Uzaylı Yazılar 15: Bir başka Uzaylı tabii, Baudelaire.

Belki de hiç bitiremeyeceğim, belki de bitirmenin gerekmediği bir çeviri denemesi. Kötülük Çiçekleri! Ya da Hasta Çiçekler, Acı Çiçekleri…

LEVENT YILMAZ

02.02.2022

Bu yazıları yazanın aslında bir şair, hayattaki her ediminin arkasında bir şiir derdi olan biri olduğunu biliyorsanız, ya da bilmiyorsanız da farketmez, şaşırmayın. 

Bir zamanlar, başka yerlerde, başka uzaylılar da vardı: Bizler o uzaylılarla akrabayız. Baudelaire mesela!

Dolayısıyla, bu hafta, sizlere, bir zamandır giriştiğim, neye benzediğini de anlamadığım, belki de hiç bitiremeyeceğim, belki de bitirmenin gerekmediği bir çeviri denemesi. Kötülük Çiçekleri!

Ama ben hep bir başka başlık arayıp duruyorum, hâlâ. Hasta Çiçekler, Hastalık Çiçekleri, Hastalıklı Çiçekler, Acı Çiçekleri, Acının Çiçekleri, Ağrı Çiçekleri – ve bu böyle gider. Bir bakın istedim, ilk üç şiire. Ne diyeceksiniz diye?
 

Okur’a

 

Zihnimiz işgal altında: salaklık, nekeslik, hata,

günah, içten içe kemiriyor vücutlarımızı, ve biz,

bitlerini, pirelerini besleyen dilenciler gibi

semirtip duruyoruz şirin pişmanlıklarımızı.

 

Günahlarımız dikbaşlı, tövbelerimiz pek salaş;

büyük paralara satıyoruz itiraflarımızı, sonra

aşağılık gözyaşlarımızın tüm pislikleri yıkadığını sanıp 

şen şakrak, düşüyoruz yeniden çamurlu yollara, vıcık vıcık.

 

Kötülük yastığında yatan büğülenmiş zihnimizi

beşikte uzun uzun sallayan o, Üç Kerre Büyük İblis,

irademizin bükülmez çeliğini buhara çevirip

yok ediveren alim kimyager de o. 

 

Ya bizi oynatan ipleri elinde tutan? O işte, Şeytan!

İğrenç şeylere bakıyoruz, baktıkça iştahımız kabarıyor;

dehşet mi, vız gelir, leş kokulu karanlıklardan geçiyor,

gün be gün, Cehennem’e bir adım daha yaklaşıyoruz.

 

Yaşlı bir orospunun şehit ve pörsük memelerini

emen, öpen, sömüren gariban bir sefih gibi,

biz de, arada, kaçak bir zevk kaldırıyor, onu da 

susuz bir portakal gibi, delicesine, sıktıkça sıkıyoruz.

 

Ikış tıkış, vızır vızır, bir milyon solucan sanki,

bir İfrit sürüsü beyinimizin içinde cirit atıyor,

oysa ne zaman nefes alsak, Ölüm, o görünmez ırmak

akıyor, aşağılara, sessiz, duyulmaz çığlıklarla…

 

Eğer tecavüz, zehir, hançer ve kundaklama,

daha işlemedilerse bizim acınası alınyazımızın

olduğu yavan kağıda ince hatlarını, hoş çizgilerini,

demektir ki bu, maalesef, ölmüş ruhumuzun ateşi.

 

Ama çakallar, panterler ve dişi tazılar,

maymunlar, akrepler, akbabalar, yılanlar,

uluyan, hırlayan, tırmanan, çığırtkan canavarların

dolaştığı bu soysuz fenalıklar bahçemizde,

 

bir tanesi var ki daha çirkin, daha adi, daha feci!

Öyle gürleyip ortalarda pek dolaşmaz amma, 

istese yeryüzünü çorak bir ülkeye çevirir bir anda

ya da, yutuverir dünyayı bir esneme esnasında;

 

Sıkıntıdır bu ! – tuzu kuru gözleri sahte yaşlarla dolu,

ağzında marpuç, aklında darağaçları, üfürür dumanı. 

