Üç İstanbul, Aksaray – Şişli hattı (7)
Gezegendeki yoksul-varsıl çelişkisi, Avrupai-onursuz ve yerli-milli onurlu çatışma formülüne ihtiyaç duymaz. 3. Dünya işi bir formüldür bu.
18.11.2023
Bir önceki, “Adnan ve iki cepheli İstanbul algısı” başlıklı yazıyı şöyle bağlamıştım: “…asri Beyoğlu, Şişli muhitleri ile geleneksel İstanbul muhitlerinin karşı karşıya getirilmesine, Suat Derviş’in “Aksaray’dan Bir Perihan” ve Selâhattin Enis’in “Zaniyeler” romanları ile devam edeceğim.”
Zaniyeler, 1914-1922 yıllarını içerir. Fitnat, Aksaray da oturan genç, güzel kadındır. Üç İstanbul’un Adnan’ı da Aksaray’lıdır. Fitnat’a Konyalı tiftik tüccarı bir talip çıkar. İstanbul’da evlenir Konya’ýa giderler. Meram Bağlarında bir yaz, Konya’da bir kış geçer. Fitnat, üşütür, hastalanır, sinirleri bozulur. Ruhu daralır, İstanbul’u özler. Doktorlar hava değişimi tavsiye eder, biner trene İstanbul’a gelir.
Bir teyzesi vardır, Münevver. Şişli’de, vurguncu tüccar zengin bir koca, lüks bir ev, kalabalık sofralar, kalburüstü konuklar, gecelere katılan alemci kadınlar ile yaşamaktadır. (*) Münevver, Fitnat’a öğütler verir. Fitnat’ın ağzından dinleyelim:
“Pısırıklığı bırakmalıymışım. Hayat demek, yalnız tasalı oturmak, hele Aksaray’ın sapa bir köşesinde kaplumbağa gibi teknesi altında bütün dünyadan uzak yaşamak değilmiş…”
1915 Nisan. Bir gece vakti Fitnat ve Aksaray:
“Evimde ve için için soluyan İstanbul’un tam ortasındayım. Gece sonsuz bir genişlikle derin ve loş. Yalnız zaman zaman karşımızdaki komşumuzun patiska perdeleri üzerinde bir çocuk salıncağının hayâlini görüyor ve zaman zaman hazin bir ninni sesinin gecenin sessizliği içinde uzanan ezik ve yorgun ahengini dinliyorum.”
Patiska perdeler, çocuk salıncağının hayali, ezik ve yorgun aheng… Asri Şişli-Beyoğlu hattının diğer ucu. Oysa Şişli’de ışıl ışıl avizeler, “Nikel-kübik mobilyalar, Duvarda yağlı boyalar…” Üç İstanbul’un Adnan’ı da kubbe hilalleri ve minarelerde, patiska perdeler ahengini bulurdu.
Fitnat Şişli’deki evin bir gecesine tanık olur:
“Zaman zaman çiftler hâlinde masa başından biri ikisi kayboluyor, sonra yüzler pancar gibi, saçların tuvaleti bozulmuş, yorgun adımlarla tekrar masanın başına dönüyorlardı. (…) Zorlukla bu utanmaz sürünün içinden kurtularak, başıma içkinin vurmuş olduğu bahanesiyle kendimi odama attım.“ (Ertesi gün, Aksaray’daki) “Eve geldiğimde annemin itirazları ve babamın asık suratıyla karşılaştım. (…) Annemin sözlerini hiç cevaplamadan sonuna kadar dinledim. Yalnız kendisine; böyle bir şeye asla meydan vermiyeceğime inanması gerektiğini söyledim. Bu yalanı söylerken, dudaklarımın gerildiğini hissediyordum. “
Fitnat’ın, Adnanvari iç çelişkileri başlamıştır.
Mayıs 1915, Fitnat’ın günlüğü: “Bugün Beyoğlu’na çıktım. Münevver teyzeme rastlıyacağım heyecanıyla kalbim çarpıyordu. Onu görmekle görmemek arzusu arasında bocalıyordum. Eğer rastlarsam sanıyordum ki, beni elimden tutacak ve tekrar beni oraya, Şişli’ye çekip götürecektir. Bu durumda inanıyorum ki, karşı koyamıyacak ve onun arkasından dudaklarım ‘Bırak teyze, bırak beni’ demesine rağmen ayaklarım uslu uslu oraya sürüklenecekti. (…) teyzemin evindeki hayata karşı içimde garip bir çekicilik duyuyorum.”
Adnan ile Fitnat’ı ara sıra romanlarından alıp, yan yana getiren, çay kahve masasında veya meyhanede sohbet ettiren bir anlatı kurabilir miyiz? Doğu-Batı, Modern-Geleneksel vs ikilemlerin kahramanlarını bugünde bir araya getiren bir anlatı. Belki çelişkiler üzerine konuşurlar:
Adnan: “Çelişki dediğin insanı bir ucdan öbür uca savuran bir salınımdır.” Fitnat: “Küçük çelişkilerde hafif salınırsın, büyük çelişkilerde yeri gelir salıncağın ipi kopar.”
Çelişkili yapıların bir seçeneği de başka bir kimliğe evrilmek olabilir. Fitnat’ın içinden başka biri çıkacak mıdır? Veya “başka biri” diye bir şey var mıdır?
