Yakına yakın bakış: Giden, kalan, bitmeyen

Léo artık biraz da Rémi olarak yaşayacak hayatı. O yoldaşlık bitmeyecek. Kökünün koptuğu yerden filiz verecek.

KARİN KARAKAŞLI

28.03.2023

Birisi için “Onunla çok yakınız” demek öyle kolayca, bir çırpıda ağızdan çıkan bir ifade değil. Yakın, yüklü kelime. Gerçekten yakın olduğuna kalbini açarsın, en tekinsiz organını. Ona yaralanabilir olduğun hâllerini gösterirsin, sırlarını paylaşırsın. Yakın olduğunla saatlerce susabilirsin ve her şeyi anlatmış olursun. Yakın, seni kendine de yakınlaştırır. Elbette sadece bu denli açık olmayı göze alabildiğinde.
 
İlk darbeleri almadan önceki, o çocukluğun çocukluk kalan yaşlarında yakın arkadaş aşk sayılır. Her şeydir o. Yenilmezsinizdir. Hayaline inanan o insanın yanında bütün dünya senin sayılır. Hayat sadece oyundaki o ândır. Ve başka hiçbir şeye gerek duymayacak kadar tamdır.
 
Belçikalı yönetmen Lukas Dhont’un filmi “Close” (Yakın) bizi adı gibi yakın bir çocukluk arkadaşlığına, tam dibinden, en yakından bakmaya davet ediyor. Dolayısıyla sadece konunun hassaslığı açısından değil, izleyeni konumlandırışı açısından da zorlu ama mutlaka verilesi bir sınav. Üstelik konunun sertliğine tezat oluşturan şefkatli anlatım hepimizin ortak ihtiyacına denk geliyor.
 
Ödüllü ilk filmi “Girl”ün (2018) ardından senaryosunu Angelo Tijssens ile birlikte yazdığı Belçika-Fransa-Hollanda ortak yapımı ve Belçika’nın yabancı film dalında Oscar adayı olan “Close” ile de Cannes’da Grand Prix’ye layık görülen Dhont, bu kez on üç yaşındaki iki oğlanın Léo (Eden Dambrine) ile Rémi’nin (Gustave De Waele) hikâyesine odaklanmış. Her anlarını birlikte geçiren iki arkadaş Léo ve Rémi. Hatta çiçek tarlalarında çalışan ailesinden çok Rémi’nin evinde kaldığı için başta abisi Charlie olmak üzere herkes takılıyor Léo’ya. Léo, Rémi’nin annesine de ikinci bir oğul gibi yakın.
 
Belçika kırsalında, çiçek tarhları arasında koşturan, bisikletleriyle rüzgâra karşı yarışa tutuşan bu çocukların bağı daha ilk andan itibaren bizleri de sadece izleyen olmaktan çıkarıp katılımcı kılıyor. Diyaloglar çok yalın ve ekonomik. Kimi zaman insanların gözleri ve beden dili ağızlarından çıkandan bambaşka şeyler anlatıyor. Tıpkı hayatta da olduğu üzere. Ve boşlukları hep bizim doldurmamız gerekiyor. Bu noktada filmin ayrıntıların gireceğim, yoksa zaten yazı yazmak mümkün ve pek de anlamlı değil. Bu da uyarısı olsun.
 
İki kişilik cumhuriyet
İlişkinin dinamosu Léo. Hayatı her an gözleyen, ortamların enerjisini hisseden koca bir ruhu var. Her şeyden önce de muhteşem bir masal anlatıcısı. Orman içlerinde, izbe mağaralarda inanılmaz macera dünyaları kuruyor. Ve arkadaşına kıyasla daha içine kapalı bir karakter olan Rémi de itirazsız, heyecan içinde atlıyor bu masalların içine. Geceleri Léo’nun fısıldadığı masallarla uykuya dalıyor, sabah onunla kahkahalı kahvaltı masalarına uyanıyor. Böylelikle Léo’ya ve dolayısıyla bize fısıldadığı dertten bir süreliğine kurtuluyor: “Uyuyamıyorum. Zihnimdeki düşünceler durmuyor.”
 
Rémi’nin kimi zaman kendisini banyoya kilitlediğini ve annesinin bu yüzden endişeli olduğunu görüyoruz. Bizim bunu tek gördüğümüz sahne Léo ve Rémi’nin biriken bir şeylerin gerilimiyle oyun gibi başlayan dövüşmelerinin sonucu. Çünkü her masalın bir vakit sonu gelir. Masal, hayat içinde her an sürdürülebilir bir şey değil.
 
Bize sunulan bu iki kişilik dünyanın başka kimseye ihtiyacı da yok, bir başkasını dahil edebilecek açıklığı da yok. Çünkü orası başka her şeyi ve herkesi müdahale gibi görecek bir saklı sığınak. Dolayısıyla dış dünyayla temas anı gelip çattığında ve iki oğlan, sınıf arkadaşı olarak yeni okullarına başladıkları anda bu dünya da ilk darbelerini almaya başlıyor. Dış göz devreye giriyor. Hemen. Dikizleyen ve illa bir ad koymak isteyen bir bakış bu. Bunlar nasıl arkadaş, neden bu kadar yakınlar, yoksa sevgililer mi?
 
