Yazarın sorumluluğu: Okigbo ve Achebe
Achebe idealleri için yazar, gerilla şair Okigbo onlar adına savaşır. Biafra Savaşı’nda iki dost birbirini kaybeder…
01.07.2019
Sımsıkı bir dostluk ve ardında bıraktığı edebiyat tarihinin en kemikleşmiş tartışmalarından birinin iki yüzü. Yazarın toplumsal bir sorumluluğu var mıdır? Savaşın, etnik kıyımların, sömürgecilikten yadigâr yoksulluk ve gelişmemişliğin kol gezdiği bir ülkede yazmanın bir anlamı var mıdır? Kaleme mi yoksa, tüm şiddetini, “gök gürültüsünü” bile kucaklama pahasına hayata mı sarılmalı?
Afrika’nın ozanlık geleneğini Batı’nın edebî estetiğiyle buluşturan genç bir şairdi Christopher Okigbo. Nijerya’da İngiliz sömürgesi altında büyümüş ve 20’li yaşlarının sonunda dergilerde yazdığı şiirlerle önce yeni bağımsızlık kazanmış ülkesinde daha sonra da tüm kıtada bir ikon hâline geldi. Aynı dönemde Parçalanma (Things fall apart) gibi sosyal taşlama romanlarıyla Chinua Achebe’nin ünü ise kıtayı aştı ve dünya edebiyatının önemli yazarları arasına girdi. Achebe temkinliydi, Okigbo ise coşkulu. Achebe rasyonel, Okigbo duygusal. Her ikisi de çok yakın birer dosttu, ortaktı, komşuydu, hemdertti.
Edebî dilleri, dünya görüşleri, talihleri, yazgıları… Oysa her şey Achebe ile Okigbo’yu birbirinden ayırıyor. Okigbo, evrensel şiir formatını Afrika gelenekleri, sembolleri ve duygularıyla harmanlayan, bir yandan da kendi hikâyesini anlatarak o gün yaşananlara bir anlam vermeye çalışan bir ozan hâline geldiyse, Achebe basit diliyle nakış gibi işleyip ördüğü hikâyelerinde güç sahiplerinin kibrini, ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren bir eleştirmen olarak anılıyor. Okigbo’nun edebî malzemesi kahraman, Achebe’nin ise anti-kahramandı. Edebiyata bakışları da iki kutup kadar zıttı.
Achebe, yazarlığa büyük bir sorumluluk atfediyordu. 1994 yılında bir söyleşide “idealizmim hâlâ sapasağlam çünkü idealizm olmasa yazarlığın da hiçbir anlamı olmazdı” demişti ve eklemişti: “Eğer herhangi bir rolümüz varsa, o da iyimserliğin rolü. Kör ya da aptalca bir iyimserlikten değil, dünyanın mükemmel olmadığı ama daha iyi bir yer olabileceği düşüncesine yakın anlamlı bir iyimserlikten bahsediyorum. Başka deyişle, sadece oturup her şeyin yoluna gireceğini umut etmiyoruz, bunun böyle olmasında üstelenebileceğimiz bir rolümüz var.”
Okigbo ise 1965’teki bir söyleşisinde bunun tam aksi bir düşünceyi dile getirmişti. Yazmaya, şair olmaya kıymet vermiyordu.Yazabilmeyi bir lütuf saymazdı. “Mesela yarın akşam şiir yazacak olursam, o zaman şiir yazarım. Yazmazsam da uğraşmam. Başka şeyler yaparım. Şiir hayata bir alternatif değildir. Hayatın yerine geçecek şeylerden sadece biridir ve eğer hayatı tüm yönleriyle yazmadan yaşayabilirsem, o zaman yazmayı umursamam. Bazı insanlardaki gibi büyük yazar olmak filan gibi bir hevesim yok. Çünkü bu hayatın kendisine bir alternatif değildir,” diyerek adeta tartışmaya son noktayı koymuştu.
Darbe, katliam, savaş ve gürleyen gök
Nijerya bağımsızlığına 1960’ta kavuşsa da uzun yıllar boyunca Britanya sömürgeciliğinin etkisinden çıkamadı. 1966’nın Ocak ayında daha henüz ilk yıllarında ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirecek ve şiddet sarmalına sürükleyecek olaylar zinciri patlak verdi. Ordunun içinde bir grup asker Britanya’nın desteklediği, ülkenin kuzeyinde yer alan Hausa kabilesine mensup devlet yönetimi ve ordu komutasına karşı bir darbe gerçekleştirildi. Darbeyi gerçekleştirenler çoğunluğu İgbo askerler dönemin başbakanı ve üst rütbeli generallerini infaz etti.
