Yanan anılar, yakan anılar

Denizin ortasındaki ateşin büyüsü hep benimle kaldı. İçimde beni aşan bir güçle, kendime rağmen harekete geçsem Independenta içimde yanmaya başladı

KARİN KARAKAŞLI

30.12.2019

Dünyayı en temel yapı taşlarına ayırdığınızda kültürlerden bağımsız olarak hep aynı elementlere rast geliriz: ateş, su, toprak, hava. Mitolojik hikâyelerin, bilimin, sanatın, kültürün, inancın, dinin; özünde hep bu dörtlüye dayanmasına şaşmamalı. Ve elbette hayatın kayıt tutucusu hafızanın onlardan izler taşımasına da.  Sıradan biraz onlara bakmak istedim. İlk söz hakkını ateşe verdim.

Ateş, insanlıkla özdeş tutuldu ezelden beri. Yıkıcı gücünden korkulduğu kadar, ısıtan, dönüştüren yanına da hayranlık beslendi. Antik Yunan’da onun bu farklı özelliklerine denk gelen temsiller mevcuttu. Kronos ve Rhea’nın altı çocuğundan biri olan en büyük kardeş Hestia, ocağın ateşiydi. Toplumun koruyucusu olarak, halka açık yapılardaki ocaklar onun kutsal merkeziydi. Bakirelik yemini ederek talipleri arasındaki çatışmayı dindirmişti. Romalılar’ın Vesta dedikleri bu tanrıça için inşa ettikleri tapınaklarda soylu ailelerin kızları arasından seçilmiş olan rahibeler görev yapıyordu. Tamamen tanrıçaya adanan bu rahibeler, Vesta Ateşi’nin sürekli yanmasını sağlar, her gün bu ateşe kutsal su serperlerdi. Bu ateş refah, barış ve huzurun biricik kaynağı sayılırdı. Yunan mitolojisinde asıl ateş tanrısı ise Hephaistos’tu. Zeus ile Hera'nın oğlu, Afrodit’in kardeşi Hephaistos, demircilik başta olmak üzere el zanaatlarının ustası olarak kabul edilen ateş tanrısıydı. Ateş Olimpos dağında topraktan çıkıp sonsuza dek yandı durdu. Prometheus ise Zeus’un tekelinde bulunan ateşi çalarak insanlara veren tanrı olarak ölümsüzleşti. Bu başkaldırının bedelini Zeus tarafından dağa kazıklatılıp karaciğeri sonsuza kadar bir kartal tarafından yenerek ödeyecekti. Ama insanlığa kendi gücünü anımsattığı için edebiyatta hep yeniden dirildi. İnsan bir kez içindeki yaratma ateşini öğrenmişti sayesinde.

Kaybolan ve tekrar ortaya çıkan ateş insanı hep büyüledi. İnsanlığın tarihinde İ.Ö. 70 bin yılında keşfedildiği kabul edilen ateşin rolü büyük. İnsan hem ateşten yararlanmayı hem ondan korkmayı bildi. Mısırlılar atmaca kafalı bir insan olarak resmettikleri güneş ve ışık tanrıya Ra adını verdi. Bilinmeyene tutulan ışık da somut güneş kadar kıymetli ve gizemliydi. En eski Hint metinleri olan Veda’larda da evrendeki bütün varlıkların toprak, su, hava ve ateşten oluştuğu kabul edildi. 

Semavi dinler ateşin büyüsünden sıklıkla yararlandı. Zira bir toplumun ruhuna nüfuz etmek, orada kök salmak diye bir şey varsa, varolan değerlerin dönüştürülmesi yöntemini benimsemek en mantıklısıydı. Tevrat’ta Tanrı’nın, Musa’ya ateşli bir çalı gibi göründüğü belirtildi. Karanlık Orta Çağ’da, her yerde hüküm sürmeye çalışan Kilise, Pagan dönem mirası bilge ve özgür kadınları, cadı diye ateşte yakarak ibret vermeye çalıştı. İnsanlar, onurları adına kendini ateşe verdi. Kiliselerde ölülerin anısına, bir dileğin umuduna mumlar yakıldı hep.

Ateşin dönüştürücülüğü farklı medeniyetlerin adlandırmasıyla anka, zümrüdüanka, simurg ve phoenix denilen “ateş kuşu” ile kutsandı. Kendini yakan, küllerinden yeniden kuş, büyük değişimlere ihtiyaç duyduğumuz her an içimizden bir arketip olarak çıkıp bize zorlu yolumuzda kılavuzluk etti.

İyi ve kötünün savaşı üzerine kurulu Zerdüştlükte iyiliği Ahura-Mazda,  kötülüğüyse Ahriman temsil etmekteydi. İyi tanrı Ahura-Mazda ateşle temsil edildi, kötü tanrı Ahriman ise dumanla. İnsan, ışıkla karanlığın savaşında bir ömür sınanacaktı. Kurtarıcı ateş, mabedlerde kutsandı ve hep yanık kalması sağlandı. Eski pagan ayinlerinde de ateşle kötü ruhları kovuldu, ışık çağırıldı hep. O dönemlerin mirası Newroz ateşi, yeniden doğuşun simgesi olarak şenliklerin baş köşesine oturtuldu, üzerinden özgürlüğe atlandı.

