Uzaylı Yazılar 5: Bir kimlik sorunsalı olarak Kabarmış Kek.

Celan’ın istediği dünya, diğeriyle, diğerinin ‘beni’ ile yüzleştiğimiz ve bir ‘kimse’, bir ‘ezeli yabancı’ olduğumuzu kavradığımız yerdir.

LEVENT YILMAZ

24.11.2021

Wittgenstein’ın ölümünden sonra yayınlanan ve öldüğü gün masasının üzerinde duran, adı Kesinlik Üzerine (Türkçesi Metis’ten çıktı) konan o na-tamam küçük kitabın son önermesi, yani 676. önerme şöyle biter: “Rüya görmekteyken ‘Rüya görüyorum’ diyen, hattâ duyulabilir bir biçimde diyen biri, rüya görmekteyken ‘Yağmur yağıyor’ diyen biri kadar hakikatin dışındadır, dışarıda hakikaten yağmur yağıyor olsa da. Rüyasının gerçekte yere düşen damlaların sesiyle bir ilişkisi olsa bile.” 

Bilge Karasu, bunu söylediğimde, “Wittgenstein hiç yatılı okumamış mı?” demişti.

Dün gece bir rüya gördüm. Galiba İstanbul’da Gazhane’yi bir gün önce birlikte gezdiğimiz için: Müze benzeri bir yerdeydik. Ama Antalya’da (nedense). Selim Badur (ki Gazhane’de yoktu), ben ve Cemal Bali Akal (Gazhane gezisinde olan diğer kişiler ise -nedense- rüyada yoktular). 

Resimlerin olduğu oda benzeri bir yere giriyor, başta yerde tozlar içindeki bir takım tualleri Komet’in (ki İstanbul’daki şahane sergisini yeni gezdim, sergi hâlâ devam ediyor) zannediyor, ama sonra yaklaşınca, -nedense- birer grotesk taklit olduklarını anlıyor ve büyük sesle gülmeye başlıyorduk. Sonra, merdivenlerden çıkıp müzenin açık bir alanına geliyor ve müze kitapçısı benzeri bir yere bakıyorduk; içerde çalışan bir hanımefendi bize müzenin beş dakika içinde kapanacağını söylüyor ve çıkmamızı istiyordu. Bunun üzerine biz kapıya yöneliyorduk ama bir anda içeri çevik kuvvet polisleri dalıyor, silahlarını bize doğrultuyor ve kimliklerimizi istiyordu. Selim’le ben çıkarıp gösteriyorduk, Cemal ise bakınıyor fakat bulamıyordu. Bunun üzerine komiser kılıklı biri onu kitapçıya sürüklüyor ve kapıyı kapatıyordu. Ben de bunun üzerine bağırmaya başlıyordum: “Bu ne maskaralıktır! Utanmalısınız, terbiyesizler, alçaklar! Vs.” Benim çıkardığım cıngar üzerine bıyıklı komiser geliyor, “Salıverecektik, ama bağırdığınız için beyefendiyi şimdi tutukluyoruz ve nezarete atıyoruz” diyordu. Selim ya da ben (hatırlamıyorum), “Siz onun ‘kim’ olduğunu biliyor musunuz?” diyorduk, klasik erkek polis-erkek vatandaş horozlanmalarında olduğu gibi (“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”), ve dediğimizden anında utanıyorduk ama arbede çıkmış oluyordu. O esnada uyanmışım. Cemal’e yazıp, gülerek rüyayı anlattım. Cemal de, tabii, bunun üzerine bir mesaj attı (herhalde o da gülüyordu): Kimlik Bedenin Hapishanesidir. Bu, aslında, Reyda Ergün ile hazırladıkları, Spinoza üzerine yazıları derledikleri (ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan) kitaplarının adı. 

