Uzaylı Yazılar 2: Burası Sparta!
O saçma hamaset, savaş ve kahramanlık, mertlik ve cesaret övgüleri, naraları, hepsi, metinde var.
02.11.2021
Zeval: Düşkünlük, eksiklik, zayıflık, güneşin batışı anlamına geliyor. “Zavallı” (“zevallı”) ile akraba. Ünlemi ise belli: Vah vah, yazık.
Oysa ben, deyişi (“Elçiye zeval olmaz”) hiç böyle anlamamıştım. Buradaki “zeval olmaz”ı hep, nedense, yıllarca “saygıda kusur edilmez”, “kötülük yapılmaz”, “dokunulmaz” diye tercüme etmişim. Elçiye, ne derse desin, bir şey yapılmaz. Ama öyle değil sanırım. Elçi, ne kadar alçalırsa alçalsın, yerlerde sürünsün, ona kötü muamele edilsin, hakaretler edilsin, o bir teflon tavadır, bir “ara yüz”dür, dolayısıyla, elçinin kurumsal olmayan, insani olan tarafı bu muamelelerden gocunmamalıdır, onun kişiliğinden bir şey eksilmez anlamına geliyor galiba. Yani oradaki muamele, elçinin kendi insani bedenine değil, temsil ettiği siyasi bedene yapılıyormuş gibi (burada tabii rahmetli Kantorowicz’i analım, kral gibi elçinin de iki bedeni var). Ama tam da emin olamadım. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkıyormuş gibi… Ama ne olursa olsun, elçi denen kişi, bu iki karşıt (ama tamamlayıcı), tutarsız varoluşuyla bile, aslında hem gönderenin hem de gönderildiğinin gözünde, olmayan biri, bir “varolmayan şövalye”.
Elçinin Hans Bey, Zopyrus Efendi, Sir Eliot, Tevfik Paşa olması, yeşil gözlü, ya da karaşın, keşkek ya da tataki sevmesi, “SM” tutkunu ya da aseksüel olması, yani elçinin kanlı canlı bir insan olması, temsil ettiğiyle kimi zaman ters düşmesi hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ya da, kimi zaman değiştiriyor. Ya da değiştirebilir. Örneğin, ülkede eşcinsel olmadığını, eşcinsellik diye bir şeyin olmaması gerektiğini, hattâ eşcinselliğin olmayan bir şey olduğunu söyleyen Rusya’da, eşcinsel bir elçiye nasıl muamele edilir, ediliyor? Ya da “Ne insanı, ne hakkı?” diyen Çin’de, ya da “Ne mozaiği ulan! Mermerdir, mermer!” denilen Türkiye’de? Mete Tunçay’ın şahane deyişiyle “diplomasi denen üniformasız askerlik”in kuralları gereği (galiba en son Viyana’da müzakere edilip imzalanan bir sözleşme bile var), bu muamele, “durum”a göre değişiklik gösteriyor. Elçi kişi, elçilik için gittiği ülkenin yasalarına uymakla yükümlü (o ülkede yaşayan her vatandaş gibi). Ama elçinin ayrıca uyması gereken “diplomatik” (siz bunu, “duruma göre” diye anlayın) kurallar da var, yazılı olmayan.
