Uzaylı Yazılar 4: Âşık oldum.

Aşk ile zenginlik, sınıfsallık, ulaşamama, günah arasındaki doğrudan ilişki… Bu, sınıflı toplumlarda hep böyle mi olmuş?

LEVENT YILMAZ

17.11.2021

Roland Barthes’ın, Türkçeye Bir Aşk Söyleminden Parçalar diye çevrilen şahane bir kitabı vardır. Aslında “bir aşk söylemi” mi, yoksa “âşık bir söylem” mi, tartışılabilir. İkincisi bana daha yakın, daha sevimli geliyor. Aşağıdaki “parçalar”ı, bu kitaba imrenmiş, ona özenmiş bir nev-aşık köşecinin üslup denemeleri diye görebilirsiniz, görün.

Alman sosyologu Niklas Luhmann’ın Tutku Olarak Aşk adında bir kitabı var. Parsons’un sistemler kuramını daha ileriye taşıyan bir sosyolog Luhmann. Aşkın tarihini, yani böyle ilk çağlardan son çağlara gibi bir şekilde değil, sadece 17. yüzyıldan, özellikle de 17.-18. yüzyıl Fransa ve İngiltere’sinden yola çıkarak anlatıyor ve aşk denen iletişim kodunun romanlarda, şiirlerde, mektuplarda nasıl farklı bir hâle dönüştüğünü gösteriyor. Ayrıca birbirleriyle ayrı olan evlilik ve aşk kavramlarının 19. yüzyıl başında nasıl artık vazgeçilmez bir biçimde bir araya geldiklerini görüyoruz. Luhmann, bunu aşkın tarihini yazmak için değil, geleneksel bir toplumdan modern bir topluma nasıl geçildi, yani Avrupa’da modernlik nasıl yerleşti sorusuna cevap aramak için dert etmiş.

Pekiyi. Daha gerilere gidemez miyiz? Çeşitli antropolojik çalışmaların konu edindiği eski Yunan, Mezopotamya ve Mısır’a baksak; dünya üzerindeki farklı toplumsal yapılara nasıl duygular ve pratikler denk düşmüş?

Rönesans’ta aşk, mesela. Edebiyatın tanıklığı dışında, insanların aşkı nasıl yaşadığına dair bir kayıt yok elimizde. Aşk onlar için neydi bilmiyoruz. Hakikaten âşık oluyorlar mıydı, âşık oldukları için mi evleniyorlardı, yoksa evlilik aileler arasında bir ittifak mıydı ki büyük bir ihtimalle öyleydi,  bunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz o üst sınıftan ailelerin içindeki birtakım insanların imkânsız olduğunu söyledikleri aşkları. Nasıl bir imkânsızlık bu? Daha fakir olan biri, kalabalıklardan bir ailenin oğlu, daha üst sınıftan bir ailenin kızına âşık oluyor. Bu üst konumda ya da ulaşılmaz konumda bekâr bir kız diyelim. İmkânsız aşk işte. Bunların evlenmeleri mümkün değil. Uzaktan -uzaydan- birbirlerini görüyorlar. Bir araya gelmeleri mümkün değil. Aşk bu anlamda esasında bir yükselme arzusu diyelim, ya da ulaşılamaz olana duyulan hasret.

Petrarca’nın âşık olduğu Laure evli bir kadın. Zaten ulaşılmaz; ulaşılabilir olsa, zina olur. Günah. Ayrıca Petrarca da Laure ile pek konuşmuş falan değil. Bir pazar ayini sonrasında, Avignon’da, kilisenin çıkışında kocasıyla birlikteyken uzaktan görüyor onu. Bir günah içine düşüyor, ona âşık oluyor. Çünkü evli bir kadına âşık oluyor, dolayısıyla felaket bir durum. Laure soylu bir kadın, ama Petrarca soylu değil. Şunu da eklemeden geçmeyeyim: Laure’un soyadı, “de Sade”. Veba salgınında ölüyor.

