Şam, epey önce bir taslak çizmişe benziyorlar. Suriye yönetimi uzun süredir, başka bölgelerde ateşkes anlaşmalarına vardığı silahlı muhalifleri İdlib’e aktarıyordu. Han Şeyhun’daki kimyasal saldırı, ezcümle vilayet ahalisine, Suriye ordusunun vilayetteki cihatçı egemenliğini külliyen yok etmeye kararlı olduğunu ve bu uğurda sivil kayıpları da -her zamanki gibi- göze alacağını anlattı. Zaten Rusya, silahlı cihatçıların bir kısmını “oturup anlaşılabilir” kıvama getirme yönündeki açık isteğini ortaya koyarken, aynı anda, anlaşmaya yanaşmayanı da kesinlikle ortadan kaldıracağını bildirmişti.
Haftalardır Rusya ve Suriye uçaklarının İdlib vilayetinde kayda değer bombardıman ve operasyonlar yapmıyor oluşu dikkat çekici. Lâkin tuhaf görünen bu sükûnet, muhtemelen, yalnızca cihatçılar hazır birbirine düşmüşken birbirlerine daha fazla zarar versinler diye onları kendi hallerine bırakma hinliğinden kaynaklanmıyor. Kağıt üzerindeki çatışmasızlık, ateşkes vs. anlaşmalarının her an her vesileyle fiilen geçersiz kılınabilmesi Suriye İçsavaşı’nın en sıradan hadiselerinden; dolayısıyla bu sükûneti buna da bağlayamıyoruz.
Büyük ihtimalle Rusya ile Suriye, hayli geniş kapsamlı bir imha harekâtına girişmeden, imha edilecek kuvvetten parçalar kopmasını bekliyorlar.
Nureddin Zengi örneği
Henüz olayın kesin olarak nereye vardığını bilmesek de, bildiğimiz kadarıyla Nureddin el-Zengi Hareketi’nde olup bitenler bu açıdan dikkat çekici. Nusra HTŞ koalisyonunu Ahrar ve müttefikleriyle kesin savaşa sürüklediğinde buna itirazlar da geldi. HTŞ ile birlikte hareket eden bir Özbek grubu, meselâ, örgütten ayrılmayacağını, ama çatışmaya son verme yönündeki fetvalara da uyacağını, saldırılara katılmayacağını bildirdi.
Nureddin el-Zengi Hareketi adına yapılan açıklama ise beklenmedik ölçüde radikal ve geniş kapsamlı oldu: El-Zengi Hareketi, HTŞ’den ayrıldığını duyurdu! Altı ay önce katıldıkları, El-Kaide çekirdekli koalisyondan ayrılma gerekçeleri arasında “Şeriat’a uymayan tavırlar”ı, “kural tanımazlığı” falan da saydılar ama “arabuluculuk çabalarının reddi” gerekçesi herhalde daha bir belirleyici ve gerçekçiydi.
Nureddin el-Zengi Hareketi’nin HTŞ koalisyonu içerisindeki konumu başından beri muhataralıydı. Haziran başında Zengi’nin liderlerinden Hasem el-Etreş, tweet atarak, muhaliflerin elindeki bölgelerde geçici hükümet kurulmasını, buralarda bütün silahlı grupların kendilerini dağıtıp bu hükümete tâbi olmasını önerdi. HTŞ önderliği, Etreş’i örgütün ilgili mekanizmalarında yargılanması için sevk etti, Etreş’in tweet’leri de kısa süre içinde silindi. Bu olayın ardından, HTŞ, savaşçılarının alt-örgüt isimlerini (meselâ “Zengi Hareketi”) kullanmalarını yasakladı.
Zengi Hareketi, Nusra’nın kendilerini HTŞ bünyesi içerisinde yavaş yavaş eriteceğinden ürkmüş olmalı. Ancak işin bir de genel nihaî tercihe ilişkin tarafı var. Artık Suriye’nin geleceği konusunda görüşmek üzere rejimle masaya oturmayan bütün örgütler, yakın bir zamanda yoğun Rusya bombardımanı altında kalacaklarını, Suriye ordusunun da kaçınılmaz olarak üstlerine geleceğini öngörüyor olmalı.
Simgesel bir olayla bitireyim: HTŞ’nin birkaç gün önce tamamen hâkim olduğunu ilan ettiği Serakib’de “medya aktivisti” olarak tanınan Musab el-İzzet, halkın Nusra’ya yönelik protestoları sırasında örgüt militanlarınca vuruldu, öldü. Cenazesine (kırmızı yerine yeşil şeritli) ÖSO bayrağı örttüler. Bir gün önce kasabadaki radyo vericisinin üzerinde dalgalanan ÖSO bayrağı Nusra’cılar tarafından indirilmişti.