Uzaylı Yazılar 12: Bamya’nın Özgürlüğü.
Modern özgürlük, insanın kendisinden başkası olma özgürlüğüdür, kişinin kimliğinin sürekli değişmesi ya da…
11.01.2022
Batı sanatının ve edebiyatının hâkim düşüncesi, uzun yüzyıllar boyunca temsil (mimesis) idi – Auerbach’ın yeni (ve çok geç) çevrilen kitabına bakın, isterseniz! Temsil, bu sistemde, dıştaki kavranabilir gerçekliği, yani doğayı, taklit yoluyla başka bir yerde, başka bir yüzeyde kurma, bu gerçekliği tekrar tanınabilecek bir şekilde, malzeme, harf, ses kullanarak sunma edimiydi. Chauvet mağarasının duvar resimlerinden ikonalara, Zeuxis’ten Poussin’e, İlyada’dan İncil’e, Karacaoğlan’dan Monteverdi’ye… Malzeme kullanımının olduğu, şeylerin belirgince ortada olduğu, yani maddi bir dünyadaydık. Malzeme derken buna sesi de, harfleri de katıyorum. Bu temsil sistemi, ilk önce kendi içinde dönüşüme uğrayarak işlem alanına dıştaki gerçeklikten sonra iç gerçekliği, bir başka deyişle insanı oluşturan doğadan ziyade insanın kendine kurduğu doğayı, ruhun derinliklerini (o on dokuzuncu yüzyılda bir anda keşfediverilen bilinçaltını), kısacası birey denen öznenin duygu dünyasını, doğasını, zihnini, hayâllerini, sayıklamalarını, acılarını, neşesini kattı. Bu ikinci doğa, belki de her zaman, her resimde, bestede, metinde vardı, ama önde değildi, onların bir öğesiydi yalnızca, konusu değildi. Ve bu, Cézanne’dan, Woolf’dan, Schönberg’den itibaren, giderek, sanatın başat konusu, derdi, hatta ta kendisi olmaya başladı. Daha önce başladığına eminim, ama Virginia Woolf bu konuda nettir, kesin(e yakın) bir tarih bile verir 1924’de yazdığı Mr. Bennett and Mrs. Brown başlıklı denemesinde: 1910 yılının Aralık ayı! Belki biraz öncesi belki biraz sonrası.
Bu dönüşümü aslında teolojik bir kavramın çözülmesine borçluyuz: Erken modern ve modern dönem Avrupası’nda yani, on altıncı ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında hüküm süren “büyük varlık zinciri” (scala naturae) fikri çözülmeye başlar. Arthur O. Lovejoy’un ayrıntılarıyla anlattığı, bu bir zamanlar Avrupa tarihinin merkezinde yer alan fikrin aşamalı çöküşü, yok oluşu, Darwin’in Türlerin Kökeni'nin 1859'da yayınlanmasından önce ve sonra gerçekleşen bilimsel polemikler esnasında şahikasına ulaşır.
“Büyük varlık zinciri”, meşruiyetini Eski ve Yeni Ahit metinlerinin kesin doğru kabul edilişinden alan bir sınıflandırma sistemiydi. Önerme şuydu: Kâinatta, Tanrı tarafından yaratılışından bu yana, içinde tüm varlıkların hiyerarşik olarak sıralandığı, Mükemmel’den Sıradan’a giden bir zincirin olduğu bir düzen vardı. Bu zincir, cansız maddelerden bitkilere, hayvanlara ve insana, meleklere ve nihayet Tanrı’nın kendisine kadar uzanıyordu. Tabii, dünya üzerinde insanın çok ayrıcalıklı bir yeri vardı, öylesine ki, Leibniz, İnsan’ı, yeryüzündeki Tanrı olarak niteliyecekti, ama nihayetinde, hiyerarşi zincirinde meleklerin altındaydı!
