“Yalan haber” sorunu
ABD halkının yüzde kırkından fazlası, Barack Obama’nın ABD topraklarında doğmadığına inanıyor. Basit bir gerçek: adam orada doğmuş
13.01.2017
2017’de gazetecilik alanında en çok tartışılacak kavram, sanırım “yalan haber” olacak. Dış basında, özellikle ABD yayın organlarında, hemen her gün doğrudan veya dolaylı, bu kavramı ele alan yazılar yayımlanıyor. Hattâ son okuduğum birinde yazar, bu kavramın birçok farklı durumu aynı kaba atıp çorba yapmaya yaradığını, insanları aydınlatmaktan çok işleri karıştırdığını ileri sürüyor, bu nedenle artık kullanılmamasını istiyordu. Zira kavramın zırt pırt kullanılması sonucu, eksik veya özensiz gazetecilikten, bilgi eksikliği veya yeterli araştırma yoksunluğundan doğan gazetecilik yanlışları da kolaylıkla “yalan haber” sınıfına sokulabiliyor, propaganda veya benzer maksatlarla bilerek, uğraşarak üretilen yalanlarla bunlar arasındaki önemli ayrım bulanıklaşıyordu. (Yazar, genel olarak basına, gazeteciliğe savaş açmış Donald Trump gibilerin -“yalan haber” üretiminde başı çekmelerine rağmen- bu işten kazançlı çıktığına dikkat çekiyordu.)
ABD’de yalan haber kavramına ilgi patlamasının, biri evrensel ve süreç işi, öteki ulusal ve “elyapımı” iki sebebi var. İlki, internet sayesinde hızla gelişen sosyal medya ve “yurttaş haberciliği”. Öbürü, ABD’nin yeni başkanı Trump ve etrafındaki “işbilir” grubun siyasî mücadele ve etkinlik aracı olarak yalanı düpedüz doğallaştırmaya yönelik hareketleri.
Bizde bu ikinci etkeni “havuz medyası” diye adlandırılan iktidar propaganda aygıtının çeşitli marifetleri temsil ediyor, canlandırıyor. Yani yalan haber üretimini siyasî-toplumsal faaliyetinin aslî parçalarından biri yapan liderler-partiler-hareketler ABD’ye özgü değil.
Sosyal medya, internet
İnternet ağı, sosyal medya varolsun olmasın, hepimize her an dünyanın büyük bölümünden haber verme-alma imkânı yarattı. Bunun basının “medya”ya dönüştüğü, basın patronluğundaki itibar-kâr dengesinin tamamen ikincisi lehine bozulduğu, düşüncesizlik ve şuursuzluğun umursamazlığın üzerine bindiği, çirkin bir bireyciliğin Zamane Ruhu’nun ortasına gelip çöreklendiği dönemde cereyan etmesi büyük talihsizlik. Sosyal medya gibi bir araç, insanların kendilerinin ve başkalarının kaderleriyle başka türlü ilgilendiği bir dönemde varolsaydı, dünyayı daha eşit, daha adil bir hale getirmeye büyük katkısı olabilirdi.
Şimdi de olabilir. Ama önce hepimiz için yarattığı tehditleri savuşturmanın, verdiği hasarları gidermenin yollarını bulmalıyız. “Şahsiyet savaşları”na ve linç seferberliklerine ortam yaratması gibi okkalı meseleleri şimdilik bir kenara koyup, gazetecilik mesleği açısından bizi yakından ve doğrudan ilgilendiren “yalan haber” konusunu didikliyoruz.
Defalarca kanıtlandı ki, sosyal medya veya kötü niyetli siteler aracılığıyla bir defa ortaya sürülen yanlış bilgi, neredeyse hiçbir zaman mutlak şekilde ortadan kaldırılamıyor. (Meselenin Batı’da ele alınışı ve düşünülen-tartışılan tedbirler konusunda Mehmet Atakan Foça’nın P24’teki yazısına göz atabilirsiniz.) Bu konuda ufak tefek şahsî deneylerim de var. Bir fotoğrafın o değil de bu olduğunu üç gün boyunca ardarda tweet’ler atarak, düzeltmenin yaygınlaşmasını sağlamaya çalışarak ve bunda nisbeten başarılı olarak anlattıktan iki hafta sonra aynı fotoğrafı yine aynı yanlış bilgi eşliğinde dolaşırken gördüm. Buna benzer pek çok hadiseye şahit oldum. Hele belirli maksatla özel olarak uydurulup yayılan kirli bilginin dolaşımına engel olmak veya ondan bizzat etkilenen insanlara o bilginin yanlışlığını gösterebilmek neredeyse imkânsız.
