Üç İstanbul (1)
Adnan, bir nakıs teşebbüs müdür? Bu romanın ruhu, roman kişilerinin çizgilerini olumsuz durumlar ile sonuçlandırmak üzerine midir?
07.10.2023
Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul adlı romanı ve İstanbul şehri üzerine konuşacağım. Çok bölümlü olacak, uzun sürecek. Edebiyat eleştirmeni değilim. Okurken düşündüklerini yazan bir okurum.
Üç İstanbul, basım tarihi 1938 olan bir roman. Bir yayınevi, kitabın tanıtım bülteninde şu özeti veriyor:
“II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin toplumsal ve kültürel dönüşümlerini konak, yalı ve köşklerin içinden yansıtan Üç İstanbul romanı, geniş kişi repertuvarıyla XX. yüzyıl klasiklerimiz arasında benzersiz bir yere sahiptir. Mithat Cemal Kuntay, imparatorluk dağılırken değişen hayatların yeni yapılar karşısındaki direnç ve zaaflarını en üst düzey bürokratlardan başlayarak toplumun her kesiminden örneklerle kuşatıcı bir şekilde, büyük bir ustalıkla anlatır.”(Everest Yyn.)
Başka bir yayınevinin şu notunu da aktarmak isterim:
“Üç İstanbul bir dönemin tanıklığı olmanın ötesinde, getirdiği yeni anlatım teknikleri ve başarılı ruh çözümlemeleriyle Türk romanına önemli açılımlar kazandırmıştır.” (Oğlak Yyn.)
Meşrutiyet nedir, mütareke nedir?
Bir karacahil olarak Meşrutiyet ve Mütareke kavramlarını açmaya ihtiyaç duyuyorum. Osmanlı’da iki adet Meşrutiyet olduğunu uzaktan bakışla biliyorum. Birinci Meşrutiyet 1876–1878 arası Anayasal Monarşi dönemidir. Padişah yürütme organı, Meclis-i Umumi ise yasama organıdır. II. Abdülhamid bu dönemi 30 sene askıya alır. Askılı döneme “istibdat” denir. İkinci Meşrutiyet ise 1908–1920 arasıdır. 1908’de Anayasa (1) geri döner ama 1920’de Sultan Vahdettin, Meclis’i kapatır.
Mütareke Dönemi ise 1918-1922 yılları arasıdır. I. Dünya Savaşı’nın kaybedenlerinden olarak Osmanlı’nın nihayetidir. Bize ilkokullarda öğretildiği kadarıyla; “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini. Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” yıllarıdır.
* * *
“Üç İstanbul, Abdülhamid’in son yıllarında başlar ve mütareke yıllarında biter. Romanda vezirler, paşalar, jurnalciler, hocalar ve genç aydınlarla bunların karıları ve sevgililerinden oluşan bir sürü kahraman vardır. Fakat tüm roman, bir imparatorluğun çöküşünü tüm kuşkuları, özlemleri ve iç çelişkileriyle benliğinde yansıtan Adnan’ın kişiliği etrafında kurulmuştur.”(2)
Bir özet-takdim’e yazı başlangıcı için ihtiyaç vardı. Ve Adnan’ın gel-git’li “iç”leri bizi mütemadiyen meşgul edecek. İzninizle ben, roman kişilerinin okuyucuya takdim ediliş cümleleriyle ilgileneceğim.
Mesela:
“Şark odasının kapısı açıldı; gözünde tek gözlük, yakasında çiçek, genç ve buruşuk derisiyle tövbekâr bir orospuya benzeyen bir adam girdi: Süleyman.”
Önceliğim, yazarın roman kişilerine dair cümleleri olacak fakat mekanlar, nesneler ve eski kelimelere de kapılıp gidebilirim.
Semtler, mahalleler de beni meşgul edecek. Kitapta adı geçen semtlerin birçoğu, farklı zaman dilimlerinde de olsa benim de yaşadığım, adımladığım semtler. Küçükmustafapaşa’da doğdum, Kasımpaşa’ya bakarak büyüdüm. İşim düştü Kocamustafapaşa’ya, Cerrahpaşa’ya yürüdüm. Ayaspaşa’dan Dolmabahçe’ye indim. Haydarpaşa’dan yola çıktım vs.