Ardından, ben, bu yazıyı yazmaya oturdum, zihnimde Paul Celan’ın “Kimsenin Gülü”: “bir hiçtik / öyleyiz, / ve öyle kalacağız, / çiçek açarak: / hiçliğin — / ve / kimsenin gülü…”

Levinas’ın Celan üzerine yazdığı küçük bir kitap var. Levinas, orada, Celan’ın istediği dünyanın, kişinin (kimsenin) “bir diğerini, bir yabancıyı görüp, onda kendini de bir ‘yabancı, öteki olarak’ bulduğu bir dünya” olduğunu söyler. Bu dünya, diğeriyle, diğerinin ‘beni’ (kimliği?) ile yüzleştiğimiz, ve bir ‘kimse’, bir ‘ezeli yabancı’ olduğumuzu kavradığımız yerdir. Herhangi bir kökten, geçmişten ya da herhangi bir yerden, yerleşimden gelmediğimiz bir yer. Özgün (orijinal, yani tam çevirisiyle, ilk olmak, kök ya da kökenin tam kendisi olmak) olmanın koşulu olarak da yersizliği, vatansızlığı görür Celan, diyor Levinas. Kendinde öteki aracılığıyla yabancıyı bulan kimse artık yeni bir yere gelmiş, kimliğinin tüm ağırlığından kurtulduğu bir diyara yerleşmiş, kimse olmuştur. Köklenmeye hiçbir şey borçlu olmayan, ilk işgale, fetihe hiçbir şey borçlu olmayan bir yer, bir toprak; doğuma, orada doğmuş olmaya hiçbir şey borçlu olmayan bir topraktır. O toprakta biten gül ise, “kimsenin gülü”.  

“Kimse” zamirinin, dişil ya da eril, Latince karşılığı olan persona sözcüğü, personare fiilinden türetilmiş (per-sonare : “per” bir ön ek, bizdeki “-den”, “-dan” son eklerine tekabül ediyor. Sonare ise, konuşmak. Yani şöyle çevrilebilir gibi geliyor bana: “-den, -dan konuşan” – dan dun değil ama). Yani, belirsiz bir konuşan (kişi) var. Biri konuşuyor ama kim konuşuyor? Latince sözcük ilk zamanlar tiyatroda oyuncuların kullandığı maskeyi ifade ediyormuş. Persona, yani bir maske aslında. Aslında, eski Yunancada da aynı, kimse anlamındaki “prosopon” da maske. Yani bizim Türkçe sözcük çok da uzak değil bu anlam evrenine, eğer şöyle düşünürsek: Kim ise? Yani, biri var ama bilmiyoruz kim. Bu maskenin ardındaki de kim? ‘Kimse’ o, biri var arkasında. Biri, bir kişi, kim ola?

Eski Yunancada prosopon’un bir eşanlamlısı var, outis. Bunun da birebire yakın çevirisi, yok-kişi. Ya da hiç-kimse. Ama bizdeki hiçkimse, bir totoloji. Yani, kimse’nin anlamına yeni bir şey katan bir kelime türetmemişiz. Kimse, Türkçede zaten hiçkimse anlamına geliyor. Şu cümlelerdeki gibi: “Hiçkimse vazgeçilmez değildir”, “Kimse vazgeçilmez değildir”. İki önerme de birebir aynı şeyi ifade ediyor.

“Kim” ise, bir soru zamiri, ya da Sevan Nişanyan’ın yazdığı gibi, ilgi bağlacı. 

Anneannem, ilerleyen yaşlarında hem romatizmadan çekiyor ve yerinden kalkamıyor hem de Alzheimer ile pençeleşiyordu. Bu zor durum, kimi kez basbayağı komik durumlara da yol açıyordu. Bir gün bir arkadaşım eve gelmişti – Hande Afacan. Anneannemi çok severdi. Tabii ,anneannem Hande’yi bin kez görmesine rağmen hatırlamıyor, Hande sarıldı, “Annaneciiim, nasılsınız?” dedi. Anneannem ters ters baktı ve “Sen de kimsin?” dedi. Hande, “Ben Hande’yim annane” diye cevap verince, anneannem, şaşkın bir yüz ifadesiyle, “Hektor mu? Sefte duydum” demişti. Yine anneannem: Yazlıkta, komşularımız var, İsa Bey ve ailesi. Bizim küçük evin büyükçe de bir terası var ve biz onu bırakıp hep beraber denize gittik bir gün. Döndük, anneannemle konuşmaya başladık. Ne oldu, bir şey oldu mu, nasıl geçti vaktin, ne yaptın, kimse uğradı mı? Anneannem durdu ve “İsa aleyhüsselam uğradı” dedi.

Kimse : Hande ya da Hektor, İsa Bey ya da İsa Mesih. İsim yani. Kişinin kim olduğunu söyleyen şey, bir isim. İsim, ardındaki bir şeylere işaret ediyor, öylelikle kimlik oluyor. 