Aşk ile zenginlik, sınıfsallık, ulaşamama, günah arasındaki doğrudan ilişki… Bu, sınıflı yani yöneten ve yönetilen ikilisinin olduğu toplumlarda, yani hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir toplum tipinde hep böyle mi olmuş? Yani toplumsal sınıfların oluştuğu diyelim MÖ 3000’li yıllarda, yani Mezopotamya’da, Mısır’da, hele de o katmanların üstlerine doğru gittiğimizde, ya da altlarında bile, altlarda biraz daha serbest galiba, ama buna dair bir belgemiz yok, aşk sürekli daha yukarılarda,  en yukarılarda. Orada işte diyor ki âşık olduğu kadın için ya da adam için, “benim sevgilim aslan gibi”, “kaplan gibi”,  işte çok güçlü, diğerleri arasında parlıyor, herkesten farklı, herkesken üstün, yıldız gibi. Yani diğerleri gibi değil, farklı onlardan. İşte o fark kadının ya da adamın ulaşılmazlığını, yani sınıfsal açıdan ulaşılmazlığını gösteren bir takım simgeler değil mi?

Romeo ve Jülyet, bunlar eşit derecede zengin ailedenler, ama düşman aileler, düşmanlar çünkü eşitler. Eşit derecede zengin ve aynı sınıftanlar. İmkânlı ama imkânsız, çünkü düşmanlar. Leyla ile Mecnun ise çok daha ilginç bir hikâye. Mecnun bir prens. Leyla ile aynı sınıfa gidiyorlar. İlkokul arkadaşı bunlar. Daha ilginç bir yerdeyiz anlaşılan… Romeo ve Jülyet hiç karşılaşmamışlardı o ilk karşılaşmaya kadar. Hattâ Romeo ile Jülyet karşılaştıkları esnada aslında Romeo başka birine âşık, delicesine. Onun aşkından öyle mecnun gibi ormanlarda dolaşıyor. Jülyet’i görünce onu unutuyor, Jülyet’e âşık oluyor. Leyla ile Mecnun’unda tam tersi bir durum var. Ergenlik çağlarına yaklaştıklarında daha aşk yok ortada. Etraf laf ediyor. Yani bunlar da artık işte çok birlikte geziyorlar, büyüdüler, bunları ayırmak lazım. Yani birbirlerini seviyorlar güya. Ama arkadaş gibi başta. Leyla’nın ailesi, Leyla’nın Mecnun’u görmesini yasaklıyor. “Bir daha onunla görüşmeyeceksin” diyor, “etraf laf ediyor.” İşte o zaman bu masum ilişkinin aslında aşka dönüşmüş olduğunu anlıyoruz, çünkü yasaklanıyor. “Etraf laf ediyor onunla görüşmeyeceksin.”

Aşkın kendisine has bir biyolojisi yok. Aşk durumunda birtakım kimyasal salgılar devreye giriyor, evet. İşte beynin birtakım yerleri salgılar üretiyor. Ama bu salgılar sadece aşk durumuna has salgılar değil. Mesela çok spor yaptığında da öyle oluyor. Mesela av peşinde koştuğunda da, av gördüğünde de aynı şeyler oluyor, olabiliyor. Aşk: Bir tür av mı?

Artık Batı’da çok genelleşmiş bir orta sınıf var; yani, gelir açısından da, eğitim açısından da, yani dengi dengine insanların artık çok olduğu bir dünya var. Ve tabii insanların birbirleriyle kesişme noktalarının artık çok ama çok fazla olduğu bir dünyadayız. Ya da dünyadaydık diyelim, çünkü giderek tekrar daralıyor bu imkân durumu, özellikle de sanal âlem falan yüzünden. Bu durumun analizi için yeterli verim yok, o yüzden olur-olmaz spekülasyon yapmayayım… Ama mutlu aşk? Bir gün niye olmasın? Olur değil mi Avoş?


Tepedeki fotoğraf: Downton Abbey dizisinin imkânsız görünen mutlu aşkı aristokrat ve monarşist ailenin zengin kızı Lady Sybil ile evin cumhuriyetçi şoförü Tom Branson arasındaydı.