Aksaray’da Bir Perihan
Tefrika romandır. 1962-63 yıllarında Gece Postası gazetesinde tefrika edilmiş, 1997’de kitaplaştırılmıştır. (Oğlak Yyn., Haz. Zehra Toska) Romanın ana karakterleri Nuri, Perihan ve Gülter’dir:
“Osmanlı asilzâdesi bir aileden gelen, iyi eğitimli ve yumuşak karakterli Nuri; Aksaray’dan yani daha düşük sınıftan gelen ama tüm görgüsüzlüğüne rağmen hırsıyla yumuşak huylu kocasına hükmeden Perihan; Nuri’nin annesinin cariyesi (…) kölesi olarak yetişen ama 1908 sonrasında kölelik kaldırılınca köyüne dönerek evlenen Çerkez Gülter.” (Erol Köroğlu, Sunuş)
Nuri ile Perihan’ın ilk tanışmalarında/sohbetlerinde Aksaray semtinin adı geçer :
(Perihan) “…Sonra acayip bir gururla ilave etti: ‘Nişantaşı’nda oturur.’ Zenginler ve kibarlar semtinde bir akrabasının oturduğunu ona söylemekten gurur duyuyor gibi bir hâli vardı.
(Nuri) “Siz de Nişantaşı’nda mı oturuyorsunuz?”
(P.) “Hayır, biz Aksaray’da oturuyoruz.” Yüzü, bu modası geçmiş esnaflar semtinde oturduğunu itirafa mecbur kaldığı için bozulmuştu. Kendisince küçüklük olan bu şeyi tashih etmek için ilave etti: “Eskiden, yangından evvel orada bir konağımız varmış, yangından sonra yerine bir ev yapmışlar, ev var diye oradan ayrılamıyoruz.” Nuri’nin bu teferruata ehemmiyet vermediğini görerek, söylediği konak yalanına inanmadığını zannederek bozuldu.”
*
Üç İstanbul’un Adnan’ı, Zaniyeler’in Fitnat’ı ve Aksaray’da Bir Perihan’ın Perihanı’nı, asri/modern ve geleneksel çelişkisi ekseninde eşitlemeyeceğim. Evet bir çelişki ekseninden söz edilebilir ama karakterlerimiz o eksenin önünde birirlerine nazaran eşit bir durumda değiller. Eşit olmayanlara eşit davranmak, eşitsizliktir. (Ayrıca yazarlarına da saygısızlık olur.)
Adnan ve Fitnat’ın hikâyeleri, modern ve “sefih” Şişli – Beyoğlu’nun karşısına minareli ve patiska perdeli semtleri çıkarırken, sınıf çelişkilerinin üstünü örten Avrupai x Yerli-milli çatışmasını kullanıyorlar.
Perihan da yoksul semt ve lüks semt ayrımı yapıyor, bu farklar altında eziliyor ama Perihan “felsefe” yapmıyor. Perihan aç ve hırslı:
“Perihan’ın içini yiyen, onu dünyaya küstüren bir şey daha vardı. Doğduğu ev! Bu evin bulunduğu mahalle çehre değiştiriyor fakat bu ev eski kara cephesiyle onların arasında dikilip duruyordu. Mahalle modernleşmişti.”
Perihan’ın modern-geleneksel çelişmesinde salınmasına gerek yok. Modernlik, mimari/konut olarak Perihan’ın çevresini sarmış, fakat o geri kalmıştır. Kim olsa yeni ve parlak olana özenir ve kendi griliğine canı sıkılır. Fakat Perihan çok sıkmış kendisini:
“Perihan bütün bu ev yapanlara haset ediyordu. Bu, onların bu evlerde daha konforla yaşadıklarını düşünmekten ileri gelmiyordu. O, bu evlerde yaşayanları çok yüksek tasavvur ediyor, kendilerinin bu yüksekliğe erişemediklerini gördükçe pek bedbaht ve âleme küskün oluyordu. Perihan için en büyük şeref zenginlikti.”
***
Gezegendeki yoksul-varsıl çelişkisi, Avrupai-onursuz ve yerli-milli onurlu çatışma formülüne ihtiyaç duymaz. 3. Dünya işi bir formüldür bu. Mesela bakınız, 1950-60’ların Napoli’sinde, kenarın çocukları merkeze iniyorlar ve:
“Genç erkeklere değil, kızlara, genç hanımlara bakıyordum: bizden kesinlikle farklıydılar. Sanki onlar başka bir hava solumuşlar, başka yemekler yemişler, başka bir gezegende giyinmişler ve yürümeyi gergin tül üzerinde öğrenmişlerdi. Ağzım bir karış açık kalmıştı. Üstelik ben onların giysilerini, ayakkabılarını, varsa gözlük tiplerini incelemek için olduğum yerde duruverirken, onlar yanımdan gelip geçiyor, beni sanki hiç görmüyorlardı. Beşimizden hiçbirini görmüyorlardı. Biz algılanamıyorduk. Ya da ilgi çekmiyorduk. Ve hatta olur da birinin bakışı üzerimize düşerse rahatsız olmuşçasına hemen başka tarafa dönüyorlardı.” (Elena Ferrante, Napoli Hikâyeleri)
Bu görmezden gelme, bu hor görme, şu sınıfsal kibir şeysi ve sebep olduğu ruh çizikleri, Annie Ernaux’un Seneler kitabında da var:
“Ortaokul yılları boyunca aynı sırayı paylaştığımız, sonrasında çıraklığa verilmiş ya da meslek kursuna kaydolmuş bir arkadaşımıza rastladığımızda durup da onunla konuşmak aklımızdan bile geçmezdi. Aynı şekilde, kış sporlarından yüksek sosyal konumunun nişanesi olan güneş yanığı tenle dönen noterin kızı da okul dışında bizim yüzümüze bakmazdı.”