Duygular yanarken

Kendisini aşan, varlığını açıklayamadığı doğa güçlerini tanrılaştırarak tapan insanlık, aslında o güçleri kendisine çağırıyordu. Hayatın kaynağı güneşin bu hiyerarşide en üst seviyede olmasına hiç şaşırmamalı. Isınmak, aydınlanmak, büyümek hep güneşle mümkün. Üstelik bu sadece somut kaynak olan güneş değil. Ruhumuzun anlaşılmaz çelişkilerini, söze dökülmesi zor hisleri anlatmak için de ateşe başvururuz sıklıkla. Öfkeyle tutuşur, aşkla yanar, acıyla kavruluruz. Ateş, yoğunluğuyla başa çıkamadığımız her şeyin içindedir. Mevlana’nın  “Hamdım, piştim, yandım” sözü, hayatın deneyimiyle edinilen bilgeliğe ve teslimiyete övgüdür. İnsanın kendini bilmesi, bildikçe bir toz zerresi gibi hissetmesi ve hayatın kudretine teslim olurken bütünleşmesinin, gerçek anlamdan “olması”nın özetidir.

Ocağına ateşler yağsın diye beddua ederiz. Ocağın sönsün de deriz. Çünkü ateş kontrolsüzlüğünde yıkım, yokluğunda ölümdür. İz bırakan her anımızda ateşin de payı vardır. Belki sabaha karşı tutuşan gökyüzüne bakıp, hayatın her şeye rağmen her gün nasıl da sil baştan var ettiğine kendini aymışızdır. Doğa karşısında hizalanmayı öğrenmişizdir. Belki mutfakta birlikte pişirilen yemeğin hatrını, yanan bir şenlik ya da şömine ateşi karşısında içimizi kıvılcımlandıran itirafları paylaşmışızdır. Bir sigara yakmış, bir şeylerin üstüne tüttürmüşüzdür. Bir mahalle yangınına tanık olmuş, kırılganlığımızla sınanmışızdır.

Çocukluğumun böyle iki yangını var. Birinde evi yanan bir arkadaşım sulu küllerin o tuhaf çamurundan kurtardığı İsa resmini vermişti bana, hâlâ saklarım. Diğerinde evlerin camlarını tuzla buz eden bir patlama sonrası ham petrol yüklü Independenta tankerinin aylarca yanışını hatırlarım. Denizin ortasındaki o sönmeyen ateşin büyüsü hep benimle kaldı. Neyin miladı olduğunu bilemedim ama ne zaman içimde beni aşan bir güçle, neredeyse kendime rağmen harekete geçsem Independenta içimde yanmaya başladı. Bağımsızlık acıyla gelen, bedeli yer yer yalnızlıkla ödenen ama kimsenin senden alamayacağı, içinden eksiltemeyeceği bir şeydi.

Utançla yüzüm kızardığında temiz hissettim kendimi. Nice hastalıkla ateşler içinde yandığımda, bilincin gerisindeki o dehlize indim. Soba çocuğuyum üstelik, ateşe odun taşıdım. Çıtırtılarında sohbete durdum onunla. Elimi uzattım ona, yüzümü yaklaştırdım. Alev nasıl okşar, bilmeye…

Bugün hâlâ bir parça ateşe koşarım çaresizliğimde. Bir mum yakar otururum karşısına. Küçük sarı ışıklar yakar, umudu çağırırım. Önce tefekkürü elbet, umut çabasız, emeksiz gelmez ne de olsa.

Mum kendinde erir, sigara duman ve kül olur, odun köze ve küle dönerken, değişmeyen hiçbir şeyin olmadığını hatırlarım yeniden. Hepsinin de bir ve aynı olduğunu. O yoldan geçmek gerektiğini. Bir kibrit çakar, eski zamanları koklarım. Kibritçi Kız’ı yâd ederim sonra. Hani, her şeyi elinden alındığında her çaktığı kibritle soğuktan donmadan önce hayallerini yakan kızı… O hayaller bütün gerçeklerden daha sahicidir.

Daha önce de yazmıştım. Çünkü daha önce de yaşamıştım. Çünkü bir tekrardır bazen hayat. Şiirin ve hayatın ustası Gülten Akın bir yerlerden yine fısıldar Kıyamet’i kulağıma:

Elyazını yaktım, dürüsttü ve aşınmamış
Sevgi sözcüklerini yaktım, hoyrattır onlar
Sıcaklığı saklı akarsuyu anlamazlar
Sorular, kurutur incitir sorarlar
Elyazını yaktım
 
Adresini yaktım
Yakmak gibiydi biraz da dünyayı herşeyi
Bastığımız düşümüzde gördüğümüz
Özlediğimiz yaklaştığımız
Hayatım özlemdi ansımaydı düştü
Yaktım adresini şimdi özlem oldu hayatım
 
Resimleri yaktım birini saklasam dedim
En çok onu yaktım onu yaktım
Kış göğünü yaktım, bir kavak büyüttüm balkonumdan
Akşam desem değil, yangın desem değil
Dışarda apansız bir kıyameti yaktım
 
Sevgidir kendimi bildiğim, onunla başladım
Elyazın mı, adresin mi, resimlerin mi
Sen mi ömrün mü
Çıkardım onları şimdi sakladığım yerden
Kıyameti göğü kışı akşam sözlerini
Sevgiyi yaktım
 
Bitmiş sevgi kıyamettir. İçinin yangınıdır. En soğuk yangındır. Kaçınılmazındır ama bazen. Anka’nın vaktidir çünkü. başka bir şeylere dönüşmenin çağrısı. Hayattaysan duramazsın. Öleyaşayamazsın. Mecbur yanacak, küllerini yanar döner yaldızlar gibi savuracaksın. Yanan anılar, yakan anılar diyeceksin gülümseyerek. Bir ömrün en hakkı verilmiş anlarına hep o ateş, o köz, o kül tanıklık edecek. Kendi ateşine minnet duyacaksın.