Okur, tanıyorsun sen bu acaib, çıtkırıldım mahlûğu,

– Kalleş okur, – benzerim benim, – kardeşim!

 

 

Bunalım ve Ülkü

 

I. Hayır duası.

 

Şair, büyük güçlerin aldığı bir karar uyarınca

beliriverdiğinde bu sıkıntıdan patlayan dünyada,

dehşete kapılan annesi, ağzı küfür dolu, salladı

sıkılı yumruğunu ona pek acıyan Allah’a:

 

– “Ah! bir çıyan sürüsü doğuraydım da

bu hilkat garibesini doyurmayaydım!

Düşmüş rahme ceza bir kere, çekilecek,

Ama kahrolsun o kısa zevki tattığım gece!

 

“Madem ki kadınlar arasında bir beni buldun

kederli kocamın başının belası olayım diye,

madem ki atamam bu çelimsiz garibeyi

bir aşk mektubu gibi ateşlere,

 

“Sana duyduğum, bu içimi dolduran, yakan nefret

kötülüklerinin cisimleşmiş haline yönelecek,

bu zavallı ağacı öyle bir eğeceğim ki yaşken

o hastalıklı tomurcukları ömrübillah açamayacak!”

 

Böyle deyip yutuyor nefretinin köpüklerini,

ve, alınlara yazılmış olandan zerre kadar anlamayıp

Cehennem’in dibinde anaların işlediği suçlara ayrılan 

meydan ateşini hazırlamaya başlıyor kendisi için.

 

Oysa, görünmez bir Melek’in vesayeti altında

horlanıp reddedilen velet güneşin keyfini çıkarıyor,

baktığı her şeyde ve yediği her lokmada,

tanrısal tatlar, ballar ve kuşsütleri buluyor.

 

Rüzgârla oyun oynuyor, bulutla sohbete koyuluyor,

Golgotha yolunda şarkı söylerken keyiften ölüyor,

bu hacc yolunda ona eşlik eden Ruh ise ağlıyor

onun bu daldan dala konan bir kuş gibi neşeli haline bakıp.

 

Sevmek istediği insanlar onu kaygıyla gözlüyorlar,

ya da, onun bu yumuşaklığı karşısında cesaretlenip,

bakalım kim bunu hıçkırıklara boğmayı başaracak diye

canavarlıklarını onun üzerinde deniyorlar bir bir.

 

Ağzına götürdüğü ekmeğe ve şaraba

pis tükürüklerle küller katıyorlar;

büyük bir ikiyüzlülükle neye dokunsa çöpe atıyor,

birbirlerini onun izinden gitmekle suçluyorlar.

 

Karısı ise bağırış çağırış meydanlara fırlıyor

“Madem ki beni güzel buluyor, bana tapıyor

Kendimden bir put yapayım ben de, 

Kadim putlar gibi yaldıza boyanayım; 

 

“Hint sünbülüyle, mürrüsafiyle, tütsülerle,

önümde diz çökenlerle, etlerle, şaraplarla sarhoş olayım,

bakalım böylelikle bana hayran bir gönlün içinde

çınlayan kahkalarımla aynı ilahi saygıya mazhar olacak mıyım?

 

“Sonra, bu abuk oyundan sıkıldığımda 

atayım elimi üstüne, nazik ama kuvvetli elimi;

tırnaklarım, cadılarınkilere benzeyen tırnaklarım

nasıl olsa açarlar onun kalbine çıkan bir yolu!

 

“Pek küçük, yavru, ürkek bir kuş gibi tir tir titreyen

bu kıpkırmızı kalbi sökeceğim bağrından,

gözde hayvanım doyana kadar yesin diye,

iğrendiğim bu kalbi onun önüne fırlatacağım!”

 

Şair, içi huzur dolu, duacı ellerini kaldırıyor göklere,

orada, muhteşem bir taht beliriyor gözlerine,

aydınlık zihninde çakan o koca ışıklar

öfkeli insanları görmesini engelliyor.

