Üç İstanbul (2)

“Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.”

İLHAMİ ALGÖR

14.10.2023

Üç İstanbul’un baş karakteri Adnan, “Yıkılan Vatan” adlı bir roman yazmaktadır. Bu romanda neler yazmaktadır?

“Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: Doksan üç muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.”

”Doksan üç muhacirleri”, 93 Muharebesi/Harbi denilen, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşından kaçıp İstanbul’a sığınan insanlardır. Savaş bitiminde:

“Nihayet 1294 (1878) Şubat’ının 19’uncu Pazartesi günü Ayastefanos’ta bir Ermeni’nin köşkünde (*) Grandük Nikola ile Hariciye Nazırı Saffet Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun battığını alaturka saat on birde tasdik ediyorlar: 93 muharebesi bitti; Ayastefanos muahedesi imzalanıyor. Sarayda ziyafet verilirken İstanbul sokaklarına sandık, yastık, bohça, muhacir yığılıyordu. Fesli iskeletler; paltosu ile ölenler; iki gözden ibaret yüzler; bohçalaşan kadınlar … Cami kapılarının meşin perdelerini iterek taşıyorlar. Her gün beş binle on bin arası muhacir geliyor ve çoğu gömleğinde yatıyor.”

Adnan da muhacir çocuğu olarak İstanbul’a gelmiştir. Babası Lofçalı Miralay Salim Bey Edirne’de şehit düşmüş, Adnan, annesi ve teyzesi ile İstanbul’a gelmiş, Müşir Sait Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısına sığınmışlardır. Adnan 8 yaşındadır. Kuntay nedense Adnan’ın yaşı ile ilgili bu detayı verir.

Adnan, yazmakta olduğu romanı Mısır’da bastırmayı düşünmektedir : “Romanını bir gün Mısır’da bastırırken, bu fasıldaki vaka şahıslarının isimlerini değiştirecek, anasına ve kendisine başka adlar bulacak; fakat babası öldüğü için onun ismine dokunmayacaktı.”

Adnan’ın romanı ile Mısır ilişkisi başka bir sayfada yine belirir: “O, el yazısını bile birtakım meşhur adamlarınkine benzeterek bu yaşa kadar kaç defa değiştirmişti. Fakat en çok imzasına eklediği kuyruğu seviyordu. Ancak romanını Mısır’da ariyet (geçici) imza ile bastıracağı için üstüne adının kuyruklu klişesini koyamayacaktı. Mahzun oldu. Böyle felaketlere üzülecek kadar iyi kalpli idi.”

Neden Mısır? Mısır’da kâğıt, matbaa giderleri mi düşüktür? Veya sansürden mi kaçmaktadır? (1) Rauf Mutluay’ın 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı adlı kitabında şöyle bir cümle var: “…bir iki eserini ancak Mısır’da bastırabilen Süleyman Nazif”…

Mithat Cemal Kuntay’ın evinde, misafirleri ile bir arada görüldüğü 1924 tarihli bir fotoğrafta [kapaktaki fotoğraf] Süleyman Nazif de görülmektedir. S. Nazif kimdir?

(Süleyman Nazif) “II. Abdülhamid yönetimine karşı mücadele edebilmek için 1897’de Paris‘e kaçtı. Yurda dönüşünden sonra II. Abdülhamid tarafından vilayet mektupçusu sıfatıyla Bursa‘da ikamete memur edildi. Bu dönemde Mısır‘da İmzasız Risaleler’i yayınlanmış ve Servet-i Fünûn dergisine de dedesinin ismi olan İbrahim Cehdî müstearı ile yazılar göndermişti. 1906’da ilk şiir kitabı Gizli Figanlar’ı imzasız olarak Mısır’da bastırdı.” (Wikipedia)

O devirde Mısır’a nasıl gidildiğini merak ettim. Biraz bakındım. Britanyalı Moss Steamship Company (Liverpool) şirketi ve Amirot Vapur Kumpanyası, İs­tanbul-İzmir-Beyrut-İskenderiye hattında çalışıyorlar.

Bir de Şeref Vapuru var. Abdülhamid karşıtlarını tutuklu olarak taşımış, nakletmiş bir vapur:

“1897’de, Tıbbiye, Harbiye, Mühendishane talebeleri, doktorlar, piyade, topçu subayları, yani kalabalık bir grup genç, çeşitli yerlerden toplanarak Reşit Paşa Divanıharbi’ne verildiler. (…) Nihayet bunlardan 78 kişi, gizli teşkilât kurmak suçundan mahkûm olurlar. Padişah, hepsinin Fizan’a sürülmelerini emreder. (…) Trablus’a Şeref vapuru ile gönderildikleri için, yakın tarihimizde bunlara ‘Şeref Kurbanları’ denilir. Sürgünler Trablus’a varırlar. Fakat o vakit, deveyle ancak iki ayda gidilen Fizan’a, bu 78 kişiyi sevketmek bile bir meseledir. (…) Neticede bunların hapis ve sürgünlüklerini Trablus Kalesi’nde geçirmelerine irade çıkar.” (2)

Trablus (Libya), romanda sık sık karşımıza çıkar: “…Bu ölünün evinde insanlar ne kadar iyi yürekliydi. Bir curnalle tıbbiye talebesini Trablusgarp’a sürdüren adam bile bu cenaze çıkacak evde ne kadar masum yüzle oturuyordu.”

