Uzaylı Yazılar 3: “Soğuyoruz!”

Onlar için geçmiş ile şimdi arasında köklü bir ayrım yoktur, sadece kurucu bir geçmişin tekrarlanışı söz konusudur.

LEVENT YILMAZ

09.11.2021

Neredeyse yirmi yıl olmuş. 2002. Daha dün gibi. YKY’nin çıkardığı Cogito dergisine bir dizi isimle söyleşi yapmayı teklif etmiştim. Herhalde gençliğin verdiği heyecanla, isimler arasına fazlasıyla ünlü, kabul edip etmeyecekleri belli olmayan, hatta sağlıkları ve yaşları söyleşi yapmaya izin vermeyebilecek kişileri de eklemiştik (suç ortağım Claudia Mattalucci ile). Claude Lévi-Strauss’tan mektup geldiğinde, bir öğle sonrasıydı, zarf ağır, yakıcı ve korkutucuydu, ve tabii ki ödümüz patlamış, açamıyorduk. Çok da bekleyemedik, açtık. Mealen, yüz yaşına merdiven dayadığı için sağlığının eskisi gibi olmadığını, dolayısıyla bir saatten daha çok bir süre bize ayıramayacağını, ama yeterliyse buyurup Collège de France’a gelmemizi söylüyordu. Allahım, ne çok çalıştık o bir ay. Olmayan tüm kitaplarını tekrar aldık, her şeyini yeni baştan okuduk, ayıp etmeyelim, bir şeyleri atlamış olmayalım, mahcub mahcup bakınmayalım karşısında diye. İnanılmaz zarifti Lévi-Strauss, Claudia’nın paltosunu çıkarmasına yardım etti, sonra da giymesine. Çok güzel bir ışık giriyordu, çalışanların “kartal yuvası” dedikleri asma kattaki, Toplumsal Antropoloji Laboratuarı’nın çalışma mekânına tepeden bakan bu odaya. Bir saati geçtik tabii; insanın hatırladığında mutluluktan ve gururdan pat diye düşüp bayılacağı anlardandı. Hınzır ve zıpırdık da, Claudia’yla 1947 tarihli Akrabalığın Temel Yapıları’nı bulmuş, ikimize imzalamasını istemeye karar vermiştik – evlilik konusunda kim daha yetkin olabilirdi ki ondan başka! “Yeni evlendik, bunu imzalar mısınız?” dediğimizde çok gülmüştü, kıs kıs – kendi başından da geçen boşanmaları mı hatırlamıştı, kim bilir…

O günlerde benim derdim, toplumların zamansallık yapıları idi. Claude Lévi-Strauss da bu konuda oldukça tartışmalı bir öneriyi (Weberci anlamda idealtipik olduğu için, fazlasıyla geneldi ve fazlasıyla yanlış anlamaya açıktı) soğuk toplumlar ile sıcak toplumlar arasındaki ayrımla yapmıştı; Lévi-Strauss bunu eskimiş ve fazlasıyla ırkçı olan “tarihsiz toplumlar” ile “tarihsel toplumlar” ayrımının yerine koyuyordu (“ilkel zihniyet” yerine de “yaban düşünce”yi koyacaktı): “Soğuk” toplumların amacı zamanın geçişinin kendi dünyalarındaki tasavvurlar düzeni üzerinde etkili olmamasını sağlamaktır, diyordu. Böylelikle mevsimlerin yıllık döngüsü, doğum, yaşamın evreleri, ölüm, malların ya da hizmetlerin alışverişi, zaman içinde toplumsal yapının bozulmasına izin vermeden, süreli olarak tekrarlanır. Demek ki “gelişimlerinde ‘ilk’ olarak gördükleri durumları olabildiğince sürekli” kılmak isteyen toplumlar “soğuk” toplumlardır. Bunlar “kopukluğu olmayan”, geçmişe, şimdiye ve geleceğe yayılmış bir zaman içinde yaşarlar (“Aaaa, geniş zaman!” dediğimi hatırlıyorum). Onlar için geçmiş ile şimdi arasında köklü bir ayrım yoktur, sadece kurucu bir geçmişin tekrarlanışı söz konusudur. Hangi türden olursa olsun “değişiklik” bu çerçeve içinde özümsenir ve benimsenir, ama değişiklik kendi içinde bir değer olamaz. Buna karşılık “sıcak” toplumlar ister istemez tarihsel değişikliği kabul eder ve “bunun hakkında sahip oldukları bilinç sayesinde bunların sonuçlarını (kendileri ve diğer toplumlar için) muazzam boyutlarda artırırlar.”

