Uzaylı Yazılar 17: Auerbach ve sempatik otokrasi.
İstanbul’da işe başlayan Auerbach 1936’da arkadaşı Benjamin’e mektup yazar: “Buradaki durum çok fena değil, ama çekicilikten de yoksun.”
23.02.2022
Geçen hafta maalesef aksattım Uzaylılar’ı. Kusuruma bakmayın (LY).
Kulüp dizisinin pek çok tartışmaya yol açtığı bu günlerde, bir de ülkeye sığınan bir Alman göçmen Yahudi’nin tanıklığını hatırlatmak isterim. Eric Auerbach, Almanya’nın yetiştirmiş olduğu en ünlü filologlardandı. 9 Kasım 1892’de Berlin’de doğmuş, 1921’de Greifswald Üniversitesi’nde “Erken Rönesans Dönemi İtalyan ve Fransız Romanında Teknik Üzerine” başlıklı bir doktora yapmış, 1923-29 arasında Berlin’de Preußischen Staatsbibliothek’te kütüphaneci olarak çalışmış, 1929’da Marburg Üniversitesi’nde Leo Spitzer’in öğrencisi olarak habilitasyonunu tamamlamış ve aynı yıl aynı üniversitede ders vermeye başlamıştı.
15 Eylül 1935 yılında NSDAP yani Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi’nin 7. yıllık toplantısı sırasında Reichstag yani Meclis, Nürnberg’de olağanüstü toplandı. Üç kanun çıkarıldı. Biri Alman bayrağı hakkında, diğeri iki yıldır aralıksız süren bir faaliyetin sonucu olarak “Alman onuru ve kanını koruma” hakkında, üçüncüsü ise “Reichsbürgergesetz” yani Reich Vatandaşlık Kanunu.
Ancak, iki yıl öncesinden başlayarak, yani daha 1933’de, yeni seçilmiş hükümet ve Führer, bir “Memurin Kanunu” hazırlamış ve 11 Nisan’da yürürlüğe giren bu kanunla Yahudiler kamu görevlerinden yavaş yavaş temizlenmeye başlamıştı. Kanun, ana ya da babası Yahudi olan, ya da büyükanne-büyükbabalardan biri arasında bir Yahudi bulunan herhangi birini Ari ırktan kabul etmiyordu. Yani yarım Yahudi, çeyrek Yahudi olduğu söylenenler sadece Ari olanlara hasredilmiş olan kamu görevlerinde bulunamıyor, zaten o görevdeyseler, görevden alınıyorlardı. Tam Yahudilerden hiç söz etmeyelim.
İşte iki yıl sonra Nürnberg’de kabul edilen kanunlar bu durumu artık geri dönüşsüz bir biçimde, kökten çözmeye çalıştı. Alman vatandaşlarının Yahudi ve zencilerle evlenmesi yasaklandı. Buna yasağa karşın, yanlış bildirimle evlenenlerin akdi iptal edilecek, başka bir ülkedeki evlilikler de yok hükmünde kabul edilecekti. Mesele burada da kalmıyor, evlilik dışı cinsel ilişki de yasaklanıyordu. Kanun geriye yürümez hükmü de geçersiz kılınıyor, gerçekleşmiş evlilikler de bu kanuna uygun olarak iptal ediliyordu.
Eric Auerbach, bu yasalar yüzünden Almanya’dan 1936 yılında ayrıldı ve Eylül ayında, 1933 reformunu yaşamış Darülfünun’da, yani yeni İstanbul Üniversitesi’nde işe başladı.
Victor Klemperer, İngilizceye Tanıklık Edeceğim (I Will Bear Witness) başlığıyla çevrilen anılarında (çünkü Almancaya vakıf değilim!), İstanbul’daki bu iş olanağını bulmasından basbayağı kıskançlıkla söz eder ve bunun mümkün olabilmesini Benedetto Croce’nin desteğine bağlar. Klemperer, Karl Vössler’in tavsiye mektubuyla kendisine başvurup Almanya’da iş arayan Floransalı kitapçı, Croce’nin dostu Edmondo Cione’nin kendisine şunları anlattığını aktarır: Auerbach Floransa’da Croce’nin yanında bir süre kalmış ve “Fransızcası zayıf” olmasına rağmen onun desteğini arkasına almıştır; bu sayede de Spitzer’den boşalan kürsüye o atanmıştır. Anlaşılan bu kadroya Klemperer de adaydır ve bu atama onu çok yaralamış, hatta Auerbach’a açık destek veren Vössler’le ilişkisini bile bu yüzden kesmiştir.
İstanbul’da işe başlayan Auerbach 12 Aralık 1936’da arkadaşı Walter Benjamin’e bir mektup yazar: “Buradaki durum çok fena değil, ama çekicilikten de yoksun. Tüm gelenekleri denize atmışlar ve baştan sona rasyonelleştirilmiş Avrupa tarzı – ama kesinlikle Türk — bir devlet inşa etmek istiyorlar. Bir rüyada ya da masalda olduğu gibi çok hızlı olsun istiyorlar; artık neredeyse hiç kimse Arapça veya Farsça bilmiyor ve geçen yüzyıldan kalma Türkçe metinler bile dil hem modernize edilmiş hem de kök Türkçeye göre yeniden biçimlendirildiği ve Latince harflerle yazıldığı için hızla anlaşılmaz hale geliyor.”
