Vatan, ülke, memleket, sürgün

Hep tetikte olmak lazım. Yoksa çoktan devletlerin toplumu kompartmanlara ayırma, birbirine karşı kışkırtma politikalarına teslim olmuştuk.

KARİN KARAKAŞLI

15.03.2023

Bir ülkeyi masumiyet kavramıyla yan yana getirmek olur iş değil. Masumiyet, tekil insana bile büyük gelen bir kalıp. Ne de olsa kaybedilmesi bir âna bakıyor. Kendine ihanete, kötü olduğunu bile bile yapmadan duramadığın küçücük ama karşındakinin karnında bıçak döndüren bir eyleme. Hatta tek bir söze.
 
Bir zaafa yenik düşmektir masumiyet kaybı. Sadece kötülüğe maruz kalandan değil, bizzat failinden de çok şey götürür. Çünkü bahsi geçen sistematik, organize zulüm değil. O zaten önce gerekliliğine, işlevine karar verilen, özenle planlanarak uygulanan bir eylemler bütünü. Masumiyetle zıt anlam kutbunda bile yan yana gelemeyecek kadar kendinden menkul bir siyaset.
 
Masumiyet kaybettiren hatalarınsa doğası gereği ödeşme payı var içerisinde. Kabullenme, pişman olma, telafi etme sorumluluğundan kaçsan bile varlığıyla seni bir ömür kovalayacak ağırlıkları mevcut. Ve hele pişmansan, gerçekten kendinden bir parçayı kaybettiğin hissi de peşini bırakmayacak.
 
Kendinden parça kaybetmek, insanın ruhunu solduran en büyük felaketlerden. Sinsi bir hastalık gibi, sen işin ciddiyetini anlayana kadar bir bakmışsın, aynada yüzünü tanıyamaz hâldesin. Her yerin dışarlıklısı, her mekânın yabancısı olmak, hiçbir yer denen o tuhaf noktanın ta kendisi olmak gibi. Her ülkede pıtrak gibi çoğalan zincir mağazaların, toplu konutların aynılığına benziyor biraz. Dünyayı tanıdık değil, tıpa tıp kılıyor. Yolculuğun keşfini, tarihin ve coğrafyanın büyüsünü çalıyor.
 
Oysa hafıza hep farklı olana ihtiyaç duyar. Bir ânı diğerinden ayıran o tanımsız şeyi kaydeder. Kişisel tarihi bu beklenmedikler üzerine inşa eder. Kimi zaman acı kimi zaman tatlı ama her halükârda sahicidir bu anlar. Anı olmaya hak kazanan anlar. Ve kendini bir tekdüzeliğin, yalanlar aleminin içerisinde kaybolmuş hissettiğinde bu anılar imdada koşar. Hatırlanan bu hikâyelerinde aslında hep bir başlangıç özlemi de gizlidir. Bir masumiyet çağrısı. Her şey kirlenmeden önceki o son an. Sürgün öncesi.
 
Dışarlıklının çilesi
Sürgün varsa, memleket de olmuş olmalı. Zorunluğu bir evsizliğe, henüz yuva kılamadığın yeni bir eve yolculuk. Yeni evlerin tedirgin eden tuzakları vardır. Hangi mobilya ya da döşemeden ne ses çıkacağını bilemezsin. Masa sallanmasın diye hangi bacağın altına küçük bir kâğıt sıkıştırman gerekir, buzdolabı gecelerde nasıl bir ses çıkarır, kahve makineleri neyi homurdanır, döşeme hangi noktalarda çatırdar, yan, üst ve alt katlarda nasıl hayat işaretleri saklıdır, pencere pervazları nereden rüzgâr alır, hepsi ama hepsi keşfedilmeyi bekler. Yeni mekân temkinlidir. İçine yerleşmeye davrananı önce inceden şöyle bir tartar. Eğer karşılıklı bağ kurulmazsa bir ömür de geçersen kimi evlerde hep yaban kalırsın. Kanepeye huzursuzca ilişen ve elini kolunu nereye koyacağını kestiremeyen, huzursuz bir misafir gibi.
 