Rémi’nin bu sahnelerdeki sessizliği çok çarpıcı. Bütün sorulara büyük bir tepkiyle hep ve sadece Léo karşılık veriyor. Remi ise sadece izliyor. Bir daha mağaraya gittiklerinde Rémi çaresizce bir masal uydurmaya çalışıyor ama Léo eşlik etmiyor ve dünyalarının yıkıldığını ağzından tek bir cümle çıkmasa bile o an anlıyor sanki Rémi.
 
Léo yeni tanıştığı ortama, gruplara, oğlanların kabul gören versiyon arkadaşlıklarına uyum sağlama çabalarına girişiyor. Buz hokeyi takımına giriyor ve Rémi’den mesafelenmeye çalışıyor. Rémi’nin takıma girme teklifine gösterdiği kayıtsızlık ve iki arkadaşın bisiklet sürerken vardıkları o kavşakta ayrılışları fiziksel yol duygusunun çok ötesinde bir kırılma yaşatıyor izleyen herkese.
 
Masalsız yaşamaya, sıradanlaşmaya razı gelecek biri değil Rémi. Léo’nunki gibi sevgi dolu kollayıcı bir abisi yok. O, evde düşünceleriyle, içinden çıkamadığı sorularla baş başa. Onu tek başına mücadelesinde bir an bile görmüyoruz ama hayal etmeden duramıyoruz. Lukas Dhont’un büyüsü izleyiciyi, senaryonun bütün bu boşluklarına dahil etme gücü ve talebinde gizli zaten.
 
Çözülme ânı da okul bahçesinin ortasına, kamunun göbeğine denk geliyor elbette. Ne de olsa birbirini tamamlama, apayrı bir dünya gücünün alaşağı olduğu yer zaten burası en başından beri çocuklar için. O gün Léo ilk kez Rémi’yi okul yollarında her zaman buluştukları yerde beklememiş. Erkenden basıp gitmiş. Kaçmış sözün kısası. “Bir şey yok, gel gruba katıl” dediğinde Rémi’de hatlar kopuyor. Çünkü Léo için yeni tanıştığı bu bir grup insandan biri olmak, hakaret ve ihanetin en büyüğü. Sinir krizi geçirişini ve Léo’ya saldırışını dehşet içinde izliyoruz. Abisi tarafından bir köşeye çekilen Léo da en az Rémi kadar bitik.
 
Yas ve suçluluk, şefkat ve şifa
Bu noktadan sonra Close tamamen farklı bir filme dönüşüyor. Rémi’nin katılmadığı bir okul gezisinin dönüşünde çocuklar ailelerinin onları almaya geldiğini görüyor. Yol boyu öğretmenlerin sıkıntılı telefon konuşmalarını izleyen Léo’nun ne olduğunu anladığını otobüsten bir türlü inemeyişinde görüyoruz. Sonunda otobüse giren annesi Nathalie’nin (Léa Drucker ) oğluna, dünyasını alt üst edecek o haberi verirkenki çırpınışı çok sonraları da bizimle kalan karelerden. Léo için için bildiği şeyi öğreniyor: Rémi intihar etmiş.
 
Léo ve Rémi’nin annesi Sophie’nin (Emilie Dequenne) yas süreci, kendimizi bir anda neye uğradığımızı anlamadan içinde bulduğumuz bir cehennem. İki sağ kalan ve arda kalanın sessiz ve birbirlerinden uzak baş etmeye çalıştıkları bir cehennem. Çünkü intihar, suçluluk ve sorumluluk duygularıyla gelen bir ölüm. Hele de en yakın arkadaşını kendinden uzaklaştırmış Léo için.
 
Tohumdan hasada doğanın dönüşümünü gösteren çiçek metaforu Léo ve Rémi’nin de temsili gibi film boyunca. Frank Van den Eeden’in muhteşem sahneler hediye eden görüntü yönetmenliğinde ve Valentin Hadjadj’ın dip dalga gibi müzikleri eşliğinde sinematografik açıdan iki oğlanın boylarına gelen çiçeklerle dolu tarlada özgürce koşturması, bisikletlerini rüzgârla yarıştırarak sürmesi ancak gençlikte, bazen de içinde yeniden o genç ruhu yakalayabildiğine nasip olan özgürlükle eşdeğer. Sonrasında o çiçek tarlalarının ortasında artık bir başına Léo. Acı geldikçe toprak karılıyor. Acı geldikçe çiçekler eziliyor. Ama doğa yeniden doğuruyor kendini her seferinde. Yine çiçek açıp Léo’nun boyuna getiriyor kendini.
 
