Üç İstanbul – Adnan ve Aksaray semti (3)
Adnan, kafası ve ruhu karışık, kibirli, garazlı ve gururlu, içinde farkında olmadığı “iç”ler taşıyan biri.
21.10.2023
Romanın esas oğlanı Adnan, Aksaray’da (*) mütevazı ve hatta fukara bir evde hasta annesi ile yaşamaktadır:
“Aksaray’daki küçük ev … Kireç duvarlar … Yük dolabının çiçekli kapısı … Tahta öten merdiven … Sokak kapısından toprak avluya insanla beraber giren sokak … Odayı daha çıplak yapan zayıf pencere perdeleri…”
Ev, hanelerin birbirlerine yakın sıralandığı, karşı komşunun çok uzak olmadığı bir sokaktadır:
“Adnan ne vakit romanını yazmaya otursa mutlaka bir aksilik olacaktı: Ya Aksaray’ın bütün kedileri damda bir kadın meselesi çıkaracaklardı; ya komşunun kundaktaki çocuğu bir sistem dahilinde ağlayacaktı; ya karşıki evde karı koca kavgası yine başlayacaktı; ya sokakta akkâmlar kıyamet koparacaklardı…”
“Akkâm” kelimesi ilk kapılıp gitmemdir. Sözlüklere göre; “deve ile yük taşıyan kişi, deveci” demektir. 1960’lı yıllarda Yenikapı oduncularından odun alıp at arabası ile Haliç kıyılarına nakletmiş bir ailenin en küçük ferdiyim. Yani bu referans nedeniyle İstanbul şehrine dair “Ne devecileri, develer nerede?” şeklinde bir suali kendi kendime, sessizce içimden sorabilirim.
Aksaray’ı Adnan’ın validesi ile yaşadığı bir semt olmaktan çıkarıp kendi hafızama aldığımda, mesela Laleli-Aksaray hattı bavul, seks ticareti yılları geri gelir. Osmanlı’dan bu yana devlet ile ilişkisini iyi tutmuş Vanlı bir ailenin yeni nesil, para yemekten başka elinden iş gelmez bir oğlu, Aksaray’daki evinde kuzeyli kadın koleksiyonu yapar. Hatta polisler kadınları ekip arabası ile topladıklarında “Sizi karakola mı götürelim, Vanlı’nın evine mi bırakalım?” derler. Vanlı, kapıya teslim her kuzeyli kadın için polise nakit takdim eder.
Neticede hem Adnan hem Vanlı, aralarında yüzyıl olsa bile her ikisi de Pertevniyal Valide Sultan Camii’nin önünden geçmişler. Adnan İstanbul’a sekiz, on sene kadar önce gelmiş olabilse cami inşaatına tanık olabilir, şantiye şefi Bedros Kalfa ve dülger kolbaşısı Dimitri’yi çalışırlarken görebilirdi. (Son paragrafı, şehrin günümüze kalmış yapılarına emek vermiş kişileri anmak için yazdım.)
Çeşitli Adnan takdimleri
Adnan, okuyucuya birkaç cümle ile takdim edilebilecek biri değildir. Romanın başkişisidir. Çok sayıda kişi ile temas eder. Her temasta ruhunun nağmeleri veya gıcırtıları değişir. Bu temaslar farklı ortamlarda gerçekleşir ve ortamlar/mekânlar birer baskın kişilik gibi kahramanımızı kuşatır. Yoksulluğu kıçına ve içine yapışık olan Adnan, sayfalar arasında her belirdiğinde ikircikli haleti ruhiyesini de peşisıra sürükleyip getirir. Bu nedenle temas ettiği kişiye, temas mekânına ve o anki ruh durumuna bağlı olarak her defasında yeniden takdim edilir. Mesela:
“Odacı, efendisinin olmadığı yerde efendisinin çehresiyle gezen her uşak gibiydi. Adnan, adama sinirlendi. O, çocukluğundan beri kibirliydi; fakat, bir müddetten beri, fukaralığın kibriyle birleşen gençliğin kibri –gözlüğünün camıyla büyüyerek– gözlerinden taşıyordu. Ve zaten ötedenberi kendi talihsizliğine garazdı ve bu garaz başkalarının yanında gurur oluyordu.”
