Yaramdan Bilmek
Elbette yaralarından bilirsin. Hiçbir ders hatalar kadar öğretici değildir ne de olsa.
12.04.2022
Bilmenin türlü çeşit hâli var. Topladığın verilerle, bulunduğun çıkarsamalarla, oluşturduğun kanaatlerle bilirsin. Kitaplardan öğrendiklerinle, hayatın sana gösterdikleri var sonra. Tecrübeyle sabit bilirsin bir süre sonra. Ve elbette yaralarından bilirsin. Hiçbir ders hatalar kadar öğretici değildir ne de olsa.
Hatırası olan ya da aile yadigârı cam ve porselen eşyanın üzerine titrerken, en çok da çizilmesinden, kırılmasından korkarız. Değeri “kırılacak eşya” olarak sınıflandırılışıyla doğru orantılıdır sanki. Bir yerden bir yere taşınırken vakumlu poşetlere, bezlere sarılması bundandır. Plastikten farkları da. Kolay yara alırlar.
Yara eşiktir, son çentiktir. Önceki sen’e vedan, dolayısıyla dönüşüme zorunlu merhabandır. Kaçınılmaz bir açıklık gerektirir. Yıllar yılı incelikle ördüğün kalelerin bir istisna uğruna bile isteye yıkılmasını. Ürkütücü bir ufkun gözünün önüne serilişini. Kalbinin, ilk dalgayla silineceğine aldırmadan sahil boyu iz bırakan ayaklarının peşi sıra koşturmasını.
Elbet daha kolay, daha korunaklı hayatlar var. Raflardan dizili ürünler kadar güvenli ve tahmin edilebilir. Seni de zamanla hep bir şeylerin son kullanma tarihleri içerisinde paketleyen. Köşeli ve gelip geçici. Sen olduğu yerde durur, neyi beklediğini bile bilmeden beklersin. Dışarıda hayat bütün kusurlarıyla gıyabında akar.
Ama sanat böylesi plastik dokulu, sentetik kokulu hayatlara itibar etmez. Onun cana dokunan tekmil ihtimallerine, büründüğü her çeşit hâle, insanın hakikatine, doğanın kudretine, kâinatın enginliğine talip olur. Bundan sebep yaralar sanatın orta yerinde durur. Kimisi sadece izini, façasını gösterir, kimisi iltihabı akıtır, kimisi geçti gitti dediğin yarayı yeniden kanatır. İran’dan dünyaya armağan şair Furûğ-i Ferruhzâd’ın “Yaralarım aşktandır” deyişi bir sahipleniştir misal. Çünkü yara aynı zamanda hayat tescilidir.
Çizgileri salıvereceğim
Ve aynı şekilde sayıları saymayı da
Ve sınırlandırılmış geometrik şekillerin arasından sıyırılıp
Genişliğin duygusal boyutlarına sığınacağım
Çıplağım, çırılçıplak
Sevgi sözcüklerinin arasındaki sükût gibi çıplak
Ve yaralarımın hepsi aşktandır
Aşktan, aşktan, aşktan
Ben bu şaşkın adayı
Okyanusun çalkantılarından
Ve dağların infilakından geçirdim
Ve parçalanmak o birleşik varlığın sırrıydı
Kendisinin en değersiz zerrelerinden güneş doğmuştu*
Hayatı anlamlandırma ve anlatma çabasında harflerin, sayıların, şekillerin yetmediği bir yer var. Mutlak suskunluk boyutu. Kelimesi olmayan her şeyin yığıldığı garip bir inziva diyarı. Anlatamadığın her şeyi, elbette en çok da yaralarını buraya yığmışsın. Bu hâliyle biraz o tekinsiz çatı katlarına ya da bakımsız arka bahçelere benziyor. Yabani ve karmakarışık. Tam da bu şekilde her yerden çok ait olduğun bir yer burası. Ruhunu bulduğun. Asıl soru şu: Orayı gezdirebileceğin biri var mı? Elini yüzünü yıkamadan, aynaya bir bakış fırlatmadan önceki hâlini gösterebileceğin biri? Sahicinin talibi. Daha azını paylaşmaya değmez ki.
