Üç İstanbul’un bazı/diğer kişileri (4)

Şair Raif, şair ve muhalif. Saray yanlısı, çıkarcı, dalavereci şahsiyetlerden uzak duran, susarak konuşan bir adam.

İLHAMİ ALGÖR

28.10.2023

Şair Raif, romanın ilk sayfalarında belirir: “Penceresiz, kapısız bir namusun inzivasında kendisini hapseden bu zehirli adam…”

Veya: (Adnan) “Raif deminden beri susuyordu. Onun yalnız gözleri konuşur, dinlediği şeyleri kendi kendine ret yahut kabul eder, cevap vermeyi fazla görür, vereceği cevaplarda kibir, dava bulur, susardı.”

Ya da: “Bu Raif zaten acı adamdı; tesadüfen güldüğü olursa, yüzü rahatsız olurdu. Dostlarını her gün muayene eder, dünkü adamı bugün aynı adam bulmazsa, bırakır kaçardı.”

Kuntay’ın kişileri sunuş dili, yalın ve güçlü. Beni etkiliyor. Şair Raif, şair ve muhalif. Saray yanlısı, çıkarcı, dalavereci şahsiyetlerden uzak duran, susarak konuşan bir adam. Veya susarak konuşan bir insan. Bazı karakter yapılarında cinsiyet ikincil kalabiliyor.

Şair Raif, Mehmet Âkif Ersoy imiş. Tanıştıklarında Kuntay 18, Ersoy 30 yaşında. Sağlam bir dostlukları olmuş. Kuntay’ın “Mehmet Akif Ersoy: Hayatı Seciyesi Sanatı” adlı bir kitabı var. (Everest Yyn.  Editör: Seda Çakmakçıoğlu Şan)

Kitap elimde yok. Kitaba dair bir makale (1) okudum, şu iki satır dikkatimi çekti:  “Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir!” (Mehmet Âkif)

Ve: “Mithat Cemal bir gün jurnal edilir ve nezarethaneye alınır. Bunu duyan Akif ise çok üzülmüştür. Ona yardım etmek için büyük çaba gösterir.”

Kuntay ile Âkif’in yakınlıklarını düşününce “Penceresiz, kapısız bir namusun inzivasında kendisini hapseden bu zehirli adam…” ifadesi beni daha çok etkiliyor. Kuntay’ın diline ve zihnine biraz daha yakın hissediyorum kendimi.

Kuntay’ın, Üç İstanbul romanında Şair Raif olarak, Hayatı Seciyesi Sanatı adlı kitabında ise Mehmet Âkif Ersoy olarak aktardığı kişinin huyu suyu, davranışları, tanıdığım bazı kişileri çağrıştırıyor. Yani 1800’lerin sonlarında doğmuş, 1900’lerde ölmüş birinin karakter özellikleri bana uzak gelmiyor.

*

Hidayet, Adnan’ın yakın irtibat halinde olduğu, hem dibinden ayrılmayıp hem de gıcık kaptığı kişidir: “Cağaloğlu’ndaki konağında ‘Saray adamı Hidayet’ yatak odasından çıkıyor; salonunda ‘Cön Türk Hidayet’e gidiyordu.”

Veya: “Hidayet 27 yaşında, bâlâ (*) rütbeli ve Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet adamlarındandır. Gündüz saraydan para alır, gece saraya söver. (…) Bir adam hem bir Avrupa dili bilir, hem Beyoğlu terzilerinde giyinir, hem de padişaha söverse konağında ona antika bir koltuk verirdi. Kendi gibi ehemmiyetli adamları saraya curnal ederdi.”

Ya da: “Adnan’ın ‘Yıkılan Vatan’ adında siyasi bir roman yazdığını duyunca Hidayet ona salonlarını açmış, gitgide dost olmuşlardı. Yalnız Adnan’ın ucuz terziden giyinmesine, Hidayet, bir türlü alışamıyordu.”

Adnan’ın Hidayet’in gerçekliğinden kaçışına dair: “…bir ucuz kadını tiksinmeden öpmek için karanlığa muhtaç olan adam gibi Hidayet’in içyüzünü görmemek için her şeye gözlerini kapıyordu.”

“Hidayet’i hem beğenmiyor, hem onun gibi olmak istiyor, Şair Raif’i beğeniyor,  onun gibi olmak işine gelmiyor, çırpınıp duruyordu.”

Kuntay Adnan’ı bir yoksul olarak varsıla özendirir, muhalif/idealist bir genç olarak üst tabakalara özendirir. Adnan’ı içi ve dışı olarak her daim ikiye böler. Ayrıca Adnan’ın içini de ikiye böler. Sonuçta Adnan’ı önce yükseltir sonra yere çakar, yıkıma götürür. Bunu İstibdat dönemi, 2. Meşrutiyet günleri, İttihat ve Terakki yönetimi, İstanbul’un işgali, Ankara Hükümeti gibi tarih/toplum zeminlerinden geçirerek yapar.