Adnan da İstibdat yıllarında İttihat Terakki ile yazışmaları nedeniyle tutuklanır, Trablus’a sürülür: “Eczacı Karnik iki gün evvel Adnan’ın Trablusgarb’a sürüldüğünü de fısıldamıştı.”

Adnan, 1908 – Meşrutiyet’i Abdülhamid’i devirdikten sonra gücünü kaybeden –bir zamanlar dibinden ayrılmadığı– Hidayet ile tartışırken:
“Daha Abdülhamit zamanında, Trablusgarp’ta hekim, hastane, eczahane, posta, mektep, hep ltalyan’dı. Ve bütün Trablusgarp, Osmanlı İmparatorluğu’nun, telgraf teli Malta’ya bağlı bir sürgün yeriydi.”

Roman, Adnan’ın Trablus günlerine değinmez. Adnan gitmiş ve dönmüştür:
“O zaman Trablusgarp’ta sürgünüm diye anamın cenazesini dört hamalla bir şair kaldırdı! Bu ne memlekettir Süheyla!”

Jönler adlı kitabın (İletişim Yyn.) yazarı Bekir Fahri de Trablus sürgünüdür. Sürgün sonrası Mısır-Kahire’ye geçer.

Mısır, Üç İstanbul romanında eşyalar olarak karşımıza çıkar:
(Hidayet’in konağında) “Napolyon’un Mısır dönüşünden sonra ortaya çıkan modanın yuvarlak çizgileri ve paslı tunçlarıyla bütün eşya bir hükümet kadar resmi. Mısır Kölemenleri’nin tunç sarıklı heykelleri koltukların, kanepelerin kollarını ve bacaklarını kucaklıyor; yeşil ipeklere işlenen altın arılar kanatlarını açmış titriyorlar.”

Belli ki bir Mısır rüzgârı esiyor. Moda olarak çıkar: “Bu Şark odasının tavanından ay doğabilirdi. Moiz’in karısı Raşel, kulaklarının pembe uçlarından uzanan iki uzun yeşil küpeyle, bir Mısırlı kadın kıyafetinin sırmalı ipeğine bürünmüş ayakta duruyor…”

Seçkinler olarak çıkar: “Adnan yanılıyordu. Eldivenler doğruydu. Hilal-i Ahmer’de çalışan Mısırlı Prenses Bahire –Prens Hasan’ın karısı– bunları Süheyla’ya hediye vermişti.”

Dağıstanlı Hoca adlı karakterin ağzından Abdülhamid eleştirisi olarak çıkar:
“Şarkî Rumeli’yi veriyor, Mısır’ı veriyor, Bosna’yı, Hersek’i veriyor. On padişahın aldığını bir padişah verdi; aldırmıyor, uyuyorsun.”

Romanın sonlarına doğru, zenginliğini, nüfuzunu yitirmiş Adnan’ın düşüncelerinde çıkar:
“Her gün herkese kızıyordu; Bütün düşenler gibi. Bugün en çok Mısır Prensi’ne kızdı: Prens Hasan onu bir defa gelip sormamalı mıydı? Yoksa bu odaya gelmek kibrine mi dokunuyordu? Fakat kibir onun nesine? Onun Hıdiv İsmail’i bile Abdülaziz’in arabasının kapı tokmağını tutarak Mısır çöllerinde yayan koşmuştu.* Bunu düşünürken Adnan, Sultan Aziz kadar mağrurdu.”

Ve yukarıdaki (*) işaretinin açıklayanı olarak bizzat Kuntay’ın kitaba düştüğü dipnotunda çıkar:
“Süveyş Kanalı’nın açılma resminde Sultan Aziz Mısır’a gittiği zaman Mısırlı İsmail Paşa onun arabasının kapı tokmağını tutarak yayan yürüdü. “

*

Mısır, roman boyunca bizi ve İstanbul’u meşgul edecektir. Şimdilik şuraya Mısır başlığı altına girebilecek, İstanbul’da halen mevcut ihtişamlı iki malikane bırakalım: Biri, Çubuklu sırtlarında Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın malikanesi; diğeri ise validesi Emine Hanım’a Abdülhamid tarafından hediye edilen Bebek sahil sarayıdır.

Bu yazıda, Mısır ve Trablus merakıma yenilip romanın ana akışından biraz uzaklaştım. Aslında hem romanın içinde kaldım fakat nasıl olduysa hem de uzaklaştım. Bir sonraki yazıda Adnan, Aksaray semti ve Kuntay’ın Adnan takdimleri ile ana akışa döneceğim.

***

(*) Dikran Kapamacıyan’ın Yeşilköy’de Çekmece Caddesi’ndeki köşkü. (Kuntay’ın dipnotu)

1- Abdülhamid karşıtı yayınlar Mısır’da almış yürümüş ki özel tedbirler almak gerekmiş: “Sultan II. Abdülhamid’in Saltanat Döneminde Mısır Menşeli Muzır Neşriyat ve Devletin Aldığı Tedbirler (1876-1909)”. Bolat, Bengül – Osman Furkan Aslan (2020) Karadeniz Araştırmaları.

2- Ş. S. Aydemir, Enver Paşa, c. 1, s. 255, 1972 – Aktaran Atiila Özkırımlı, Bekir Fahri, Jönler kitabından (İletişim Yyn.)

Ek Not: “II. Meşrutiyet’i hazırlayan çeşitli siyasî ve fikrî örgütlenmeler, basın-yayın etkinlikleri Paris, Cenevre, Kahire gibi merkezlerde yoğunlaşır.” (Bekir Fahri, Jönler kitabından.)