Çünkü yara, hikâyendir. Kalbini açışındır. Şahın monarşisi ve despot bir albay babanın baskısı altında, kadınlığını ve bireyliğini talep etmenin bedelini seçmediği ama onurla taşıdığı bir yalnızlıkla ödeyen Furûğ, kalbini açan yaraları bağrına ve sanatına bastı sıkı sıkı. O yüzden benim için hatırlanan değil, hiç aklımdan çıkmayandır. Kıskançlıkla zulme dönen ilk evlilik, boşanma bedeli diye oğlu Kamyar’ı ölene kadar bir daha hiç görmeme cezası, sonrasında evli sevgiliye aşkından yediği ahlaksızlık yaftası, şiire kadın hâliyle getirdiği cesur dille ve cüzzamlılara dair çektiği sinema belgeseliyle tescillenen cadılık, cüzzamlılar evinde tanıştığı bir çocuğu evlat edinerek dalgalandırdığı umut ve iyilik. Hayatı şiirinden ayrı tutamama sebebine dair bir niyet ilanı: “Kamyar’ın düşünce ve tasası rahat bırakmıyordu, beni öldürüyordu. Hüseyin geldiğinden beri daha huzurluyum. Aslında bazen onun yüzünde Kamyar’ı görüyorum. Ellerini tutup saçlarını okşarken Hüseyin mi Kamyar mı diye hiç düşünmüyorum. Farkı yok. Hissediyorum ki o oğlumdur.”
Furûğ Ferruhzad, şiiriyle doğrudan hayata iman etti, aşka tapındı. Üşüdüğü ve uğruna alev alev yandığı hayata… Ezel ebed sevgilisi İbrahim Golestan’a adadığı şiirinde aşka ve yaratıcılığa aynı anda ibadet etmesi bundandı. Kan ve mürekkep hep yan yanaydı onda.
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
…
ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar
Çocuk imgesi ölümüne dek peşini bırakmadı. Telaş ve heyecanla stüdyoya koştururken bir çocuk servisine çarpmamak için direksiyonu kırınca oracıkta can verdiğinde otuz iki yaşındaydı. Kitaba adını veren “İman Edelim Soğuk Mevsimin Başlangıcına” bir ölüm kehaneti gibi kaldı. Vasiyet edilmiş bir umudun adı oldu.
Belki gerçek o iki genç eldi
Biteviye yağan karın altında gömülü kalan o iki genç el
Ve gelecek yıl, baharda
Pencerenin ardındaki gökyüzüne eş olacak
Ve teninden fışkıracak
Hafif sapların yeşil fıskiyeleri
Tomurcuklanacak ey sevgili, ey biricik sevgili
İman edelim soğuk mevsimin başlangıcına
Bambaşka bir coğrafyada Anne Sexton da şiirden, sanattan ve nihayetinde hayattan benzer bir şey beklemişti: “Sert bir darbe yemeyi, şiirden eski yaralarım açılmış olarak mesafelenmeyi isterim… bırakın da şiir yaralasın.” Burada kastedilen yara, özü itibariyle şifadır. Çünkü şiir bütün yalanlarınla yüzleştirir, riyayı irin niyetine akıtır. Kendine bir an için uzaktan bakarsın. Geriye sırtlamayı öğrenmek durumunda kalacağın hakikatin kalır.
Oradan sözü Didem Madak alabilir misal. Sadece kendine itiraf edeceğin bir kırılmışlığın nasıl bir bütünlüğe ulaştırabileceğini gösterir. Sulh etmek muharebe edenin hakkıdır. Kendine uzattığın else en uzun yol.
Kardeşim, biriciğim
Bazı yaralar yararlıdır buna inan,
Bazı yaraların ortasından küçücük bir el,
Sanki geçmişine çiçek uzatır,
Bazı yaralardan sızan kanla,
Tüm geleceğin yıkanır.
Bazı yaralar…
Sayıyorum, sayıyorum
Hiç bitmiyor güller.
Sensiz hiç bitmiyor zaman.
Belki saymayı mutsuzlar bulmuştur.
Mutsuzlar hep sayar.
