Bolu, Kartalkaya Kayak Merkezi’nde yer alan Grand Kartal Otel’de yaşanan yangın felaketine ilişkin soruşturma sürüyor.

Yaşıyoruz işte…

İnsan hayatını hiçe sayanlardan hesap sormak, hayatını kaybedenleri geri getirmeyecek ama hiç değilse rüşvetle, yolsuzlukla, sorumsuzlukla iş yapmayı “marifet” haline getirenlere belki biraz ibret olur…

CAFER SOLGUN

24.01.2025

Geçen gün Bolu’da, ülkedeki kış turizminin “gözde” bölgelerinden Kartalkaya’da indirimli gecelik konaklama ücreti 37 bin TL olan bir otelde yangın faciası yaşandı. Bu yazıyı kaleme aldığım esnada ölü sayısı 78 olarak açıklanmıştı ve maalesef ölü sayısının artmasından endişe ediliyordu. Çünkü halen yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren insanlar var…

Otel “süper lüks” bir oteldi, oradan buradan onaylıydı, ilgili belgeleri, evrakları “tamam” görünüyordu kâğıt üzerinde ama işte olası bir yangınla ilgili hiçbir önlemi, hazırlığı yoktu. Üstelik bu önlemler, sadece bu tür bir otelde değil neredeyse alelade bir pastanede dahi işletme ruhsatı alabilmek için alınması zorunlu önlemler olmasına rağmen…

Otel lüks, sahipleri paragöz, denetlemesi gerekenler sorumsuz, insan hayatı ucuz…

Canını zor kurtarmış çalışanların beyanlarından öğreniyoruz ki, otelin her katında olması gereken yangın alarmları çalışmamış! Yangın merdivenleri göstermelik imiş ve bir işe yaramadığı acı bir tecrübeyle ortaya çıktı. Otelde “duman sensörü”, dolayısıyla bir “yağmurlama” sistemi yokmuş. İtfaiye ulaşımı için bir ring yolu yokmuş. Arka cephesi uçurum denecek kadar dik bir yamaç olan otelde bu tür bir olayın vuku bulması halinde devreye sokulması gereken bir “tahliye planı” veya “acil durum” planı yokmuş. Personeli de zaten bu tür durumlar için eğitilmemiş… Ne gam! Otel süper lüks bir otel! Tescilli! Ödüllü!

Ortada bir ihmaller zinciri olduğu çok açık. Ama hale bakın ki bu faciaya, katliama yol açan ihmaller zincirinin sorumlusu yok! Hâlâ istifa eden yok! Görevden alınan kimse yok!

“Sınıf kini” mi?

Böylesi bir olayda dahi hemen birçok kişi kendini ait hissettiği siyasi kampın hassasiyetlerine göre tavır aldı. Kimisi CHP’li Bolu Belediye Başkanını suçladı, kimisi de Kültür ve Turizm Bakanını. Ama tez zamanda anlaşıldı ki facianın yaşandığı yer Kültür ve Turizm Bakanlığının denetlemekle sorumlu olduğu bir bölge. Gelgelelim bakanlığının yanı sıra bir turizm firmasının ortağı olan Turizm Bakanı beyefendi, oralı değil. İçişleri Bakanı da “İdari soruşturma 10 gün sonra sonuçlanır, o zaman hangi kurumun denetlemekle sorumlu olduğu ortaya çıkar” gibi tuhaf bir açıklama yaptı. Akıl alır gibi değil…

“Akıl alır gibi değil” dedirten bir başka konu da, katliamla ilgili sözüm ona “solcu” görünümlü bazılarının sosyal medyada “Zenginler ölmüş, bize ne” dercesine bir tavır takınmaları. Bazılarının bu tutumlarını “sınıf kini” diye gerekçelendirdiklerini de gözlerimle görmesem inanmazdım…

Otelde birçok çalışanıyla birlikte korkunç bir şekilde can veren insanlar orta sınıf tabir edilen meslekten insanlar. “Zengin” veya “burjuva” değiller yani. Çoğu, ilk yarı tatili vesilesiyle çocuklarına kış tatili yaptırmak için orada olan insanlar. Muhtemeldir ki, “Biz yaşamadık, çocuklarımız yaşasın bari” psikolojisi ile…

Kaldı ki “zengin” olsalar ne olur? Söz konusu olan çürümüş sistemin neden olduğu bir facia. Ortada bir “sınıf mücadelesi” filan yok! Sistemi ve sorumluluğu olanları sorgulamak yerine, kafası “Ben tatil yapamıyorum, yapabilenler ölsün” şeklinde çalışanlar, solcu, sağcı, şucu bucu değil; düpedüz psikolojik vaka… “Sınıf kini” dedikleri de olsa olsa bu hastalıklı kafa yapılarının paravanı bir boş laf…

Öte yandan, bu tür olaylarda iktidar partisi “alışkanlık” haline getirdi; ilk iş hemen “yayın yasağı” ilan ediliyor. Anlaşılabilir bir “mantığı” yok bunun! Bir facia yaşanmış; tabii ki medya olayı duyuracak, sorular soracak, soru işaretlerini aydınlatmaya çalışacak… “Böyle bir medya var mı ki?” diye sorulabilir, o ayrı, ama eğer bu yersiz gayretkeşlik iddia edildiği gibi kamuoyunu endişelendirmemek adına yapılıyorsa, nafile! Çünkü yayın yasağı tam aksine insanları olayın boyutları, vahameti açısından daha da kaygılandırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Bilmiyorduysanız, işte öğrendiniz!

İnsan hayatını hiçe sayanlardan hesap sormak, hayatını kaybedenleri geri getirmeyecek ama hiç değilse rüşvetle, yolsuzlukla, sorumsuzlukla iş yapmayı “marifet” haline getirenlere belki biraz ibret olur…

Uğur Mumcu

Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993’te Ankara’da evinin önünde arabasına konulan bombanın patlaması nedeniyle suikast sonucu hayatını kaybetti. Bu cinayet, Türkiye’yi “laik-anti laik” kutuplaşmasına sürüklemek isteyen “derin” güçlerin hazırladıkları kanlı senaryonun uygulamaya konmasıydı. Aynı yıl Sivas’ta Madımak katliamı yaşandı. Bu kanlı süreç, 28 Şubat müdahalesinin şartlarını “olgunlaştırmak” amacı güdüyordu ve nitekim 1997 yılında “Bin yıl sürecek” dedikleri müdahale gerçekleşti…

Uğur Mumcu katledildikten sonra dönemin hükümeti olayı aydınlatmanın devletin “namus borcu” olduğunu söyledi. Oysa Mehmet Ağar, Mumcu’nun eşine, “O duvardan bir tuğla çekersek duvar yıkılır” demişti. O “borç” ödenmedi, o “tuğla” çekilmedi…

O duvardan bir “tuğla” çekilse ve duvar, onu örenlerin üstüne yıkılsaydı, bugün demokrasi ve özgürlük standartları bakımından daha ileride bir ülkede yaşıyor olurduk. Belki kamplara, kutuplara bölünmüş çürüyen bir toplum değil, kendi iç barışını sağlamış bir toplum olurduk. Kürt sorunu etrafında binlerce insan hayatını kaybetmemiş olurdu, belki barış olurdu. Belki geleceğinden yana daha umutlu, güvenli bir ülke ve toplum olurduk…

***

Belki, keşke diye iç çekerek yaşayanların ülkesi olduk çıktık ve nicedir hayata atfettiğimiz anlam, ne acıdır ki, ölülerimizin ardından gözyaşı dökerek, mahcubiyetle “yaşıyoruz işte” diye hayıflanmaktan ibaret…