1950’li yıllarda Sadri Alışık’lı Ah Güzel İstanbul’un Fatma Girik’i de gecekondudan gelip “yırtmaya” çalışan fakat başaramayan biriydi. Şener Şen’li Muhsin Bey filminin Uğur Yücel’i de kendine parlak bir yol çizmeye çalışırken intiharın eşiğine gelmişti.

Her iki filmde de toplumun, zamanın değişiyor/değişmiş olması anlatının dokusuna sinmiştir. Benim burada beceriksizce söylemeye çalıştığım şey kendilerine yol çizmeye çalışan anlatı kahramanlarının sonlarının pek hayırlı olmadığıdır. Neden? Toplumcu gerçekçi olduğumuz için mi? Sadece bu mu?

Üç İstanbul’a dönüyorum. Romanın bazı/diğer kişileri konusuna. Hidayet ile sık karşılaşacağız. Bu nedenle kısa kesiyorum. Hidayetin yanında bir konağın müştemilatları gibi her daim mevcut iki adamı vardır.

Hususi Katip Sacit: “Kalın kaşı Ermeni, sivri bıyığı Rum, yanağı kokona, sesi haremağası, Düyun-ı Umumiye’de kalem şefi ve Hidayet’in konağında Hususi Katip Sacit aynaya baktı. Tırnaklarını ceketinin iki yakasında, fotinlerini pantolonunun iki baldırında cilaladı: Berberden sokağa fırladı.”

Has adam olarak Sacit’in konukların arkalarından konuşarak Hidayet’i eğlendirmek gibi meziyetleri de vardır: “Ve Sacit evvela Adnan’ın siyah pantolonundan dilini çıkaran sarı pabuçlarıyla, sonra Müstantik Behçet’in kalın saat kordonuyla eğlendi.”

Hidayetin kıdemli dalkavuğu Süleyman: “Şark odasının kapısı açıldı; gözünde tek gözlük, yakasında çiçek, genç ve buruşuk derisiyle tövbekar bir orospuya benzeyen bir adam girdi: Süleyman.”

Adnan, Sacit’i de, Süleymanı’da sevmez.

*

Sakallı Vasfi. İhbarcı, sevimsiz bir adam. Adnan ile beraber hukuk tahsil etmiş. Adnan tarafından sevilmediğine -bu sonuca durduk yerde kendi kendine vararak- inanmış, bu nedenle Adnan’a düşman kesilmiş: “Vasfi karanlık sakalında bıçak gibi parlayan tebessümle Adnan’a bakarak düşünüyordu, günü gelecek, ona gösterecekti.”

Adnan’ı ihbar eder. Hatırlı kişilerin araya girmesi ile Adnan, Zaptiye’de yatıp çıkar : “Sakallı Vasfi’ye, curnali için Zaptiye Nazırı sade teşekkür etti. O kadar! Vasfi şaştı: Bu curnalcilik denen şey bu kadar ehemmiyetsiz miydi? Herkesi vali, elçi yapan bu kağıtların kıymeti bu kadar düşmüş müydü? Kısa bir teşekkür için mi alem hafiyelik ediyordu? Bunda bir yanlışlık olacaktı.”

“Adnan’ı Arap İzzet Paşa’nın kurtardığını bilmeyen Sakallı Vasfi onu üç günde hapisten çıkaran Zaptiye Nazırı’nı  nihayet saraya curnal etti ve bir hafta sonra Taife kaymakam oldu. (…) Vasfi, hemen valiyi curnal etti ve hemen Sivas’ta bir sancağa mutasarrıf oldu.”

Vasfi, hızını alamaz, rüşvet vs her çeşit namussuzluk ile zenginleşme otobanına girer. Hızı ayyuka çıkar. Adliye Nazırı, kayd-ı hayat şartıyla Vasfi’yi azleder: “Vasfi’nin beş senelik sakalı adının yarısıdır. Çünkü, o devirde “hakim” demek “sakallı ve namuslu adam! ” demekti. Adiiye Nazırı’nın aradığı bu iki şarttan, bir aralık, Vasfi’de yalnız sakal kalmıştı; bu yetmezdi, işinden atıldı.”

Vasfi atıldığı görevden zenginleşmiş olarak İstanbul’a, Fatih Sofular Mahallesi’ndeki evine geri döner. Daha dün, tramvaya bimek için bakkaldan borç alan Vasfi, mahalleyi hediyelere boğar. Mahalleli dün aşağıladığı herife bugün meftun olur. Meftunluk hali bir süre sonra Vasfi hanesinin zenginliğine gıcık kapmaya, haneyi yine karalama ve aşağılamaya dönüşür.