Bir tespih gibi çekeriz tasa boncuklarını. Muhatabına söylenememiş sözleri. Akıtılamadan donan gözyaşlarını. Büyüme miladındır bunlar. Kutlanmayan yıldönümleri. Kişiye özel takvim. Sayfaları görünmez notlarla dolu bir ajanda. “Nereye daldın öyle?” sorusuna verdiğin “Hiç, öylesine” yanıtı. Söze değil sese, bir nefese sığdırabildiğin yük.
Ya da Louise Erdrich’in dediği gibidir yaranın doğası. Bir kabulleniş, kaçınılmaz bir tercihtir: “Hayat seni kıracak. Kimse seni bundan koruyamaz. Yalnız kalman da, çünkü yalnızlık da seni çektiği özlemle kıracaktır. Sevmek zorundasın. Hissetmek zorundasın. Yeryüzünde olma sebebin bu. Kalbini tehlikeye atmak için buradasın. Bütünüyle yutulmak için. Ve olur da kırılır, aldatılır, terk edilir ya da yaralanırsan ya da ölüm seni teğet geçerse, bir elma ağacının altına oturup çevrene yığınlar halinde düşen elmaların sesini dinle, tatlılıklarını nasıl da ziyan ettiklerini. Elinden geldiği kadar çok elmayı tadacağına söz ver kendi kendine.”
Yara dediğin yaşadığını belgeler. Sadece acını değil, gücünü gösterir. Yara almamak adına kendini mahkûm edeceğin yaşanmamışlıktan daha büyük ceza yok. İnsanın kendi eliyle hayattan kendini mahrum etmesi, telafisi olan bir kayıp değil. Boşa harcanan, açıkça ziyan edilen değerlendirilmemiş bir iç kaynak. Hayatın hakkını vermek kendine kıymet vermekle eşdeğer. Mucizeleri tatmaya layık görmekle benliğini. Biricikliğini kucaklamanla. Üstelik bunun için bir şeyler başarmış olmana da gerek yok. Varlığın, seni sen yapan vasıfların ve hatta kusurlarınla örülür hikâyen. Yaşanmayı ve yazılmayı bekler.
Hem insan denen canlının başından geçebileceklere dair hayatın konu başlıkları bellidir. Birhan Keskin’in deyişiyle “Aşk ve maraz, ihanet ve yara, ömür ve hafıza; dünyada bulunmanın bahaneleri, dünyada bulunmanın halleridir. İşte bunlar üstüne düşünüyorum, kaç zamandır, burada, bu dingin bahçede, bu sessiz odalarda.” Gel gelelim, kurgu ve içerik sonsuz olasılıklar içerir. Sil baştan yazarız hikâyemizi. Bu yaşlı dünyadaki çocuk umuduyla. Daha neler var yaşayacak dedirten bir devam bahanesiyle. Kendine verdiğin bir sözle. Olduğumdan daha azına inanmayacağım. İçi boş cümleleri tekrarlamayacağım. En güzelini bulacağım kendime. Hayat daha benim için böylesini ister diye. Burası pozların, parlak açıların, bilindik repliklerin iflas ettiği yer. Benim ülkem. Bir şarkıyla, bir kokuyla ışınlandığım. Tüyleri diken diken ettiren bir hayalet.
Boynundaki şalın desenlerine, yumuşacık dokusuna iltifat ediyorlar. Geceleri onu büküp kendini boğmalık ip yaptığını bilmeden. Herkes de kilim dokumaz ki. Kaderini ilmek gibi taşıyanlar var. Öle öle yaşayanlar. Yaralarını bunca vakarla sahiplenişlerinden sebep, mutlu olmaları da minicik bir bahaneye bakar. Bir sözüne, bir dokunuşuna. Ne kadar özlenmiş olduğunu anlatmazlar sana. Kaç yaradan devşirerek var ettiklerini seninle karşılaşma umudunu. İnançla yazdıkları kaderden bahsetmezler. Gülümserler sadece. Hüzünleri rüzgârla dağılır bir süreliğine…
—–
* Bir Başka Doğuş, Furûğ Ferruhzad, (çev: Hatice Gülcan Topkaya), Om Yayınevi, İstanbul, 2002.
Kapak görseli: Paul Barlow (Pixabay)