Benim rüyamdaki bıyıklı komiser ne yapacaktı acaba Cemal’in kimlik kartına bakıp? Ne öğrenecekti? Adının Cemal olduğunu, İstanbul’da doğduğunu, erkek olduğunu? Annesinin adını, babasının adını? Mesleğini? Bunları sorsa aynı cevabı almaz mıydı? Alamayabilirdi. 

Aynı soruyu Polyphemos da sormuştu Odysseus’a: Sen de kimsin? Adın ne? Polümetis (yani çok-kurnaz, bol metis’li) Odysseus ise, öyle olduğunu kanıtlamak için, “Outis” demişti, “adım Outis”, Kimse. Bir zaman sonra Odysseus ateşte sertleştirdikleri sert bir kazıkla Polyphemos’un tek gözünü oyunca, Tepegöz can havli ile diğer Kyklopları yardıma çağırmak için bağırır: “Oûtis me kteínei!” – “Kimse beni öldürüyor!”. Tabii, sizi “Kimse” öldürürse, hiçkimse yardıma gelmez.

Ama aynı Odysseus, Phaikların adasında, Demodokos’un şarkılarını dinlerken kendini tutamayıp ağladığında, Kral Alkinoos’un “Sen de kimsin vre yabancı? Artık söyle adını!” lafları karşısında böyle gururla ayağa kalkar ve şunları der: “Adımı söyleyeyim sizlere ilk peşin, bari siz de bilesiniz ben kimim […] Laertes’in oğlu Odysseus’um ben. Kurnazlığımla tanınmışım tekmil insanlar arasında, benim işte o, ünü ta göklere yükselen adam. Otururum uzaktan görünen İthake’de”.

Bıyıklı komiserimiz “Kimliğini ver ulan!” deseydi, bakacağı belgede şöyle şeyler görürdü herhalde: 

Adı: Odysseus. Soyadı: Bin Laertes. Doğumu: İÖ. Doğduğu yer: İthake. Meslek: Kral. Cinsiyeti: Erkek.

Eskiden olsa, kimi belgelerde ayırıcı unsur hanesi de olurdu. Odysseus’unkinde de olsaydı — Ayırıcı unsur: Çok kurnaz, iyi ok atar, karısına âşık, vatanını ve çocuğunu seviyor, büyüklerini sayıyor.

Dikkat edelim: Odysseus, adımı söyleyeyim de ben kimim anlayın, diyor. Yani, adını söylediğinde, kim olduğunu şıp diye bilivereceklerini var sayıyor. Ya bilmiyorlarsa?

Pekiyi, insanın kimliğini doğduğu anda edindiği, ona anında bir ad, bir soyad, bir cinsiyet, (pembe ya da mavi idi eskiden) bir nüfus cüzdanı verilen ve böylece onu ondan önce gelen ve kök salmış bir dünyaya bağlayan bu fikir, günümüzde hâlâ baskın bir biçimde süregiderken, bizler, acaba bir “kimsenin tarihi” yazabilir miyiz? Ya da, kimseler onlara fikirleri sorulmadan veriliveren kimliklerden mi ibarettir?

Bugün, bu yazıyı yazarken, kimse sözcüğünün etimolojisi için, dediğim gibi, Sevan’ın sözlüğüne baktık. Ordinaryus Profesör Dilan Dogar’la. Dilan Hanım, “Hımm” dedi, “eski Türkçede, 1300’ler gibi, kimerse, kimersene de deniyormuş” dedi. Kim ise, oldu mu size “kim er se ya da  kim er sen e”. Haydaa. Ve madde bize “-er”e de bakmalısınız diyordu. Dilan Hanım “-er”e bakınca, “olgunlaşmakmış, pişmek de olabilir” dedi. “Hımm” dedik tekrar. Madde bize doğal olarak “erkek”e de bakmalısınız diyordu. Baktık, ve tabii “kek”e de baktık ve büyük bir buluşa imza attığımızı düşünüyoruz : Erkekler, pişmiş keklerdir. Pişince kabaran kek’e, anlayacağınız, erkek deniyor. 

Diyalog şöyle de olabilirdi: 

Zarif bir hanım polis: Kimliğinizi rica edebilir miyim beyefendi?

Beyefendi: Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

Polis: Evet, bir kek. Kabarmış bir kek.

—-
Tepedeki imaj: 1963'te Paul Celan. Fotoğraf: Lütfi Özkök