(Sosyal medyanın bilgi “üretim” ve dağıtımına getirdiği olumlu-olumsuz yenilikler, internet kullanıcılarının bilgiyi “karşılama”-algılama tarzlarındaki değişim vs. elbette uzun uzun ele almayı gerektiren konular. Şimdilik bu işi erteliyoruz.)
Trump ve Trump’vârî yalanlar
Yanlış bilginin yayılmasını önlemenin zorluğu, kasıtlı üretilen ve yayılan yanlış bilginin çeşitli amaçlarla kullanılmasını başlı başına iş haline getirdi. “Trol” müessesesi buradan doğdu.
Trump tarzından sözetmenin yeridir. ABD’nin yeni başkanı olan bu küstah ve şımarık zengin, seçim kampanyası boyunca sayısız yalan söyledi. Öne sürdüğü iddianın hiçbir temelinin olmadığı, bahsettiği olayın bambaşka türlü cereyan ettiği, ne bileyim, o gece kimsenin oraya gitmediği, o kişinin o sırada orada olmadığı vs. somutluğunda gösterildiğinde de, söylediğini inkâr etti. Kendi söylediğini, yaptığını da inkâr etti. Engelli muhabirin taklidini yaptı, videoları yayımlandı, Trump ekibinden kimse çıkıp o videoların montaj şu bu olduğunu ileri sürmedi. Çünkü bunlar Trump’ın salon toplantısı sırasında pek çok basın kuruluşu tarafından rutin habercilik davranışıyla, pek çok Amerikan vatandaşı tarafından da o gün orada bulunmanın anısı olsun diye çekilmiş, sıradan haber veya hatıra videolarıydı ve herkesin elinde dolaşıyordu. Fakat sonra Trump yaptığını inkâr etti. Engelli muhabirin istem dışı jest ve mimikleriyle dalga geçişi konusunda halkla ilişkilercileri, “Alay etmedi, o konuşurken hep öyle elini kolunu oynatır,” dediler. Yani herkesin gözüyle gördüğünün aslında öyle olmadığını söylediler. Trump’ın muhabirle gayet çirkin bir şekilde alay ettiğinin inkârı mümkün değil. Fakat edildi.
Trump 11 Eylül saldırıları üzerine New Jersey’de Müslümanların teraslara çıkıp kutlamalar yaptıklarını ileri sürdü. Üstelik bunun görüntülerinin yayımlandığını, kendisinin bunları bizzat gördüğünü söyledi. Sonra, “yok artık!” korosunun sesi yükselince, önce “gözlerimle gördüm” demediğini söyledi, sonra, “yayımlandı demedim”e geçti, ardından sözünü tamamen inkâr etti.
Bizde de biliyorsunuz, Dolmabahçe Camisi’nde içki içildiği, Kabataş’ta genç bir annenin “Gezi’ci” bir grubun saldırısına uğradığı yollu iddialar, iktidardaki siyasî hareketin lideri tarafından ortaya atıldı ve bunların gerçekdışılığı kanıtlandı, ama bu iddiaları ortaya atan veya sahiplenip savunan hiç kimse bundan en ufak huzursuzluk duymadı. Toplumun çoğunluğu da herhangi bir düzeltme talep etmedi. HDP’nin siyaset dışı bırakılması manevraları sırasında, Kürt illerinde sürdürülen yakıp yıkma ve imha operasyonları sırasında birçok yalan piyasaya sürüldü, şimdi Suriye’deki harekâtla ve dış politika ve ekonomiyle ilgili olarak benzer yalanlar üretiliyor, yayılıyor.