3 Ocak 1937'de durumu daha ayrıntılı bir şekilde ele alır: “Ülke, yine de, lideri ve onun Anadolu Türkleri tarafından titizlikle yönetiliyor; saf, şüpheli, dürüst, biraz sakar ve köylü bir insan tipi ve dahası, duygusal; çünkü diğer güney halklarından daha sert ve daha az titiz, daha az sevimliler; daha az esnek ama yine de cana yakınlar, büyük bir yaşam gücü ile donatılmışlar; köleliğe ve zor çalışmaya alışmışlar ama yavaşlar (tabii, haklarında büyük genellemelerle ırkçılık yapılan Yahudilerden birinin de böylesine geniş genellemeler yapması biraz tuhaf kaçıyor – LY). Büyük şef, sempatik bir otokrat, zeki, büyük bir beyefendi ve mizahla donanmış, Avrupalı meslektaşlarından tamamen farklı: Bu ülkeyi gerçek bir Devlete dönüştürüyor ama kesinlikle deyimden aciz; hatıraları şu notla başlıyor: 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım, o zaman durum şöyleydi. Ama yaptığı her şey, bir yandan Avrupa demokrasileriyle, diğer yandan eski Müslüman ve Pan-İslam saltanatıyla savaşmak. Sonuç, pratikte gelenek karşıtı bir milliyetçilik olarak zuhur ediyor. Tüm Müslüman kültürel geleneğinin kalıntılarının reddedilmesi, hayali bir kök Türk varlığıyla yeniden birleşme, nefret ettiği ve hayran olduğu bu Avrupa'yı kendi silahlarıyla yenmek için Avrupai anlamında teknik modernleşme: Dolayısıyla Avrupalı göçmenler öğretmen olarak tercih ediliyor. Çünkü yabancı propagandadan korkmadan onlardan bir şeyler öğrenilebilir deniliyor.
Sonuç: üstün addedilen bir milliyetçilik ve aynı zamanda tarihsel karakterin yok edilmesi. Almanya, İtalya ve muhtemelen Rusya gibi diğer ülkelerde henüz herkesin farkına varmadığı bu manzara, burada tüm çıplaklığıyla gözler önünde. Hem fevkalade kök Türkçe (Arap-Fars etkilerinin arındırılması) hem de modern-teknik dil reformu: Yirmi beş yaşının altındaki hiç kimsenin bundan daha eski hiçbir dini, edebi veya felsefi tarihi anlamamasını sağlamayı başardılar. Neredeyse on yılda. Latin harfleriyle yazma zorunluluğuyla dilin özgünlüğü hızla kayboluyor. Tüm sayfaları ayrıntılarla doldurabilirim; […] Blubopropaganda’nın (toprak ve kan propagandası) dehşet verici boşluğu, sahteliği göz önüne alındığında, Almanya ve İtalya'da bunu zaten sezinliyordum. Ancak sezgilerim sadece burada neredeyse kesinlik kazandı.”
1938 yılının Mayıs ayında, bu sefer Johannes Oeschger’e yazılan bir mektupta, olan bitene ilişkin gözlemlerini daha da keskinleştirir: “Her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş durumda. (…) Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve İslam kültürü Arap kökenli bir yabancılaşma olarak küçük görülüyor; hem modern hem de saf Türk olma isteği söz konusu. Bu çabalar, eski yazının yürürlükten kaldırılması, Arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine ‘Türkçe’ ya da kısmen Avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardır: Eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız, düşünsel alanda son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu.”
Auerbach’ın İstanbul macerasının bir diğer ilginç yanı, Hitler 1942’de “Nihai Çözüm”ü başlatırken, onun da Mimesis’i yazmaya başlaması ve sık sık kullanacağı Vatikan konsolosluğunun kütüphanesini ve Migne’nin Patrolojisi’ni ona açan ve arkadaşlık kuracağı Apostolik Elçi Angelo Guiseppe Roncalli’nin 1958 yılında Papa XXIII. Johannes olacak olması. Acaba daha sonra karşılaştılar mı? Roncalli ne düşünüyordu acaba Türkiye’nin hal-i pür melali hakkında?
Auerbach İstanbul’da, kaçtığı Almanya’nın “kan ve toprak” kutsallaştırmasının daha da boğucu bir versiyonuyla karşılaşacağını herhalde bilemezdi. Führer’den kaçıp geldiği yerde ileride bir gün Kulüp adlı bir dizi çekileceğini de tahmin edemezdi tabii… Yeni bir otokratın, pek de sempatik olmayıp hele hiç mizah duygusu olmayan bir otokratın seçileceğini de tahmin edemeyeceği gibi…
Sırada herhalde Kulüp gibi bir başka dizi çekip, Ermenileri anlatmak vardır diye düşünüyorum. Biraz zor tabii, ama belki bir gün o da olur.