18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, kutsal metinler ve teolojik-politik otorite tarafından tanımlanan insan ve toplumun geçmişinin anlatısı, kendisini zamansal bir uçurumun kenarında buldu, bu da derinleştikçe derinleşti. Daha önceleri spekülatif olarak söylenen şeylerin doğru olabileceği, olduğu anlaşıldı. Zamanın ve insanın geçmişine, dünyanın ve varlıkların yaratılışına ilişkin anlatı da, en kibar deyişle, hatalı idi. Spekülasyonlar, ilk önce kaya katmanları aracılığıyla kanıtlanmaya başladı; sonra, o katmanlardan yavaş yavaş açığa çıkan aletler, kemikler, insanlığın tarihine gölgeler, renkler, bilinmeyen bir dünya sundu. İnsan, maalesef kâmil yaratılmamıştı. Yaratıldığında konuşamıyor, iki ayak üzerinde yürümüyordu, zırt diye buğday yetiştirmemiş, kuzuları koyunları evcilleştirmemişti. Arkeoloji prehistoryayı, biyoloji evrimi, teoloji psikanalizi buldu. Ressamlar ile sanatçılar da, derin geçmişin keşfiyle beliren insanın bizatihi kendi doğasını, işlerine, temsil sistemlerine kattılar. Nasıl mı? Aristoteles’in dediğini yaparak… Bir şey olabilir olarak duruyor olabilir bir yerde, ama daha olmamışsa, o şey olabilme potansiyeli taşır (dynamis), eylem ise, bu olabilirliği güne taşır, güncel, görünür kılar (energeia).
“Büyük varlıklar zinciri” sistemine göre, şeyler ancak olabilecekleri şey olabilirlerdi. Daha basit söylersem, bu sistemde “ağaç çekirdekte bulunur”du ve ağaç ancak çekirdek hastalıklı değilse, toprak verimliyse, bahçıvan iyi sulamışsa, hava don yapmamışsa vs. var olabilirdi. Ya da bitki, tohumdaydı. Bu eski sistemde özgürlük, bir zeytin ağacının çekirdeğinin içinde var olan ama ancak ve ancak belirli koşullar altında iyi ya da kötü bir zeytin ağacı olabileceği bir özgürlüktü; ya da bir bamya tohumunun bamya olma özgürlüğü idi bu. Potansiyel olarak var olabilecek şey belli idi, o olabilirliğin güncelliğe taşınması ise, kendi varoluşuna ya da kararlarına bağlı değil, dıştaki dünyanın koşullarına bağlı idi. İncir çekirdeği, incir ağacı olmakta özgürdü, ama bu oluş, o özgürlüğü mümkün kılacak sürece ve dışsal etkenlere bağlı idi. Şöyle söyleyeyim, anlaşalım: Zeytin çekirdeği ancak zeytin ağacı olabilir. Koşullara göre dediğim gibi, sağlıklı olabileceği gibi, kavruk da kalabilir. Ama asla ve kat’a zeytin çekirdeğinden bir portakal ağacı olmaz. Rimbaud, “Ben, bir başkasıdır” derken, Pessoa “Yaşamak, başka olmaktır” derken, çok sevdiğim bir yakınım “Ben masa olmak istiyorum” derken, tam da bunun tersini söylüyorlardı: Zeytin çekirdeğinin portakal ağacı olma özgürlüğünü. Modern özgürlük, kesinlikle insanın kendisinden başkası olma özgürlüğüdür, kişinin kimliğinin sürekli değişmesi, geçmişteki kimliklerden ayrılma kararı ya da bu kimliklerin farklılaşması, silinmesi, kimliksizleşmesi. Kimsenin Gülü olabilmesi. Süreklilik ya da kesinti, aynı kalma ya da başka olma kararı: Modern özgürlük mümkünlerin gerçekleşebilir oluşudur. Bu özgürlüğü kullanabilmek, anlamlı, güzel ve iyi kılabilmek de dünyanın bütününü düşünmekten geçer. Bütününü, her tarafını ve her tarafın tüm geçmişini. Ve elbette, bu “ikinci” (yoksa, “üçüncü”nün eşiğinde miyiz?) tür özgürlüğün, hâlâ, hayata geçirilip geçirilemeyeceği de belli değil. Bir olasılık olarak önümüzde duruyor. Deniyoruz, yokluyoruz ama yerleştirebildiğimiz söylenemez herhalde. Umarım bir gün becerebiliriz. Ama, nasıl yapacağız? Kısıtlamadan, ama özgürlüğün, özgürlük karşıtlığına dönüşmesine izin vermeden, kimseye zarar vermeden? Sorun galiba özgürlükten ziyade, nasıl bir dünyada, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz. Dünya ya da toplum tahayyüllerimiz, tasavvurlarımız ne? Ne istiyoruz aslında, neyi nasıl istiyoruz? Ya da, ne istemiyoruz? Bir fikrimiz var mı? Olacak mı? Ya Bamya’nın biri bir gün plastik ve naylon ve yazılım ve yapay zekâ olmak ve Metaverse’de köle Bamya olarak yaşamak isterse? Ne yaparız?