Kendi ülkende böyle hissetmemen gerekir aslında. Adı üstünde, ülken. İyelik eki kullanıyorsun. Orada doğmuş, daha da önemlisi onun sokaklarında, mahallerinde, şehirlerinde büyümüşsün. Köylerinin, dağlarının, ırmaklarının hatırı var sende. Anıların var. Koca bir hikâyen. Yani bağın var sözün özü. Ama kök dediğin öyle yerinden sarsılmaz katılaşmış bir inşaat temeli değil. Kök, yaşayan bir organizma. Ve her canlı gibi kırılgan. Ne kadar sağlam dursa da. Köklerinden sarsıldığında kendi ülkeni tanımaz hâle gelmek diye tarifsiz bir deneyim de var o yüzden. Masumiyeti kerelerce kaybetme temelli bir yıkım.
 
Yerinden kaldırılan kök nasıl sızlar bilir misiniz? Burnun direği gibi, yanan ciğer gibi, burkulan kalp gibi sızlar. Kulakların uğuldar, beynin sıvılaşır sanki. Bu kadarı olmaz diyordun değil mi? Bak oldu ama. Bu kadarı ve daha fazlası oldu. Kendi toprağında sürgünsün artık. Zaten ne edeceğini bilmediğin bugününe, gelecek umuduna değil bizzat geçmişine, hafızana kastedilmiş. Göstereceğin evin yok. Evin sokağı, sokağın mahallesi, mahallenin şehri yok. Depremle yıkılan böyle bir hayat işte. Sanki sen hiç olmamışsın. Ailen yok, eşin dostun, konu komşun yok. Sevdiklerini defnedebilenler şanslılardan sayılıyor. Kimilerinin mezarı yok.
 
Üstelik hayat devam ediyor bir yerlerde. Ve en çok da bu acında, yasında tek başına konmuşluk koyuyor ya insana. Şükür ki dayanışma diye bir şey var. Yek diğerini içinde hissetme, kahrına el verme refleksi var. Yoksa çoktan devletlerin toplumu kompartmanlara ayırma, yeri geldiğinde gündem değiştirme uğruna birbirine karşı kışkırtma politikalarına teslim olmuştuk. Ama işte hep tetikte olmak lazım. Dayanışma büyüdükçe oyunlar da derinleşiyor ne de olsa.
 
Bütün bunları düşündüren son gelişmelerden biri 5 Mart’ta Pazar günkü TFF 2. Lig Beyaz Grup 23. hafta karşılaşmasında Bursa Büyükşehir Belediye Stadyumu’nda yaşatılan vahşet. Bursaspor-Amedspor arasındaki karşılaşma futbol maçı dışında her şeyin simgesine dönüştü. Amedspor takımına yönelik maçtan önceki gece kaldıkları otelin önünde “Ne mutlu Türk'üm diyene” sloganlı, Mehter Marşlı küfürler ve saldırılar statta da devam etti. Bursaspor tribünlerinde 90'lı yılların faili meçhul cinayetleriyle özdeşleşen “Beyaz Toros” ve “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım'ın pankartları, fotoğrafları açıldı. Sahaya pet şişe, taş, bıçak ve mermi yağdı.
 
Maçın nasıl oynatılabildiği zaten başlı başına bir soru. Ama daha da çarpıcı olan Bursaspor Kulübü yönetiminin, PFDK'nın 9 maç seyircisiz oynama cezasına isyanında kullandığı ifadeydi. Yeşil-beyazlı kulüpten yapılan açıklama şu şekilde: “Bu ceza bize değil tek çatı altında bir araya gelen tüm takımların vatansever taraftarlarına verilmiştir. Bilinsin ki gereken mücadele Bursaspor var olduğu sürece devam edecektir.”
 
Türkiye yakın tarihinin en karanlık siyasi dönemini yüceltmek vatanseverlikle eş tutuluyor anlayacağınız. Ve elbette Amedspor, onun geldiği ve deprem felaketi geçirmiş Diyarbakır bu vatan tanımının dışında. Oysa ortak bir memleketten bahsediyoruz. Faşizm, ırkçılık, nefret saldırısı tuzaklarını adlı adınca teşhir etmedikçe ortak cehennemimiz olmaya mahkûm yeryüzü parçasından.
 