 

– “Hamdolsun size Allahım, siz ki acıyı bize

günahlarımızı iyileştirecek ilahi bir merhem,

ve güçlüleri kutsal hazlara ve şehvetlere 

hazırlayacak saf, müthiş bir yağ olarak verdiniz!

 

“Biliyorum, Şair’e bir yer ayırdınız

azizler ordusunun mutlu safları arasında,

biliyorum, çağırıyorsunuz onu huzurunuzda sıralanmış 

Rıdvan’ın, Münker’in ve diğer meleklerin ebedi bayramına!

 

“Biliyorum, acı, yeryüzünün ve yeraltının

hiçbir zaman diş geçiremeyeceği tek asalettir,

ama benim ilahi tacımı örebilmek için

zamanların tümü ve tüm evrenler lazımdır.

 

“Ne ellerinizin işlediği o yabancı madenler, 

ne denizlerden çıkan inciler, ne de Eski Palmira’nın 

kayıp mücevherleri, yetmez hiçbiri bu ışıl ışıl,

göz kamaştırıcı güzelim alınlığı yapmaya;

 

“Çünkü yalnızca saf ışıktan imal edilecektir,

bu saf ışık, ilk ışımanın kutsal ocağından alınacaktır,

ve ölümlü gözler, ne kadar ihtişamla parıldasalar da,

hafif kararmış, kederli birer aynadırlar sonuçta!”

 

 

 

II. Albatros
 

Tayfaların canları sıkılır, sıkıldıkça da albatros avlarlar

Çoğu zaman, eğlenmek için; bu koca balıkçıl kuş,

Sersem, lakayt yoldaşıdır seyahatlerin; uçar peşisıra, derin, 

Karanlık çukurların üstünde seyreden gemilerin.

 

Güverteye, tahtaların üstüne bırakılmaya görsün

Bu lacivert enginlerin rezil ve ebleh padişahının, 

Kanatları düşüverir iki yana; o zavallı, dev beyaz kanatlar, 

Sahipsiz, başıboş sürüklenen iki kürek gibidir artık.

 

Nasıl halsiz, nasıl sakar şimdi bu uçucu seyyah!

Bir zamanların yakışıklısı pek gülünçtür şimdi, pek çirkin!

Biri uzun ince piposunu hayvancağızın ağzına veriyor,

Biri topallıyor, taklidini yapıyor gariban Tayyârleng'in !

 

Şair de işte bu bulutlar şehzadesine benzer, tamam

Gökteyken fırtınayla oynaşır, okçularla dalga geçer, amma,

Sürgüne gönderilmeye görsün dünyaya, zavallı, nasıl yürüsün 

Yerde? Yuf! yuf! sesleri arasında o devasa kanatlarla?

 

 

III. Göğe Yükseliş
 

Sığ suların, vadilerin, dağların

Ormanların, bulutların ve denizlerin üstünde,

Güneşin de ötesinde, lokman ruhunu aşıyor

Yıldızlı feleklerin sınırının bile ötesinde,

 

Ruhum, nasıl hızla hareket ediyorsun,

Dalgalarla boğuşan iyi bir yüzücü gibi

Keyifle katediyorsun derin boşlukları

Lafı bile edilemez, eril bir şehvetle.

 

Bu ölümcül, kasvetli havaların ötesine uç;

En üst göklerde saflığı bul,

Ve iç, sanki saf ve tanrısal bir içkiymiş gibi

O saydam mekanları dolduran ateşten doya doya.

 

Dumanlı varoluşu ağırlıklarıyla dolduran 

O sıkıntıların ve derin dertlerin ötesinde

Mutludur o kişi, kanatlarını sertçe çırparak 

Huzurlu ve nurlu mekanlara uçabilen.

 

Düşünceleri sabahları martılar gibi özgürce

Enginlere açılabilen o kişi, mutludur işte –

O ki hayatın üzerinde süzülebilir, ve çaba bile harcamadan

Çiceklerin ve suskun şeylerin dilinden anlayabilir.