Veya:
“Hilaliyle bir kubbe gördüğü vakit, damarlarındaki ecdat kanıyla sarhoş olan Adnan daima bu Koca Ragıp Kütüphanesi’nin serin karanlığına kendinden geçerek dalar, kitap camekanlarını kuşatan demir parmaklığa alnını dayar, düşünür; sonra Koca Ragıp’ın (1) cenklerde bile koynunda taşıdığı beyaz kılapdanlı kitabın (2) kabını öper, içine Ragıp’ın kendi eliyle yazdığı haşiyeleri (dipnotları) okşar; sonra kubbeden sarkan dört tahta avizenin siyah püsküllerini, iskemleye çıkıp parmaklarıyla kımıldatırdı ve kütüphaneye her girişinde, sarışın yüzü, kırmızı bayrağa sarılmış ölü gibi sararırdı.”
“damarlarındaki ecdat kanı” vurgusu, kabileciliğin, milliyetçiliğin düşkün olduğu “kan birliği” kabulünden mi gelmektedir? Yoksa bu vurguda yine ince istihza mı vardır? Soruyu, aşağıdaki paragrafla birlikte tekrar ele alalım:
“…Adnan, bu İstanbul’daki Hidayet’in konağında tunçlu koltukların, sırmalı kitapların, tek gözlüklerin, yemek listelerinin sahte, yalınkat, boyadan ibaret Avrupa’sından –kendi de farkında olmayarak– bıktıkça Şair Raif’in, Koca Ragıp lahdinin içindeki gizli şarka kaçardı. Şimdi bu şaire, bu kabre bir dost daha ilave etti: Maliye Nazırı’nın kızı Süheylâ’yı.” (“… kendi de farkında olmayarak” ifadesi ilginç. Yine karşılaşacağız farkında olmamak ile.)
Galiba Kuntay, Adnan’ı “hilalli kubbe, ecdat kanı, gizli şark” dünyası ile “sahte, yalınkat, boyadan ibaret Avrupa” arası bir çelişkiler salıncağında sallıyor.
Bu gerilimli ikilemi az çok biliyoruz. Doğu–Batı gerilimi olarak biliyoruz. Emperyalist-kapitalist Batı’nın, Batı dışı/çeperi toplumları soymak iştahını, tabiatını, naturasını, fıtratını biliyoruz. Soyulmak istemeyen toplumların direniş reflekslerini, dinamiklerini ve direnme sürecinde yaslanmaya ihtiyaç duydukları kavramları, değerleri biliyoruz. Direnen toplumların bazen zihnen ve kalben geçmişe uzanarak oradan enerji toplalamaya çalıştıklarını biliyoruz. Ancak günün problemlerini, geçmişin değil, o günün düşünüş ve eylemlerinin çözdüğünü de biliyoruz. Adnan’ı salladığı ikileme bakarak söylüyorum, bence Kuntay’da biliyor. (**)
Adnan’a dair tanımlar roman ilerledikçe çeşitlenerek devam ediyor. Ve bu tanımlar bize ince ince bir Adnan çiziyor. Şu ana kadar aktardığım tanımlardan bir Z raporu alır isek: Adnan, kafası ve ruhu karışık, kibirli, garazlı ve gururlu, içinde farkında olmadığı “iç”ler taşıyan biri.
Üç İstanbul romanından hareketle romanı ve İstanbul’u didiklemeye devam edeceğim. Sanırım “didiklemek” kelimesi yaptığım şeye daha uygun düşüyor.
Biraz da yazarın sesini, romanına dair düşüncelerini duyalım:
“Ben üç devri ev ve insan örnekleriyle göstermek istedim. İnsanlar evleriyle karmakarışık dururlarsa bir devri çok güzel ifade ederler. İstanbul’da on-onbeş tane prototip ev tanırım. Avrupalı olmak isteyen gülünç ev; Avrupalı olan milliyetsiz ev; kütüphanesiz ağıl ev, vs…” (3)
**
(*) Mithat Cemal Kuntay, orta okulu Aksaray’da okumuş. Liseyi ise Vefa İdadisi’nde. Benim de mezun olduğum lise.
(**) Batı’nın kapitalist fıtratı artık küreselleştiği için Doğu-Batı diye bir gerilim hattı kaldı mı sizce?
1. Koca Râgıp Paşa, Osmanlı sadrazamı, diplomat, şair ve tarihçi
2. Sefinetürragıp
3. Göktürk, H. İ.,Mithat Cemal Kuntay, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987.