Mesela: Zimbabwe’nin Rusya sefiresinin Pussy Riot dinlemesi ve çeşitli aralıklarla Maria Alekhina’nın serbest bırakılmasını istemesi bir sorun teşkil etmez (ya da etmeyebilir) iken, Ukrayna sefirinin “borç” çorbasından hoşlanmaması ve Pussy Riot üyelerinin serbest bırakılmasını istemesi ve bunu dile getirmesi (ya da on başka elçiyle birlikte bir deklarasyona imza atması) sorun olabilir (yasalara göre böyle bir suç olmamasına rağmen). Ona (ya da onlara) şöyle denebilir, hem de en yetkili ağızdan: “Yatıyorlar kalkıyorlar borç çorbası ve Pussy Riot. Bu ne terbiyesizliktir ya. Siz burayı ne zannediyorsunuz ya? Burası Rusya, Rusya. Burası öyle zannettiğiniz gibi bir kabile devleti değil, burası Rusya, anlı şanlı Rusya. Burada kalkıp da Dışişleri Bakanlığı’na gelip talimat verme gibi bir yola giremezsiniz. Gerekli talimatı ben Dışişleri Bakanımıza verdim. Ne yapması gerektiğini söyledim. Bu on tane büyükelçinin bir an önce istenmeyen adam ilan edilmelerini hemen halledeceksiniz dedim. Zira bunlar Rusya’yı tanıyacaklar, anlayacaklar, bilecekler, Rusya’yı bilmedikleri, anlamadıkları gün terk edecekler” (siz, “borç çorbası ve Pussy Riot” yerine “Kavala”, “Rusya” yerine de “Türkiye” koyun ama).
Şimdi, birkaç şeyi ayıralım: Elçinin ikinci, kurumsal bedeninin borç çorbasıyla bir alıp veremediği olamaz, insani olan bedeni ise, belki sever, belki sevmez. Aynı şey Pussy Riot ile de ilgili: insani elçi Pussy Riot’a bayıla da bilir, ölesiye nefret de edebilir. Ama temsil ettiği X ülkesinin Pussy Riot müziği ya da piroşki ve gowjadina stroganov sevmek ya da sevmemek gibi bir şıkkı, maalesef, olamaz (bunu da “olmamalıdır” diye okuyun, olabildiği durumlar da olabildiğini gördük: “Gözünün üstünde kaş, Irak’ta nükleer silahlar var” gibi). Ayırmamız gereken bir ikinci şey: bir elçinin persona non grata ilan edilmesi için illa suç işlemesi gerekmez. Borç çorbası sevmemesi, ya da balalaykaya dayanamaması “istenmeyen kişi” ilan edilmesi için yeterli olabilir: çünkü orası “kabile devleti” değildir, orayı anlamadıkları gün orayı terk edeceklerdir – ya da zorla borç çorbası içip kalinka dinleyeceklerdir! Ama bu ilan, çok ciddi olabileceği gibi elçilikle ilişkili bile olmayabilir: ABD’nin Kurt Waldheim’ı (Nazi ilişkileri ve o dönemdeki tavırları nedeniyle), elçi değil, Avusturya Cumhurbaşkanı iken (eşiyle birlikte) personae non gratae ilan etmesi gibi.
Pussy Riot’ın serbest bırakılmasını istemek suç değildir, elbette, ama bunu talep ederseniz, istenmeyen adam ilan edilebilirsiniz. Tabii, bu durum elçinin “kişisel” bedeninin yaptıklarına yöneliktir (ya da öyleymiş gibi bir oyun oynanır). Ama elçi, “ben vallahi borç çorbasını çok seviyorum ama, bizim ülke, bizim hükümet hiç sevmiyor, o yüzden borç çorbası içmemi istemiyor, ayrıca borç çorbasının da güzel olmadığını ilan etmemi istedi, diğer ülke elçileriyle birlikte” derse, siz elçinin kurumsal bedenini sınırdışı ediyorsunuz demektir, yani o devleti respublica non grata ilan ediyorsunuzdur ve bu “düşmanlık” anlamına gelir ve bir adım ötesi de, savaştır.
Herodotos, Tarih’inde, çeşitli kereler elçiler ve elçiliklerden söz açar. Özellikle de Perslerden söz ederken. Anlaşılan, Persler, dehşet verici bir orduyla korkutucu bir biçimde üstlerine yürüdükleri şehirlere ve ülkelere önden elçiler gönderip onların Pers egemenliğini kabul etmelerini isterlermiş. Bu talebi de şöyle dile getirirlermiş: Toprak ve Su veriyor musunuz? “Veriyoruz, tamam” demek yetmez, bu lafın, simgesel olarak yerine getirilmesi, icra edilmesi de gerekirmiş. Yani, şehir ya da ülke yönetiminin Pers elçilerine bir kap içinde “bir avuç toprak”, testi içinde de bir miktar “vatan suyu” vermeleri gerekirmiş. Vermemek, savaş sebebiymiş.