Havuz medyası, farklı zamanlarda farklı yerlerde çekilmiş çeşitli fotoğraflardan kolaj yaparak manşet “haberi” üretti. Bunun yanısıra, iktidarın halktaki desteğiyle ilişkilendirilebilecek, irili ufaklı istisnasız her konuda, verilen haberlere hükümler eşlik ediyor. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın fotoğrafı, “Hain” veya “Katil” gibi başlıklar eşliğinde sunulabiliyor. Elektrik, ulaşım vs. zamları, “düzenleme” ya da “güncelleme” başlığı altında duyuruluyor. Doların TL karşısındaki değerinin artışı, asla artışın gerçek sebebiyle birlikte sunulmuyor. (Son olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan doların yükselişini de bir tür “terörizm” olarak nitelendirdi, “elinde dolar olan terörist” tarifi yaptı.)
Bu bir zehir
Örnekleri o kadar çoğaltabiliriz ki, başka söz söyleyecek yer kalmaz. Burada amacımız, iktidar siyasetçileri veya propaganda aygıtında gazeteci sûretinde görev yapan elemanların ne kadar yalancı olduğunu göstermek değil. Bu sistematik yalan üretme-yayma faaliyeti, genel olarak toplumun hakikat ile ilişkisini bozan zehir tesiri yapıyor.
Tıpkı Trump’ın faaliyetlerinin zehirli sonuçları gibi. ABD halkının yüzde kırkından fazlası, Barack Obama’nın ABD topraklarında doğmadığına inanıyor, meselâ. Bu kadar basit bir gerçek: adam orada doğmuş.
“İnsanların hakikat ile ilişkisinin bozulması” deyince, üst perdeden, hafif elitist tutumla söylenmiş söz gibi geliyor kulağa. Değil. Öte yandan felsefî veya ahlâkî sorundan sözediliyormuş gibi duruyor. Maalesef o kadar da değil.
Hakikat ile ilişkinin bozulması, insanlığın geleceğini tehdit eden dört tehlikeli gelişmeye hizmet ediyor.
İlki, farklı düşünen, farklı hisseden, farklı şeyler isteyen insanların asgarî ortak değerler zemininde birarada yaşayabilmesi imkânsızlaşıyor. Kırmızıda dur, yeşilde geç gibi bir konu bile birtakım asgarî tartışma ve anlaşmalar gerektirir.
– Kırmızıda durulsun.
– Peki, işte kırmızı.
– Ama o mavi!
– Nasıl mavi? Kırmızı ya işte…
– Yoo. Mavi.
Bu böyle yazılınca saçma görünüyor. Ama halihazırdaki pek çok “tartışma” böyle özetlenebilir. Birinin kırmızı gördüğüne öbürü mavi diyorsa kim kiminle neyi nasıl tartışabilir?
İkincisi, bizzat gerçeğin tepetaklak, tersyüz, dolayısıyla mundar edilmesi, “biz ne dersek o” babalanmasının konusu haline gelebilmesi, çeşitli toplumlardaki kutuplaşma olgusunu güçlendiriyor. Türkiye’deki, sırf bir taraf kara dedi diye öbür tarafın simsiyah nesneye ak diyebilmesi keyfiyeti görmemizi, bilmemizi güçleştiriyor, ama şu anda azıcık izan ve idrak sahibi ABD okuryazarlarının hepsi “kutuplaşma” telaşına düşmüş durumda. Kutuplaşma, sadece giderek kanlı çatışmaya bile dönüşebilecek uzlaşmazlığın ifadesi değil. Böyle bir gidişatın önlenmesini imkânsızlaştırabilecek bir etken. Temasın ortadan kalkışı.
– Sürücü adama çarptı, suçlu!
– Değil. Arabalara yeşil yanıyordu.
– Nasıl? Yanan kırmızıydı.
– Hayır, değil. Bize göre yeşil o.
Bu aynı zamanda hukuk diye bir kurallar bütününün varolmasını, üzerinde anlaşılmasını imkânsız kılar.