Bu nedenle zaman zaman İstanbul’u özne kılıp veya bir cümlenin çağrışımlarına kapılıp romanı araçsallaştırabilirim. Umarım, Kuntay’a ve romanı sevenlere saygısızlık etmiş olmam.
Adnan: Roman’ın “esas oğlanı”
“Güzel çocuktur.” Aksaray’da validesi ile yaşamaktadır. Bir gazeteye makaleler yazmaktadır. Darüşşafaka’dan sonra, “Dün hukukta son doktora imtihanını vermiş”tir. “Yıkılan Vatan” adlı bir romanı yazmak ile meşguldür:
(Adnan) “Sildiği satırların yerine sahifeler yazdı. Kendini, (satırların üzerlerini) çizerken bir müellife, (yeni satırlar) yazarken bir başka müellife benzetiyordu. İnsanın kendisi olması ne kadar güçtü!”
Yazıya başlarken “roman kişilerinin okuyucuya takdim ediliş cümleleriyle ilgileneceğim. Önceliğim bu cümleler olacak” demiş idim. Fakat insanın kendisi olmasının güçlüğüne dair cümle ile bir süreliğine yoldan sapacağım.
“Kendisi olabilmek” meselesi ile romanda sık karşılaşıyoruz:
“93 muhacirlerinin İstanbul camilerinde ve caddelerinde neler çektiklerini görmemişti. Bu görmediği şeyleri müellif olduğu için yazıyordu. Bu yazılar ‘muhacir’in kelimeleri ve satırlarıydı; muhacirin kendisi değildi. Kâğıttaki muhacirle sokaktaki muhacir arasındaki farkı bilmiyordu.”
Kuntay’ın Adnan’a dair bu cümlesi “Yazdığın konu bizzat tecrüben değilse beyhude yazıyorsun” anlamı mı taşıyor? Yazmak eylemine dair bir uyarı mı, Adnan’ın şahsiyetine dair (sahicilik noksanlığı anlamında) bir ip ucu mu?
“Kendilik” meselesini romanın sonlarına doğru bir kere daha görüyoruz: “Fakat saçlar eksilirken, kıllar artıyordu, kendisinin karikatürüydü. Kendisi kendisinin müstehzi hatırası!.. Yüzü kendi asıl yüzüyle alay ediyordu.”
Son alıntıdaki “kendilik” diğerlerinden farklı olabilir. Gençliğinde “güzel çocuk” olan Adnan, artık sona yaklaşmaktadır. Fakat yolun sonuna gelmişken, artık “olabilmek” için vakit kalmamışken, kaçınılmaz olarak “olmuşken” bile tam yerine oturmayan bir durum, bir olmamışlık/olamamışlık hali var Kuntay’a göre.
Adnan, bir nakıs teşebbüs müdür ömrühayatı ile? Niye? Kuntay, Memleket yanarken saçlarını tarayan biri olarak mı kabul etmiştir Adnan’ı? Romanının baş kişisini cezalandırmak gibi bir amacı mı vardır? Bu romanın ruhu, roman kişilerinin çizgilerini olumsuz durumlar ile sonuçlandırmak üzerine midir?
Sorularımın anlaşılabilmesi için kısa bir özet vereyim: Adnan yoksuldur. Hem beğenmeyip hem de onun gibi olmak istediği Saray adamı Hidayet’in konağına sık gelir gider. Hidayet jurnalcidir, Adnan bunu kabul etmekten kaçınır. Hidayet, Adnan’a Maliye Nazırı’nın kızı Süheylâ ve Erkânıharp Reisi’nin kızı Belkıs için hocalık işi bulur. Yani elimizde aşağılardan gelen ve yukarılarda gözü olan, fakat idealizmi nedeniyle bunu inkar eden bir roman kişisi var. Ayrıca idealizmi de kuşkuludur. Ve Süheylâ ve Belkıs olarak iki kadın arasında kalmıştır. Hatta Adnan kadınlar arasında kalmıştır. Belki de Adnan külliyen bir arada kalma halidir. Ne demişti Kuntay:“İnsanın kendisi olması ne kadar güçtü!”