İgbolar ülkede çoğunluğu temsil ediyor ve Biafra bölgesi de dâhil olmak üzere ülkenin güneydoğusunda yaşıyordu. Hausalar ise kuzeydelerdi ve azınlıklardı. Britanya yönetimi, terk ettikleri birçok eski sömürgede olduğu gibi Nijerya’da da yönetime dış desteğe muhtaç, kontrol etmesi daha kolay olan bir azınlığın gelmesini sağlamıştı. İgboların iktidar olmaları işlerine gelmiyordu. Hausa kabilesi Temmuz ayında bir karşı darbeyle iktidara yeniden geldi. Ancak bu kez sonuç çok kanlı oldu. Yeni rejim, diğer kabilelere ve özellikle de yönetimi ele geçirmeye çalışmakla suçladıkları İgbolara karşı ülke çapında büyük katliamlar düzenledi. İgbolar da bu katliamın ardından bağımsızlık savaşı başlattı.
Tarihin hızlandığı bu dönemde, Parçalanma dâhil o güne kadar yayımladığı dört roman sayesinde genç yaşına rağmen saygın ve popüler bir yazar statüsüne kavuşan Achebe, İgbolara yönelik adeta bir cadı avının yaşandığı Lagos’u terk etmeye karar verdi. Sonunda, İgboların çoğunlukta olduğu doğu bölgesinin idarî başkenti olarak sayılan Enugu’da Afrika Etütleri Enstitüsü bünyesinde üniversiteden arkadaşı olan Okigbo ile bir Yaratıcı Yazarlık Merkezi kurması gündeme gelince, hamile eşi ve iki çocuğuyla birlikte buraya taşındı. Okigbo ile komşu oldular ve üniversite dönemlerine uzanan dostlukları daha da pekişti (ikilinin üniversite dönemlerine ait yan yana görünükleri siyah beyaz bir fotoğrafları da var). Hattâ merkezin kurulabilme ihtimali de savaş nedeniyle sekteye uğrayınca, farklı alternatifleri tartışmaya başladılar. İkili aralarında sohbet ederken bir gün Okigbo, Cambridge University Press temsilcisi olarak edindiği yayıncılık deneyiminden de yararlanarak bir yayınevi kurmayı önerdi. Ve “Citadel Press” 1966 sonlarına doğru böyle doğdu.
“Okigbo yayınevi kurmayı teklif etti,” diye anlatıyor Achebe o dönemi güncelerinde. “Ben de ‘madem işi biliyorsun, o zaman sen kur, ben de sana katılayım’ dedim. O da bana ‘sen müdür ol, ben de idarî direktör olurum’ dedi. Böylece Citadel Yayınevi’ni kurduk. İsmini ise ‘kale’den aldık, tehlike altındayken yabancı bir ülkeden kaçarsın ve evine, kendi kalene dönersin, bunu ifade ediyordu”.
O tarihte 34 yaşında olan Okigbo ise 1962’de Black Orpheus dergisinde yayınladığı ilk şiirleriyle tanınıyordu (dergi o dönem, Nijerya edebiyatının Nobel ödüllü bir başka önemli ismi, Wole Soyinka’nın da aralarında bulunduğu bir grup öncü yazar tarafından çıkarılıyordu). Henüz dostu Achebe kadar bir şöhrete sahip değildi belki, ancak önce 1962 yılında yayımlanan şiir derlemesi Heavensgate (Cennet kapısı), ardından da sırasıyla 1964’te ve 1965’de çıkan Sınırlar (Limits) ve Sessizlikler (Silences) Okigbo’yu birden Afrika edebiyat dünyasında en çok heyecan yaratan şairi haline getirdi. İngilizce yazdığı şiirler hem T.S. Eliot ve Ezra Pound gibi modern yazarlardan esinleniyor hem de Afrika mitolojisinden öğeler taşıyor ve köklerini İgbo kültüründen alıyordu. “Ognaje” yani bir çeşit Afrika ozanı olarak anılmaya başlanmıştı. Ve bir ozan misali kendi deneyimi ve yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı, kimi zaman bir şarkıyı, hattâ bir marşı andıran şiirleri o dönemde toplumun ruhunu o kadar ustaca yakalıyordu ki, okurların çoğu şiirlerindeki kahramanla kendilerini özdeşleştirmeden edemiyordu. Okigbo bu özellikleriyle günümüzdeki pek çok edebiyatçı tarafından “şiiri Afrikalaştıran” yazar olarak görülüyor. Tıpkı şu örnekte olduğu gibi:
HUZURUNDA, Idoto [Okigbo’nun köyünden geçen akarsu] annem,
Çıplak duruyorum;
Bitkin varlığın karşısında,
Savurgan
Yağ fasulyesi ağacına [İgboların yaşadığı coğrafyada yetişen bir ağaç] dayanıyorum,
Efsanen içinde kaybolmuş
Kudretin altında bekliyorum
Ayaklarım çıplak,
Şifrenin nöbetçisi
Cennet kapısında;
Derinliklerden çığlığım:
Kulak ver ve beni dinle…
Nasıl Anadolu ozanları Anadolu coğrafyasının duygularına hitap ediyorsa, benzer şekilde Okigbo’nun şiiri de Afrikalılara dokunabiliyordu. Şair Afam Akeh, Okigbo’nun şiirleriyle tanışmasının hayatında nasıl bir dönüm noktası olduğunu şöyle anlatıyor: “Hayatımda ilk kez hiçbir çaba göstermek zorunda kalmadan, apayrı bir zevkle şiir okuyordum. Şiiri keşfetmiştim! Gözleri ansızın açılan bir kör, şekerler diyarında özgürlük armağan edilen bir çocuk gibiydim. Artık biliyordum: Şiir sadece yalnızlıkta tüketilip üzerinde uzunca düşünülerek yeniden yutulacak bir şey değildi… Şiir hayatın şarkısıydı. Ve Okigbo’nun şiiri benim için özbeöz Afrikalıydı.”
