Ümit de bizi terkettiğinde
Afganistan’da 30 Nisan 2018 günü öldürülen 8 gazeteciye ve coğrafyamızın canlarını ve özgürlüklerini riske atan tüm gerçek gazetecilerine…
30.04.2018
Şair Arthur Rimbaud, "Tüm şairler kardeştir" diye yazmıştı.
Kendilerini bir "kardeşliğin" parçası görüyor mu, daha doğrusu görebiliyor mu başka aynı yetenekler, meraklar, meşgaleler, mesleklerin insanları acaba?
Bunun yanıtını sadece bilmiyor, iliklerimize kadar yaşıyoruz da…
Değil birbirlerini kardeş görmek, "aynı işin" insanları, çoğu kez birbirlerinden nefret ediyorlar. Değil bir ömre, birkaç asra yetenek nefretlerle yaşıyor ve ölüyoruz.
Hayatta hiç gitmediğim bir ülkeden, hiç tanımadığım bir coğrafyadan gelen bir ölüm haberi, birden bana hiç sahip olmadığım bir kardeşin kayıp haberi gibi geldi.
Afganistan'ın başkenti Kabil'de gerçekleşen çifte intihar saldırılarında, yaklaşık 30 kişi ölmüştü. Saldırının ikincisi, ilk saldırının haberini yapmak üzere olay yerine koşan gazetecileri hedef almıştı. Biri kadın, sekiz gazeteci bu tuzak saldırının kurbanı oldu.
Yar Muhammed Tokhi, Nowruz Ali, Ebadullah Alamzai, Gazi Rasuli, Salim Talaş, Ali Salimi ve kadın gazeteci Mahram Durrani.
Kurbanlardan biri de, fotoğrafçı Şah Marai idi.
Hiç tanımadığım Marai'nin ve diğer Afgan gazetecilerin öldürülmesi, simalarını dahi görmediğim bu insanlara yönelik bir "kardeşlik" duygusunu tetikleyici oldu.
Farklı bir coğrafyada, farklı şartlar altında, dünyanın en ünlü, bol ödüllü fotoğrafçılarından biri olabilirdi Marai… Altı çocuk babası gazeteci, gene de, 1990'ların ortalarından beri şartları zorluyor ve fotomuhabirliği yapıyordu.
1998'de, dünyanın en eski haber ajansı Agence France Presse'de çalışmaya başlamıştı.
O zamandan bu yana, Afganistan'da gazetecilik yapmanın ve dahası yaşamanın hikâyesini, bundan bir yıl önce yayınlanan, "Ümit de gittiğinde…" başlıklı bir yazı ile yansıtmıştı.
Marai yazısında, Taliban'ın "baskıcı" kelimesinin yeterli kalmadığı düzeyde ezici "düzeninde" yaşamanın, var olmanın zorluğunu, çok samimi biçimde, hiç de dramatize etmeden dile getiriyordu.
Ve tabii, Taliban'ın tahammül edemediklerinin başını gazeteciler çekiyordu.
Marai'nin ifadesiyle:
"Gazetecilerden nefret ediyorlardı, o nedenle her zaman gizli çalışıyordum –dışarı çıkarken her zaman geleneksel şalvarları giyiyor ve küçük fotoğraf makinamı, başıma ve boynuma sardığım örtünün altına gizliyordum. Taliban'ın kısıtlamaları, çalışmayı çok zor hâle getirmişti; canlı tüm varlıkların resminin çekilmesini yasaklamışlardı — insanlar da hayvanlar da olsa, tüm canlıların…"
Ve sonra, Taliban'ın kısa bir süreliğine de olsa Kabil'den çekilmek zorunda olduğu dönem:
"Ve sonra bir sabah, Taliban gitti; adeta havada yok olup kayboluverdiler. Görmeliydiniz. Sokaklar insan doluydu. İnsanlar adeta, gölgelerin arasından çıkıp yaşamın ışığında ortaya çıkıvermişti."