Acaba XX. yüzyılın ilk çeyreğinde “kendisi olabilmek” diye bir mesele entelektüel camiada dolaşımda mıydı? Cümleye takıldım, çünkü vaktiyle bir yerlerde; “İnsanın kendisi sandığı kişi, koşulların dayattığı tercihlerin sonucu, bir kurgu olabilir” şeklinde kavruk bir cümle kurmuş idim. (Hisli Kirpi, İletişim Yyn..)
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat adlı kitabına dair bir söyleşide aşağıdaki cümleleri içeren bir soru ile karşılaşıyor:
“… ‘Geniş insanlıkla temas’ı tutkuyla arzulayan Tanpınar’ın –farkında olmadan– nasıl bir ‘daraltılmış insanlık’ anlayışına – ‘öyle zenci, Çinli filandan pek hoşlanmam’– kendisini hapsettiğini ve bunun ‘kendisini yeniden yaratmak’ arzusuna bariyer oluşturduğunu (…) anlatıyorsunuz.”
Gürbilek’in uzunca cevabının son cümleleri şöyle:
“(…) Karşımızda bir modernleşme kuramcısı değil, bir yazar var çünkü. Türkiye’de ‘kendini yapmak’ denen şeyi önemseyen ilk değilse de en önemli yazar.”(3)
Kuntay’ın “İnsanın kendisi olması ne kadar güçtü!” cümlesinden hareketle buraya kadar geldim. Oysa belki de Kuntay, Adnan için bu cümleyi kurarken bir varoluş meselesini felsefi olarak kurcalamak derdinde değildi. İnce istihza (ironi de derler) ile karakteriyle oynuyordu. Mesela aşağıdaki paragrafın son cümlesi gibi:
(Adnan) “…el yazısını bile birtakım meşhur adamlarınkine benzeterek bu yaşa kadar kaç defa değiştirmişti. Fakat en çok imzasına eklediği kuyruğu seviyordu. Ancak romanını Mısır’da geçici bir imza ile bastıracağı için üstüne adının kuyruklu klişesini koyamayacaktı. Mahzun oldu. Böyle felaketlere üzülecek kadar iyi kalpli idi.”
Ayrıca Kuntay, Adnan’a “hasırlı fes”i uygun görüyor. Rivayete göre hasırlı fes’i, züppe ve zıpçıktılar giyer. Rivayette doğruluk payı var ise Kuntay, Adnan’ı bir fes ile çoktan harcamıştır.
Lakin romanın sonlarına doğru, İmparatorluğun en uzun yüzyılı yeni bir yüzyıla evrilirken, aylar geçip de İttihat ve Terakki’nin Sadrazam’ı, Adnan’a telefon etmezken, “O zaman bütün hasretiyle Ankara’ya inandı. (…) Adnan üç yüz liranın yirmi lirasıyla da gizlice astragan bir kalpak aldı; evde kütüphanesine kilitledi.”
Erken konuşuyorum ama kendi çapında bir kurnaz ile karşı karşıyayız galiba. Kurnaz olduğu kuşkulu, çünkü çoğu zaman şuursuz. Yazarının elinde oyun hamuru gibi bir karakter, kılıktan kılığa giriyor.
Konuya devam edeceğim..
***
1- Anayasa Hamamı: “Bu hamam, Yenişehir’in günümüze ulaşan en önemli yapılarından Meşrutiyet Hamamı idi. Bugünkü adı ile Hürriyet Hamamı. Lakin Ermenice olan asıl ismi Pağnik Sahmanatrgan, yani Anayasa Hamamı’dır. Hamamı yaptıran kişinin adı Levon Ağa olarak geçer ve İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra düzenlenen Anayasa’ya atfen bu ismi verdiği bilinir.” (Fesi Düşürmeden, Pakrat Estukyan Anlatısı, Haz. Elif Atalay, İletişim.)
2- Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, Afa, 1991.
3- Nurdan Gürbilek ile söyleşi, İrfan Aktan-Yücel Göktürk, Express, sayı 173, Güz 2020.