Türkiye ve AB ilişkilerinde “sorumlu kesinti” zamanı
Avrupalı liderler, Türkiye ile ilişkiler konusunda “toplu” bir karar vermekten ve bunu beraberce uygulamaya koymaktan çekiniyor

22.10.2017
Avrupa Birliği liderleri, bir zirveyi daha geride bıraktı. 19-20 Ekim'de Brüksel'deki "Dış ilişkiler" başlıklı bu zirvede, "Türkiye" başlıca konuydu ve bakalım bu zirve, ardında Türkiye için ne bıraktı?
Her şeyden önce, "kararsızlığın kararlılığını"…
Bu ne mi demek?
Avrupalı liderler, Türkiye ile ilişkiler konusunda "toplu" bir karar vermekten ve bunu beraberce uygulamaya koymaktan çekiniyor. Çekinmek ötesinde de bunu başaramıyorlar ve böyle de bir hedefleri yok, olamıyor.
Buna da çok şaşırmamak lazım; neticede, Avrupa Birliği'nin liderleri de, seçimle işbaşına gelen ve son kertede öncelikle kendi ülkelerinin iç politikasına endeksli politikacılar.
İronik biçimde, Türkiye'ye karşı "yaptırım" için ortak tavır alınması konusunda en çok inisiyatif alan AB ülkesi Almanya olmaya başladı. Evet, Avusturya başta olmak üzere, eleştiri dozunu daha yüksek tutan ülkeler olsa da Almanya Şansölyesi Angela Merkel'in Türkiye'ye karşı geçmişteki tavrı düşünüldüğünde "nereden nereye" demek mümkün.
Brüksel'de 19-20 Ekim'de gerçekleşen AB liderleri zirvesinden Türkiye hakkında çıkan en önemli ve somut karar ise, katılım öncesi ortaklığa yönelik AB fonlarının "sorumlu biçimde kesilmesi".
Fonlar kesilecek ama ne kadar?
"Sorumlu biçimde kesme" ne anlama geliyor?
Normal şartlar altında Türkiye, 2018'de, AB'nin ortak bütçesinden 500 milyon euro destek alacaktı. Bu tutar, 2014-2020 dönemi için tahsis edilen Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA) Fonları'nın, yani 4,453.9 milyar euro'nun bir kısmı. Her sene de aşağı yukarı 500 milyon euro'luk bir bütçe, Türkiye'nin kullanımına açılıyor; ama, nitelikli proje bulunamadığı için zaten bu meblağın önemli bir kısmı geri gidiyor.
Zirveden çıkan "sorumlu kesinti"nin de, özellikle "politik" alanda verilen fonlardan yapılması öngörülüyor. Politik alanda verilen fonlar ne demek? Hukuk devleti ve temel haklar alanında gerçekleştirilecek projelere verilecek maddi destekler demek.
"Evvel zaman kalbur saman içinde", yani AB ile tam üyelik müzakerelerinde "düşük yoğunluklu" da olsa nabız varken, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde çalışan bürokratların ve Anayasa Mahkemesi, Adalet Bakanlığı ve yargı mensuplarının (hâkimler ve savcılar) eğitimi gibi konularda AB destekli birçok proje yürüyordu. Öte yandan da, "politik" başlık altında, "vize serbestisi" için İçişleri Bakanlığı tarafından AB desteği ile projeler gerçekleştiriliyordu.
"Vize serbestisi" ve "hukuk devleti-yargının bağımsızlığı" gibi konular "tarih olduğuna" göre, geriye zaten ağırlıklı olarak istihdam-tarım-altyapı gibi "teknik" konular kaldı. Bu alanlarda da, ince elenip sık dokunacağı söylenebilir.
IPA fonlarının "sorumlu biçimde kesilmesi", resmen kesilmemeleri ama fiilen tahsis edilmemeleri anlamına mı geliyor?
Açıkçası, bu mümkün.
AB, "havuç ve sopa" politikası uygulamak istediğinde daha sert davranabiliyor. Örneğin, Ekim başında Moldova'ya verilen AB kredi ve fonları 2017-2018 için, "taahütlerin yerine getirilmediği gerekçesiyle" tamamen kesilmişti. Yaklaşık 100 milyon euro tutarındaki AB fonları, Moldova gibi bir ülke için oldukça önemli.