Ne var ki, Kabil'in "özgürlüğü" çok uzun süremedi. 2004'te Taliban, geri dönüşüne başladı. Kademeli olarak da, Kabil'in yaşamı yeniden cehenneme döndü; çünkü Taliban ve son dönemlerde de IŞİD saldırıları ile sokağa çıkmak imkansızlaştı.
Bugün de, Marai bir IŞİD saldırısının kurbanı oldu. Saldırı hem gazetecileri, hem de kimlik almak için güvenlik birimlerinin kapısında sıra olan kadın ve çocukları özellikle hedef alıyordu.
Bu saldırılar, Taliban'ın yeni başlattığını duyurduğu, "bahar baskını"nın ilk halkalarından…
Bizler de, çatışma coğrafyasında yaşıyoruz. Türkiye'nin içindeki şiddet ve çatışma ortamı malum. Ama hemen kapı komşusu, Suriye ve Irak'ta, IŞİD'ın bilfiil "Afganistanlaştırdığı" yerler oldu; hâlâ da bu tehdit geçmiş değil.
Marai'nin "Ümit de gittiğinde…" yazısında bahsettiği, "güvenliksiz" ve "karanlığın" çöküşünü; bir özgürlük ve (göreceli de olsa) barış döneminden sonra, şiddetin dönüşünün yarattığı hayalkırıklığını çok iyi anlayabiliyorum.
Ve ümit de hayatı terk ettiğinde, geriye gerçekten hiçbir şey kalmıyor.
23-25 Nisan 2018 günü, geçen hafta görülen Cumhuriyet Davası'nın karar duruşmalarında Murat Sabuncu'nun söylediği üç cümle vardı. Çok sade üç cümle:
"Özgürlük çok güzel bir şey, insan değerini kaybedince anlıyor. Cumhuriyet Gazetesi de, gazeteciler de her koşulda doğruları söyler ve hep böyle yaptık. Gazetecilik suç değildir."
Tıpkı Marai'nin yazısı gibi, samimi ve "oyuncaksız," olduğu gibi…
Evet, özgürlük çok güzel bir şey. Kaybedilince değeri anlaşılıyor, birçok başka şey gibi hayatta.
Afganistan örneğinde olduğu gibi, o özgürlükler bir gidince de, geri getirmenin kolay yolu yok. O yüzden elde kalanlara; özgürlüklere de, hayata da, sıkı sıkı sarılmak lazım.
Ve gazetecileri "düşman" gören, hedefine ulaşmak için her yolu mübah gören zihniyetlerin de ne büyük tehdit olduğunu anlamak lazım.
Marai ve Afganistan'da bugün, 30 Nisan 2018 günü öldürülen 8 gazeteciye duyduğum kardeşlik hissi gibi, ülkemizin ve coğrafyamızın canlarını ve özgürlüklerini riske atarak, haber, fotoğraf ve iletişim peşinde koşan tüm gerçek gazetecilerine de aynı bağı duyuyorum.
Son zamanlarda, beni çok yaralayan bir durum var: Türkiye'de hapisteki gazetecilerin sayısı katlanarak artıyor.
P24'ün verilerine son birkaç haftada baktığımda, önce 149, ertesinde ve 170 ve şimdi de 184 sayısı ile karşılaştım.
184 gazeteci demir parmaklıklar ardında…
Aralarında tanıdıklarım, sevdiklerim, tanımadıklarım, sevmediklerim olabilir; bu durum hiç önemli değil.
Önemli olan, mesele olan; gazetecileri sevmeyen, düşman gören zihniyet.
Rimbaud'nun, 19. yüzyılda şairler için yazdıklarını ben biraz değiştireceğim:
"İfade etmek, aktarmak: tüm gazeteciler, aynı şey için yaşamaz mı? Ben aralarından sadece birisiyim; ama bunun bir önemi var mı? Tüm gazeteciler kardeştir. Bu satırlar, inanç, sevgi ve ümidi ifade ediyor, aktarıyor."