Lévi-Strauss “soğuk” toplum için Arandalar örneğini verir. T.G.H. Strehlow’un tanıklığına göre Arandalar “totemci atalarının hep yaptıklarını düşündükleri adetleri tekrarlamaktadırlar”: Yerliler geleneğe o denli saygı duyarlar ki uzak atalarının kullandıkları silahları kullanmayı sürdürürler ve bunları geliştirmeyi akıllarına bile getirmezler. Lévi-Strauss burada yaban düşüncenin bir niteliğini görür: Zamandışı olduğundan “dünyayı hem eşzamanlı hem de artzamanlı bütünlük olarak kavramak ister” ve dünyaya ilişkin bilgisi bir berber dükkanında öne ve arkaya yerleştirilmiş aynaların görüntüleri sonsuzca çoğalttığı bir durum gibidir. Geçmiş aynasında gelecek, gelecek aynasında da geçmiş yansır. Şimdi geçmişten kesinlikle ayrılmamıştır, çünkü geçmiş onu düzenler, üstüne üstlük gelecek de önceden bilinmektedir, çünkü gelecek, tekrarın bir parçasıdır. Her kuralın, her alışkanlığın ve her tekniğin tekrara dayalı niteliği bir tek örnekle kanıtlanır: Bu bize atalarımızdan miras kalmıştır. Efsanevi geçmiş ise, Lévi-Strauss’a göre çelişki barındırır: Efsane şimdiki zamana hem bitişik hem de ondan ayrıdır. Ayrıdır, çünkü atalar şimdiki insanlardan farklı bir doğaya sahiptirler: Onlar yaratıcıdırlar, oysa şimdiki insanlar sadece taklitçidir. Ama bitişiktir de şimdiki zamana, çünkü ataların ortaya çıkışından beri “dönem dönem tekrarlanarak özgül nitelikleri silinen olaylar dışında sanki hiçbir şey olmamıştır”. Merasim (rit), efsanevi geçmiş ile şimdiki zamanı bir araya getirir ve birbirine bağlar, çünkü, Jean-Pierre Vernant’ın Yunan dini hakkında belirttiği gibi, dinin “bizzat mevcudiyetinden başka bir meşruiyete gereksinimi yoktur”. 

Lévi-Strauss’un büyük yanlış anlamalara neden olmuş bu ayrımı (Jack Goody bile, “Büyük Ayrım” diyerek, bunun Avrupa-merkezli bir bakış açısının ürünü olduğunu savunmuş, bu da bana Irk ve Tarih’in yazarına söylenecek laf değil gibi gelmişti hep), toplumları sınıflandırırken onları zıt kutuplara yerleştirme ve radikal bir ayrım, farklılık görme isteği değildir. Elbette geçmişi ya da değişimi olmayan toplum yoktur. Buna karşın, bir toplumun değişim ya da devamlılık konusundaki ısrarına bakarak bazı toplumları diğerlerinden ayırmayı sağlayan, tarihsel zaman karşısında bu toplumların takındığı tavırların ve edimlerinin farklılığı vardır. Kaynar su nasıl bir saniyede buz haline gelmez de, “ılıyarak soğursa”, Lévi-Strauss da bu ayrımı bir renk skalası gibi görüyordu (ya da bana öyle geliyordu!).

Peki, acaba onun söylediklerinden yola çıkarak, belirli bir toplumda, yani Avrupa’da, tarihin belli bir döneminde, yani Rönesans ve sonrasında, zaman karşısındaki bu iki tavrın birlikte varolmuş olduğu hatta çatıştığı hatta hâlâ bir arada olduğu ve hâlâ çatıştığı söylenemez miydi? Lévi-Strauss’un sorumuza verdiği yanıt, açıktı: “Bizim toplumlarımız soğuyor”. 

1952’de, Lévi-Strauss’un makalesinden üç yıl sonra (“Tarih ve etnoloji”), Claude Lefort tarihsellik kavramını şöyle tanımlıyordu: “İnsanların geçmiş ve gelecekle kurdukları genel ilişki”. Lévi-Strauss’un eserleri bize kendi tarihsellik rejimlerimizi, yani insanların zaman ile kurduğu ilişkiyi sorgulamayı öğretti. Ancak, Batılı kapitalist ve modern toplumlar eğer hakikaten bir zamanlar sıcaklaştılarsa, sahih bir yenilik de ortaya çıkmış demekti. Yani geçmiş tekrarlanmıyor, taklit edilmiyordu ise. Bu yenilik, geçmişle kurulan başka türden bir ilişkinin farklı bir meyvesi miydi? İyi de, hayatımızın tüm alanlarını, ister düşünsel, isterse parasal, uzun zamandır tahakküm altına alan bu yenilik ne mene bir şey? Gerçek bir yenilik mümkün müydü, yoksa Batı bir yanılsama içinde miydi? Modern, eskiye karşı olmakla mı olunuyordu? Modern, babamızın, annemizin yaptığını yapmamak mıydı?

Eğer Lévi-Strauss'un dediği gibi liberal-demokrat, modern toplumlar soğumaya başlamışsa, öze dair bir değişim, dönüşüm de artık mümkün değildir. Akıllı telefonların, 5, 6, 6S, 7, X, 13 diye sonsuza gitmesi, öze ilişkin değil de “performans”a ilişkin bir farklılaşma olmasın, ya da sanat eserlerinin, resim veya kitapların değerlerinin bizatihi eserlerle değil, Instagram ve diğer medyumlarda alınan tık ve likelarla belirlenmesi? Yıllar önce bir reklam, “Siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” diye sorarken, “annemizin olmayacak olan yeni margarin” acaba nemene bir şey idi? Pound, “Make it new!” (Yeni yap!) derken margarini mi kastediyordu? Yoksa biz mi yaşlandık?