Öncesinde çaresizce kendini öldüresiyle yormaya Léo. Gözümüzün önünde bedeni eridi. Antremanlara doymadı, koşmaya doymadı, bisiklet sürmeye, çiçek hasatında boyundan büyük kasaları yüklemeye doymadı. Hiçbir yorgunluk, o boşluk ve iç kemiren suçluluk duygusunu geçirmeye yetmedi. Hiçbir fiziksel tükeniş bayılıp uyuyabilmesine yardımcı olmadı. Çareyi yine abisine sığınmakta buldu. Gecenin karanlığında abisine sarılırken fısıldayabildi Rémi’yi ne kadar özlediğini.
 
Bu ağabey kardeş ilişkisine ayrıca değinmek isterim çünkü orada da aşk var. Her şeyin farkında olan ve koşulsuz sevgisiyle, küçücük yaşta omzunda tarifsiz bir yük bulan kardeşinin acısını paylaşmaya çabalayan bir abi Charlie (Igor Van Dessel). Oysa işte kasaları taşımaya benzemiyor yas. Léo yasında en az Rémi’nin annesi kadar yalnız. Ve bir tek onun sevgisine ve affına muhtaç. Ama o çiğ acının kendisi, anneyi görünce besbelli ayyuka çıkan bütün hatıralar ve en önemlisi de o sinsi suçluluk duygusu yüzünden ondan köşe bucak kaçıyor.
 
Sophie çok özel bir kadın. Hayli uzun bir zaman Léo’yu görmeye bile çalışmıyor. Neden hiç ortalarda görünmedi diye tek bir serzenişte bulunmuyor. Léo ve kendi annesi Nathalie, Léo ve Rémi’nin annesi Sophie sahneleri yürek burkan etkileyicilikte. Kadının şifa gücüne ve azmine dair çok şey söylüyorlar.
 
Derken Sophie öyle bir şey soruyor ki Léo’ya kalakalıyoruz hep birlikte: “Siz hiç konuştunuz mu?” Öldükten sonra yani diye ekliyoruz içimizden. “Rüyanda sana hiç göründü mü?” gibi bir soru bu. Sorması ayrı yanıtlaması ayrı ağır. Eğer Rémi tek bir insana görünecekse, bunun Léo olacağını biliyor. Ve Léo da başını hayır anlamında sallarken en az onun kadar çaresiz. Léo hiç uyuyamıyor ki artık. Rémi’nin uykusuzluğu da ona miras.
 
Léo ağlamaya ancak kolunu kırdığında izin veriyor. Ve kaçak güreşen, her şey normalmiş gibi davranmaya çalışan yetişkin dünyası da ortak bir sofrada Charlie gelecek hayallerinden bahsederken artık bu geleceğe sahip olmayan Rémi’nin kaybının idrakiyle gelişigüzel sohbet etme yalanının bir anda darmaduman oluşuna teslim oluyor.
 
Konuşulmayan
Lukas Dhont’un büyük keşfi iki oyuncu Eden Dambrine ve Gustave De Waele, seçmeler sırasındaki kurdukları bağla inanılmaz bir sahicilik duygusu yaşatıyor hepimize. Yönetmen, kendi dansçı olma hayaline göndermede bulunarak yazdığı senaryolarda da önceliği replik ve metinden öte bir koreograf edasıyla renk, sahne, imge, kostüm ışık ve harekete verdiğini anlatıyor. “Her şey zamanla konuşulmayan üzerinden ortaya çıkmış oluyor” diyor.
 
‘Konuşulmayan’ kilit bir sözcük. “Close”un büyüsü büyük oranda sessizliğin diline da dayanıyor. Bir katmanda günlük konuşmalar var, gözlerde ve beden dilindeyse asıl söylemek istenen ve türlü nedenlerle susulanlar. İzleyici her seferinde karakterlerin bu yaman çelişkisiyle baş başa kalıyor. Ve elbette o konuşulmayanları kendi sözcükleriyle dile getiriyor içinde. O yüzden dünya üzerinde kaç kişi “Close”u izlerse o kadar farklı diyalog var olduğunu söylemek mümkün. Hatta birden fazla izlenmeye değer ve neredeyse ihtiyaç duyulacak bir film olduğu için de kendi yazdığımız diyalogların da her seferinde değişeceğini göreceğiz.
 
Kemik iyileşiyor elbette. Ruhun iyileşmesiyse kaçtığınla yüzleşmeye muhtaç. Ve Sophie ile Léo bu hesaplaşmayı, beynimize kazınacak bir ham yoğunlukla yaşıyor. Boyuna ulaşan çiçeklerin arasında hayatının yeni bir dönemine başlamaya hazırlanan Léo bir an için arkasına dönüp görünürdeki bomboş çiçek tarlalarına ve bir yandan da bize baktığında Rémi’yi görür gibi olduğunu hissediyoruz. O yoldaşlık bitmeyecek. Özlem de. Léo artık biraz da Rémi olarak yaşayacak hayatı. Kökünün koptuğu yerden filiz vererek. Azaldığı yerden çoğalarak. Ölümden geçmenin dersiyle yeniden doğarak…