Unutmak, hatırlamak, yüzleşmek…
Bizi “iyileştirecek” olan unutmak değil hatırlamak, bağışlamak değil yüzleşmek bağlamında hesaplaşmak ve sözcüğün en geniş ve gerçek manasında sahici bir barıştan yana kararlıca saf tutmaktır…

28.02.2025
Bazen aklınıza düşüyor mu sizin de; misal, siz deyin on ben diyeyim yirmi yıl sonra veya “gelecek” dediğimiz bir belirsiz zaman diliminde, geriye bakıp şu yaşadığımız dönemi, günleri nasıl hatırlayacağız acaba?
Geçmiş ve gelecek duygusunu yitirmiş olmak; bir bilinci, sadece bilinci de değil dünya görüşü, ilkeleri, sadece o da değil duygu ve duyarlılıkları, sadece o da değil değerleri muğlaklaşmış, yozlaşmış olmak halidir…
Geçmişiyle yüzleşmekten kaçınanların bir gelecek tasavvurları da yoktur, olmaz, olamaz; “var” diyene biraz yakından bakın, sahtekârın, yalancının, şarlatanın önde gidenidir…
Yüzleşmek, her yeri geldiğinde söyler, hatırlatırım; evet, kolay değildir, yürek ve cesaret gerektirir. Bunun için de sağlam bir muhasebe yapmış olmalı ve günü kurtarmanın ötesinde tutarlı bir gelecek tasavvurunuzun olması gerekir. Geçmiş, ancak bu yüzleşme cesaretiyle “geçmiş” olur, ayağınıza bağlı pranga olmaktan çıkar ve bir gelecek düşünün de ilhamı, gerekçesi olur…
Geçmişle hesaplaşmak, yüzleşmek ne “keşke” diye hayıflanmaktır, ne de o geçmişi sahiplenmekten kaçınıp orta yerde bırakmak, başkalarını suçlamak kolaycılığında kendi sorumluluğunu kamufle etmek utanmazlığıdır…
Geçmişle, geçmişiyle yüzleşmek, klişe bir tabir gibi görünüyor ama o süreçten olabildiğince hakkaniyetli ve kendini gizlemeden ders çıkarmak sorumluluğudur. Bir nevi kendini yıkıp yeniden yapılandırmak cüretidir…
Geçmişle yüzleşmeyi, misal, “özür dilerim” sığlığına indirgeyenden; geleceğe dair taşıdığı kaygı, kuşatma altında günü kurtarma kaygısı olandan; kendine “hayrı” yokken hayata ilişkin devrimci, dönüştürücü bir rol oynamasını beklemek, herhalde tuhaf olur veya bu, ancak çapsızların çaresizliği ile açıklanabilir.
***
Dikta rejimleri veya bu anlayışa sahip otoriter yöneticiler, feodal, bürokratik ağalar, yönettikleri kitlelere birçok biçimde bencillik, bireycilik, kendini ve günü kurtarma anlayışı empoze ederler. Bazen bunu anlam ve içeriğinden boşaltılmış sloganlar eşliğinde yaparlar. Günü kurtarma telaşında olanın ilkeleri, doğruları, değerleri yoktur çünkü, iradesi muğlaklaşmıştır. Başkalaşıma uğramıştır. Böylesi bir “yapıyı” yönetmek, kuşkusuz ki, kendini bilen, ilke ve değerleri olan, emeğine sahiplik etme bilinci canlı insanları yönetmekten daha kolaydır; en değme diktatörleri kıskandırırsın, 40 yıl el üstünde tutarlar…
Değerleri olmak, neticede bir felsefi duruş sorunudur. Felsefi temelleri olan sağlam bir duruşun yoksa, ortam ve koşulların nitelik ve durumuna göre bukalemun gibi renk değiştirmek kaçınılmazdır. Her şey “yolunda” gibiyken kendine “tanrısal” meziyetler bile vehmedersin. Sağcıyla sağcı, dinciyle dinci, solcuyla solcu, lazımsa feminist bile olursun, her kalıba girecek pelte kıvamında… İşler “ters” gidince, misal komünist, Stalinist partilerin geleneğinde, ters giden işlerin, yenilgilerin, bozgunların, gerçekleşmeyen hedeflerin sorumlusu hep “yetmez kadrolardır” elbette!
(Bakmayın Stalinist partilerin geleneğinde dememe, dönüp bizdeki “düzen” partilerine bakın, en yenilgili, başarısız durumlarda bile sayın genel başkanların “İşleri batırdım yahu” açıklığında sorumluluğu üstlendikleri özeleştirisel bir tutumlarını göremezsiniz. En yakın örneği, 2023 seçimleri sonrasındaki değerlendirmeleri hatırlayın…)
***
Hayatımızın “delikanlılık” zamanlarındaki “Başka bir dünya mümkün!” mücadelemiz için, “çocukluk işte” diyenler var. “Devrimcilik” ve “çocuk olma”yı birbiriyle eşdeğer görenler, belli ki yaşamın sürüklenen mecralarına kapılmış olmayı rasyonalize etmek çabasındadır. Ne var ki sürüklenenin “mücadelesi” boştur, anlamsızdır ve olumsuz bir anlam atfetmiş olsalar da, müesses nizama ve onun haksızlıklarına, zorbalıklarına itiraz etmek bir tür “çocukça” cesaret işidir gerçekten de.
“Çocukluktan” yana yenilgilerinden öğrenerek inadı olanlara, çocukluk düşlerine sırt dönmeyenlere, hayata karşı bir çocuk gibi heyecanlı, coşkulu, duyarlı ve “öğrenci” olanlara selam olsun…
Devrimcilik dediğim; kendinden başlayacak biçimde hayatı daha adil ve özgür kılmaya dönük, çeşitli boyutları bulunan bir dönüştürücü çabanın içinde olmak; gelecek duygu ve düşleri olmanın bugüne yansıyan etkilerini bir “ölçü” haline getirmek ve “büyümüş” olmayı, göğüslenmiş bedellerin deneyimi bir bilinç konusu olarak anlamlandırmak iradesidir…
***
Aklımızda olsun; Adorno, “Geçmişin işlenmesi” adıyla kavramsallaştırdığı “yüzleşme” pratiğini izah ederken, “Haksızlığa uğrayana yaraşan, her şeyin unutulup bağışlanmış olması tavrı, o haksızlığı işleyenlerin yandaşlarınca ortaya konmaktadır,” der.
Bizi “iyileştirecek” olan unutmak değil hatırlamak, bağışlamak değil yüzleşmek bağlamında hesaplaşmak ve sözcüğün en geniş ve gerçek manasında sahici bir barıştan yana kararlıca saf tutmaktır…
İçinden geçtiğimiz zamanın bazen “boğucu” olabilen yoğunluğundan sıyrılıp durumumuza ve nasıl bir geleceğe yürüdüğümüze “yukarıdan” bakmak, bir “muhasebe” yol ve yöntemidir. Nasıl hatırlanmak isteriz diye bir sorumluluk hissedenlere, naçizane, önerim olsun…
— Sorumlularının “Bin yıl sürecek” dedikleri 28 Şubat müdahalesinin yıldönümünde, başta 12 Eylül darbecileri bütün darbecilere lanet, kayıplarımızın anısına saygı tazelemeyi ihmal etmeyelim…