2013'te de AB Komisyonu, kamu ihalelerinde yolsuzluk yapıldığı gerekçesiyle, Bulgaristan’ın üyelik sürecinde yaptığı ödemeleri durdurmuştu. Bulgaristan'a yapılan kesinti, o dönemde 1 milyar euro'yu buluyordu.
"Tam kesintiden" ziyade "sorumlu kesinti" söylemi, Türkiye'ye yönelik bir nevî arkadan dolaşarak, fazla "yüz göz olmadan" fiilî kesintilere gidilebileceği mesajını da taşıyor olabilir. Tabii, bu noktada, bu tutarın "işleyen", yani verilmesi garanti fonlardan düşülmesi başka bir şey; zaten, geri dönecek fonlardan kesilmesi ise başka birşey. Ayrıca, Türkiye'deki bağımsız insan hakları örgütlerinin AB tarafından desteklenmesi gibi de bir hedef var. Yani, politik fonların, insan hakları örgütlerine aktarılması biçiminde…
AB, üyelik sürecine giren ülkelerde, fonların dağıtılması işini, "müstakbel üyesi" olacak devlete bırakıyor. Fonların, "devlet" atlanarak, doğrudan sivil toplum kuruluşlarına verilmesi, aslında üyelik müzakereleri başlamadan önceki sürece geri dönülmesi demek. Ancak, bu duruma Türkiye'deki hak örgütlerinin de çok sıcak baktığı söylenemez. Zira, zaten "Büyükada vakasından" sonra hedef haline dönüşmekte olan insan hakları örgütleri, böyle bir uygulamanın kendilerini daha da "incinebilir" konuma düşüreceğini öngörüyorlar; ve hiç de haksız değiller.
Kesintiler konusunda bir ses de, 25 Ekim Çarşamba günü Avrupa Parlamentosu'ndan gelecek. Türkiye'ye yönelik söylem konusunda en sert AB kurumu olan Avrupa Parlamentosu, tahsis edilecek fonların 50 milyon euro seviyesinde düşürülmesini ve eğer Türkiye tarafında "düzelme olmazsa" da, 30 milyon euro daha inilmesini teklif etmişti. Avrupa Parlamentosu'nun alacağı kararın AB Komisyonu veya ülkeler açısından bağlayıcılığı yok ama olumsuz bir kararın, Türkiye konusunda "negatif algının" sabitlenmesi sürecinde bir eşiğin daha atlanmasına neden olacağı söylenebilir.
Merkel'in Türkiye konusunda rota ve fikir değişiklikleri
Angela Merkel'in Türkiye'ye yönelik tavrında büyük değişiklik oldu dedik. Bu şöyle bir değişiklik: Mart 2016'da Türkiye ile "Mülteci Anlaşması" yapıldığı dönemde, Şansölye Merkel ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu'nun iletişimi oldukça iyiydi. Hattâ, bu tartışmalı anlaşmanın ortaya çıkışında, Merkel'in Davutoğlu'nun özel daveti ile Brüksel'deki Türkiye Büyükelçiliği'nde (Hollanda Başbakanı Mark Rutte'nin de katılımıyla) yediği akşam yemeğindeki paslaşmaların etkisi büyüktü.
7 Mart 2016'daki AB liderleri zirvesi sonucunda çıkan "Mülteci Anlaşması" yol haritası, sadece Almanya ve Türkiye tarafından "çığır açıcı" olarak nitelenmişti. O dönem, AB’nin diğer güçlü ülkelerinden Fransa ve Britanya, Almanya’nınki gibi bir “anlaşma” hevesi de yoktu. Hattâ, AB ülkelerinden bazıları, Almanya’yı, zirve öncesi Türkiye ile başbaşa buluştuğu için “açık vermekle” suçlamıştı. Financial Times gazetesi de, zirveye saatler kala Reuters’a sızan "Mülteci Anlaşması" taslağı için, “Almanya ve Türkiye’nin taslağı” nitelemesini kullanmıştı.
Mart 2016'dan bu yana köprünün altından çok sular aktı. O zirveden bu zirveye, Davutoğlu siyaset sahnesinden büyük ölçüde el çekerken (veya bakış açısına göre çektirilirken), Fransa'da da bir lider değişikliği yaşandı ve Cumhurbaşkanı François Hollande'ın yerini Emmanuel Macron aldı.