Yakaya yapışan el
Bursaspor-Amedspor maçında pankartı açılan "Yeşil" kod adlı JİTEM elemanı Mahmut Yıldırım’ı kızını kaybetmiş bir babadan dinlemenin de tam sırası. Çalıştığı Dersim’in Kepektaşı Köyü’ndeki tuğla fabrikası çıkışında 27 Temmuz 1992’de Mahmut Yıldırım ve adamları tarafından kaçırılan ve naaşı 8 Ağustos 1992’de Elazığ Asli Mezarlığı’nda bulunan Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk’ten: “Çocuğu cesedi parçalanmış, kulakları kesilmiş bir baba olarak 31 yıldan beri bütün devlet dairelerine TBMM'ye bu acımı anlattım bugüne kadar da halen anlatıyorum. Televizyonu izleyip bunları görünce hanım birlikte oturduk ağlamaya başladık. O resimleri, Toros resimlerini ellerinde gezdirenler demek ki birbiriyle ilişki içindeler. Bu nedenle davacıyım, şikâyetçiyim gerekenin yapılması için suç duyurusunda bulunuyorum.”
 
Ayten Öztürk için yaptırdığı anıtmezarın başında o baba 2014’te şunları da söylemişti: “Kızımın cesedi bulunduğunda gözleri oyulmuş, vücudu parçalanmıştı. Kızımı toprağa gömmüşlerdi ve bir çoban buldu. Bir eli dışarıdaydı. Ben de bu eli dışarıda olacak şekilde anıt mezar yaptırdım ve kızımın dışarıda kalan bu eli her zaman adaletin yakasında olacak. Kızımın katillerini bulmayan yetkililerin yakasında olacak. Yeşil’in yakasında olacak. Kızımın hesabını sormadan ölmek istemiyorum.”
 
İnsanı, aynı toprağın üstünde ve aynı gökyüzünün altında birlikte yaşadığı insanların kendi acısı, yası üzerinde tepinmelerinden daha çok yabancılaştıracak, memleketsiz bırakacak hiçbir şey yok. Aynı şeyi talihin ilahi cilvesi gereği ismiyle müsemma Memleket Partisi’nin Genel Başkanı Muharrem İnce’nin bu acılı döneme hediyesi danslı kampanyası için de söylemek mümkün. Depremzedeler her gün fırtına ve sağanak yağış altında yerinden sökülen, sular içinde kalan çadırlarda ya da açıkta hayatta kalma mücadelesi verirken seçim öncesi ittifak pazarlıkları sürekli bölgenin acil ve sürekli ihtiyaçlarından dikkat çalmaya devam ediyor. Sonra o okuması, görmesi katlanılmaz ölüm hikâyelerinin biri daha düşüyor önümüze. Utananlar ve umuru olmayanlar diye iki ayrı ülkeye bölünüyoruz sanırım kendiliğinden.
 
Yine doksanları kan ve korku diyarına çeviren Batman merkezli, devlet desteği nedeniyle Hizbulkontra olarak da adlandırılan Hizbullah’ı terör örgütü saymayan Hür Dava Partisi (HÜDA PAR) Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun Cumhur İttifakı’nı destekleme kararı ve bu vesileyle gündeme gelen katliam ve cinayetleri de anımsamalı. Hizbullahçıların dosya haberini yayınladıktan iki gün sonra öldürülen gazeteci Halit Güngen’i, örgüte yönelik operasyonlar sonrasında çapraz ateşte öldürülen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı, pek çok şehirde Müslüman feminist yazar Konca Kuriş’i… Siyasi pazarlıklarla on yıl sonra tahliye edilen ekipler bir seçim arifesinde daha kozlarını oynamanın telaşında. Mafya liderleri de cabası.
 
Tarihi devlete hatırlatmak vatandaşa kalmamalı. Ama vatanseverlik tanımının nelere denk getirildiğini görünce bırak devleti, bırak tarihi, birbirine yaşadığın bugünü gösterme ihtiyacı duyuyorsun. Hem de omuzlarından sarsa sarsa, haykıra haykıra.
 
Devletleri geç bir kalem. Ülkeler masum değil. İnsanlar da öyle. Topyekûn masumiyet yok ama masumiyeti önemseme, iyilikte ısrarcı olma diye çok kıymetli bir çaba var. Her yer karardığında yanan kandil o. Devam etme umudu. Hayal etme ve yeni bir gerçek inşa etme kudreti. Yaşadığın yere memleket diyebilme hakkı. Gerisi zaten hikâye.
 
—–
Kapak Görseli: BBC News