Zack Snyder, Hollywood’un harika çocuklarından. Birçok çizgi romanı sinemaya başarıyla uyarladı. Batman, Man of Steel, Justice League gibi filmlerinin kimi gişe rekorları kırdı, kimi beklentileri karşılamadı. Ama kariyerinin başında çektiği bir uyarlama var ki, unutulamaz. Frank Miller’ın aynı isimli çizgi romanını beyaz perdeye aktardığı 300 Spartalı. O dönemde seyreden herkes hemfikirdi: “Bu ne rezalet, nasıl bir savaş ve erkeklik övgüsü, milliyetçilik, felaket sağcılık, ötekileştirme, tarihi es geçme” idi. Dün gibi hatırlıyorum, sahne bir kuyu başında geçiyordu: kasları patlamak üzere olan I. Leonidas, ona hayranlıkla bakan karısının gözleri önünde, Pers elçisinin taleplerini dinliyor ve “This is Sparta!” (“Burası Sparta!”) diye avazı çıktığı kadar böğürerek elçinin böğrüne sağlam bir tekme atıyor ve onu kuyunun kör derinliklerine gönderiyordu. Vatanperver milliyetçileri, iktidarı ve muhalefeti ile herkesi etkileyecek bir sahne: Nasıl olur da haddini bilmez, içişlerine karışır, verilecek bir avuç toprak da yoktur, su da, istiyorsa, kuyunun dibinden kendi alabilir.
Geçenlerde Tarih’i açıp yeniden Termopylae Savaşı ve bu 300 Spartalı hikayesinin geçtiği yerleri okuyunca ve bu “Toprak ve Su meselesi de neymiş” diye bakınca, aslında şaşırmadım. Bizim filmi seyrettiğimizde yaşadığımız skandal, o zaman Herodotos’a bakmamış olmamızdan kaynaklı imiş: yoksa, o saçma hamaset, savaş ve kahramanlık, mertlik ve cesaret övgüleri, naraları, hepsi, metinde var. Tabii, metinde başka şeyler de var: Bir kere Spartalıların yanında Thebaililer (çarpışmanın sonuna doğru saf değiştirseler de), Thespialılar da vardır, yani 300 kişi değildirler (yorumlara göre 1000 hattâ 4000 de olabilirler). Hattâ bu aralar revaçta olan bir tarihçinin (Tom Holland) dediğine göre, ölen Spartalı sayısı da ayrıca 300 değil, 298’miş (bu sayıya nasıl ulaştığına dair bir kaynak göstermiyor maalesef).
300 Spartalı’daki “kuyuya elçi atma” sahnesi Herodotos’ta var; hattâ Atinalılar da Pers elçisini dipsiz bir çukura (barathron) atıyorlar. Amma velakin, Herodotos’ta kuyuya elçiyi yollayan, maalesef I. Leonidas değil, I. Kleomenes’ti büyük ihtimalle (“This is Sparta!” deyip demediğini bilmiyoruz). Kuyuyu ve barathron’u boylayan elçiler de Thermopylae’de savaşan Xerxes’in değil, babası Dareios’un elçileri. Xerxes, Leonidas’a ve Atina’ya, önceki elçilerin başına gelenler yüzünden elçi gönderip “toprak ve su” falan istemiyor, “direkman” savaşa başlıyor.
Tarihte elçilerin başına gelmeyen kalmamış. Çok “zeval” olmuş onlara. Ama bazı elçiler de hakikaten “edepsiz” çıkmışlar: merak eden, Herodotos’un Tarih’inin beşinci kitabının 18-21. bölümlerini okuyabilir.