Kuntay’ın, mahallelinin duygularını, davranışlarını sığırcık sürüsünün dalgalı uçuşu gibi resmetmesi ilginç. Edebiyat veya sinemada ana aktörler dışında kalan, adları belirtilmeyen, mahalleli, semt halkı vb gibi çoğulluk/kalabalık içinde eritilen, figüranlaştırılan insanlar böylece güruhlaşıyorlar. “Güruh”un  kütlevi dalgalanışlarında mizahi bir tad var ama insanın içinden gülmek gelmiyor. Bence değersizleşiyorlar, nesneleşiyorlar.(**) Şahsen ben, başımıza ne geldi ve gelmekte ise insanın değersizleştirilmesine bağlıyorum.

Sakallı Vasfi boktan bir herif fakat romanın bu gibi kenar kişileri ilgimi çekiyor. Onları başka bir anlatının baş kişisi olarak görüyorum. Bunu oyun olarak yapıyorum. Oyun olarak bakınca Vasfi’yi  karısı Seniha, mahalle halkı, yüksek tabaka ile ilişkileri vs ile birlikte alıyorum.

Böylece Vasfi anlatısının içinde başka anlatılar yuvalanıyor. Mesela karısı Seniha’nın, bir kadın sever olarak istibdat ve meşrutiyetten bağımsız, gizlilik içinde yarattığı dünya: “Sakallı Vasfi evde olmadığı zaman Seniha, Melahat, bir de sık gelen Bohçacı Hayriye birbirlerinde yüzüyorlar, uçuyorlardı.”

(Kuntay’ın Melahat tanımı: “Bıyığı terlemiş bir aşiret reisinin oğluna benzeyen esmer, kıllı Melahat”)

“Ve Melahat artık Bohçacı Hayriye’nin evindeydi. Bu evde erkeksiz aşkın tatlı alevlerine bütün göğsüyle yine dalmıştı. Bazı günler Seniha da geliyor, dişiler birbirlerinin vücutlarında kıvrılıp bükülüyorlardı. Geceleri ev, başka dişilerle doluyordu: Odalar yığın yığın kol, bacak, kalçaydı.”

(Adı geçen kadınların sadece kol, bacak, kalça olup olmadığını araştıracağım. Tekrardan bir okuma ile düşünce/duygularına, kendilerini ifade ediş biçimlerine odaklanacağım.)

***

(*) (Bâlâ rütbe nedir diye baktım, izahı biraz karışık geldi. II. Abdülhamit devrinde fazlaca dağıtılmış bir rütbe. + Curnal mekanizması, teşkilatlanması ilgimi çekiyor. Kadroları kimlerdir, tahsis edilen bütçe nedir bakmak isterdim. Serhafiye Çerkes Kabasakal Mehmed Paşa, romanda olumsuz bir tını ile geçiyor. + II. Abdülhamit’in silahşörlerinden birinin, Dümbüllü İsmail’in babası olduğunu okumuştum bir yerlerde.)

(1) (M. Cemal Kuntay’ın gözüyle Mehmet Akif, Doç. Dr. Kemal Timur, Dicle Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi Nisan 2014)

(**) Kalabalığa, kitleye ve sokağa güvensizlik içiçe geçmiş vaziyette. Halit Ziya Uşaklıgil’in Saray ve Ötesi adlı anı kitabından (YKY, Haz. Abdullah Uçman) bir gözlem aktaracağım. Kuntay’ın Üç İstanbul romanının geçtiği yıllara ait bir gözlem. Abdülhamit tahtan indirilmiş, yerine V. Mehmed Reşâd geçirilmiş ve Sultan Reşâd ilk selamlık alayına çıkmış. Saraydan çıkmış, görünür olmuş:

“İstanbul halkı, nasıl olursa olsun, kendisine bahşedilen temaşa fırsatlarından memnun olmaya alışkın ve hemen alkışlara onu selamlamaya müheyya (hazır, amade) olduğundan, daha dün, ilk önce Meşrutiyetin ilânını, Mebusan Meclisi’nin küşadını (açık, ferah), müteakiben irtica isyanını (31 Mart Vakası), Yıldız’da ve İstanbul’da parçalanan biçareleri, biraz sonra isyanı bastırmak üzere yetişen Hürriyet Ordusu’nu (Hareket Ordusu) aynı hararetle, aynı şetaretle (sevinç, neşe) alkışladığı gibi gene dün Abdülhamit’i nasıl alkışlamış idiyse bugün onun halefini de öyle şevk ve neşve ile alkışlıyordu.”