Üçüncü gelişmedeyiz. Nitekim şu anda dünyanın çeşitli ülkelerinde yükselişteki eğilim, otoriter popülist rejimlerin kuruluşu, çoğulculuk ve demokrasinin yok edilmesi eğilimi, kaçınılmaz olarak, kurumsallığın, herkes için geçerli kuralların, genel olarak hukuk kavramının kuyusunu kazıyor. Hakikatin isteğe ve yerine göre değiştirilebilir olması, bu sürece bir tür “felsefî” zemin yaratıyor, Zamane Ruhu’na dolandırıcılık ruhu katıyor. Post-modernizmden daha yıkıcı bir anlayış bu.
Yine vurgulayayım ki, bu gidişin toplumsal zararı, kötü niyet meselesi olarak ele alınıp kınanacak şeyden ibaret değil. Bir tür insan varoluşu şekillendiriliyor. Hakikat ile ilişkisi bozulmuş topluluk, popülist otoriter rejimler için ideal kitle tabanı.
Ve dördüncü gelişme. Her işi o alana özgü farklı tanrının marifetiyle açıklamaktan tek tanrılı dinlere, oradan bilim “inancı”na, akıl-mantık hükümranlığına… derken, fazla akıl-mantığın totaliter düşünce sistemleri, bunların da totaliter rejimler yarattığı iddiasından hareketle her türlü tutarlılık-bütünlük kavramının yok edildiği post-modern dağınıklığa, nihayet, “akla o kadar da ihtiyacımız yok” hafifliğine, sonunda “gerçek-sonrası” (post-truth) gibi isimler verilen bugünkü şuursuzluk haline… İnsanlık yeni bir varoluş felsefesi peşinde mi? Yeni bir hayat zemini, çerçevesi, anlamı mı aranıyor?
Şuursuzluk genel, şuur özel
Sorun şu ki, bile isteye şuursuzluk hali pompalanırken, birileri gayet şuurlu. Az sayıda insanın olan bitene ve hakikate hakim olduğu, çoğunluğun bugüne kadar üretilmiş distopya örneklerindeki gibi sürüklendiği ve ya çok korktuğu ya bir şekilde tatmin duyduğu için bunu sorgulamayı aklından bile geçiremediği, “zararlı”nın, “fazla”nın kolayca elendiği, seçeneklerle, tercihlerle, kararlarla uğraşmanın yukarıdakilere bırakıldığı, aşağıdakilerin sağlam dokunmuş bir manevî haz örtüsü altında gökyüzünü görmeden koyun gibi yaşadığı… bir gelecek isteniyorsa, insanın hakikat ile ilişkisini bozmak sadece elzem değil önkoşul; ve aynı zamanda bir kolaylaştırıcı, teşvik edici, ivme kazandırıcı.
Trump veya havuz medyası ne muazzam bir olumsuz gelişmeye hizmet ettiklerini fark edebilecek kapasitede değiller ne yazık ki. Çünkü böyle bir düzende iktidar onlar gibilere kalmayacak.
Bütün bu gelişmeler ve ihtimaller gözönündeyken, hakikatin peşinde koşma mesleği olarak gazeteciliğin nasıl olağanüstü önemli işlev kazandığını anlatmaya çalışmak fuzûlî kaçacak. Yalnız bu işlevi yerine getirebilmesi için gazeteciliğin yılmaz ve taviz vermez bir hakikat savunucusu olması gerekiyor. Tıpkı insan hakları savunucularının siyasî görüş, inanç farkı şu bu ayırt etmeksizin yürüttükleri hak savunuculuğu gibi.
Bu da kimi zaman, herkesin kendi “dava”sı açısından önem taşıyan işlerden feragat etmesi anlamına gelebilir. “Karşı taraf”ın da olgusal düzeyde yamuk yapmayacağına güvenerek okuyabildiği gazete, dünyanın halihazırdaki gidişatı karşısında yaratılabilecek en etkili panzehirlerden biri. Herkesin gazeteciliğine güvendiği gazeteciler, insanlık için kurtarıcı rol oynayabilecek kimseler.
Gazeteciliğe her zamankinden çok daha derinden, çok daha kuvvetle ve acilen ihtiyaç var.
Ülkelerini zaptürapt altına almaya çalışan popülist faşizan liderlerin ilk iş gazeteciliği sürdürülemez kılmaya çalışmaları, bu ihtiyacın hayatiyeti konusunda bize ışık tutabilir.