Merkel de, hedeflediği gibi 25 Eylül 2017'deki seçimler sonucu dördüncü (ve son kez) Şansölye olabilecek oyu toplayabildi; ama bu arada Türkiye'ye karşı siyasi çizgisi de hayli değişti.
Eylül başında, Merkel'in seçimlerdeki başlıca rakibi Sosyal Demokrat Parti lideri Martin Schulz ile kapıştığı siyasi tartışma programı "Das TV-Duell"de, Şansölye tarafından beklenmedik bir çıkış yaşanmıştı: Merkel, bu programda "Türkiye'nin asla Avrupa Birliği’ne alınmayacağını" söyleyivermişti. Evet, Merkel'in, baştan beri, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinden ziyade, "ayrıcalıklı ortaklığına" sıcak baktığı biliniyordu. Ne var ki, daha önce Türkiye'ye AB üyeliği kapılarını bu kadar sert biçimde kapattığı da olmamıştı. Dahası Merkel, bu programda, yeniden Şansölye seçilmesi takdirde, diğer AB ülkelerini de "Türkiye ile müzakereleri durdurmaya ikna edeceği" vaadinde bulundu. Gerçi Merkel, Türkiye'nin AB üyesi olmasını hiçbir zaman desteklememişti. Ancak, bu seçimlere kadar müzakerelerin durdurulması gibi "yaptırımlardan" bahsedilmesinden yana da olmamıştı.
Reuters'in zirve esnasında yayınlanan bir haber analizinde, AB diplomatları kaynak gösterilerek şu yoruma yer verildi: "AB'nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın artan otoriterliği ve muhaliflerine yönelik geniş çaplı baskıdan ötürü kaygılı olmasına rağmen; Merkel, şimdi yeniden seçildiği için, Türkiye'nin on yıldır süren üyelik çabasının resmen engellenmesinde ısrarcı olmayacak". Bu yorumda, "masanın tersine döndürüldüğünü" ve AB'nin kaygılarına rağmen Merkel'in seçim vaadinden geri adım atacağının iddia edildiğini görüyoruz.
Gerçekten böyle mi durum?
Zirvede, IPA fonlarının "sorumlu biçimde kesilmesini" masaya getiren Merkel idi. Almanya'nın bu teklifini Belçika ve Hollanda da destekliyordu. 19 Ekim Perşembe günü, zirvenin ilk gecesi liderlerin yemeği ertesi gazetecilerle buluşan Merkel, Türkiye ile üyelik müzakereleri konusunda AB'nin ortak tavır alması gerektiğini düşündüğünü söylemekle yetindi. Ve Türkiye ile diyaloğun bir şekilde devam etmesi gerektiğini düşündüğünü de sözlerine ekledi. Konu Gümrük Birliği konusuna geldiğinde ise daha netti: Merkel, AB'nin Türkiye ile Gümrük Birliği Anlaşması'nı güncellemesinin söz konusu olamayacağını düşündüğünün açıkça altını çizdi.
Merkel'in Türkiye ile diyaloğun bir şekilde muhakkak devam ettirilmesi vurgusuna karşılık, üyelik müzakerelerinin durdurulması konusunda aceleci davranmaması aslında biraz da kendi ülkesindeki siyasi durumun netleşmesi beklentisine dayanıyor. 2 Kasım'da Bundestag'a giren partiler ilk kez bir araya gelecekler ve ondan sonra da, Aralık ayına kadar uzaması beklenen koalisyon görüşmeleri başlayacak.
Merkel'in koalisyon ortakları beklendiği gibi Liberaller ve Yeşiller olursa, yani "Jamaika Koalisyonu" kurulursa, Ocak ayından itibaren Almanya'nın Türkiye yönelik söylem ve tavırları da daha da sertleşebilir diyebiliriz. Ve bu zirvenin de açıkça ortaya koyduğu; Macron gibi yeni bir güç odağı lider yükselse ve AB ülkeleri arasında çok farklı görüşler olsa da hâlâ, Avrupa Birliği denince "eşitler arasında birinci olarak" ön plana çıkan ve sözü geçen lider Merkel.