Okigbo’nun en önemli eseri Labirentler ve Gök Gürültüsü Yolu (Labyrinths and Path of Thunder) Biafra savaşında yaşamını yitirdikten dört yıl sonra, 1971’de yayımlanabilecekti. Okigbo’nun savaşa neden katıldığını sorguladığı ve kendi iç sesiyle hesaplaşmalarını aktardığı bu şiir derlemesi, hayat hikâyesiyle de birleşince yayımladıktan sonra hızla kült bir kitap haline geldi.
Akeh, Labirentler hakkında “Labirentleri en az on beş kere baştan sona okumuş ve sevmiş olmalıyım” diyor. “Tabii aradaki gizli bakışları ve öpücükleri saymazsak. (…) Şiirlerini öyle bir açgözlülükle tükettim ki, çiğnenmeyen tek bir kelime bile bırakmadım.”
Matbaadan savaş meydanına
Şiir ve tiyatro piyeslerinin yanı sıra, iki dost, yayınevlerinde, savaşın acımasızlığına inat, olabilecek en masum kitapları basmaya karar verirler: Çocuk hikâyeleri. Ama herhangi hikâyeler değil, Okigbo’nun ifadesiyle “toplumda geçerliliği olan çocuk kitapları” yayımlamak isterler. Ve harekete geçerler. Ortaklıktan Leopar nasıl beneklerini kaybetti (How the leopard lost his spots) adında bir kitap doğar. Kitap bir bakıma Nijerya’nın siyasî durumunun da bir özetidir. Okigbo kitap için “Geyiğin ağıtı” (“The lament of the deer”) adında bir şiir de kaleme alır.
Kitap Citadel Press’in yayımlayabileceği biricik yapıttır çünkü matbaanın yer aldığı bina da çatışmalardan nasibini alarak yerle bir olur. Hattâ gün yayınevinde Achebe ile Okigbo hararetli bir tartışma içindeyken patlama sesleri duyarlar. İkisi de masanın altına saklanır. Saldırılar durunca konuşmalarına kaldıkları yerden devam ederler. Matbaaya gitmek için yayınevinden çıkarken Achebe’nin içine bir kuşku saplanır: Patlama sesleri o kadar yakından gelmiştir ki bombaların evine isabet etmiş olmasından endişe duyar. Evine varınca da korktuğunun başına geldiğini görür. Evinde tüm kitaplarının ve el yazılarının yer aldığı bölümü yerle bir olmuş bulur. Tek tesellisi eşi ve çocuklarının aile ziyaretine gitmiş olmasıdır. Okigbo da şaşkınlık içinde arkadaşını avutmaya çalışır.
1967 yılı yaklaşırken bu kez Okigbo Biafralı milis kuvvetlerine katılmaya karar verir. Ve bu kararını alırken iç sesiyle her zaman yaptığı gibi mısralarında hesaplaşır. “Yeni yıl” adlı şiirinde şöyle der Okigbo:
Beklemek bel bağlamaktır
Sellerin kuruyacağı umuduna;
Umut beklentiyle dolu parmak sallamak
Kadere, bizi uzun zamandır
Kumlarda ıssız bırakan
Kurumuş salgı bezlerimizle
Emzirip ölmeye terk eden kadere
Okigbo’nun savaşa katılma kararı öldükten sonra da yıllarca tartışıldı. Hattâ Kenyalı yazar Ali Mazrui, Christopher Okigbo’nun kabilesinin çıkarlarını şiirlerinden üstün tutması nedeniyle yargılandığı kurgusal bir davayı sahnelediği Christopher Okigbo’nun Davası (The trial of Christopher Okigbo) isimli bir kitap dahi kaleme aldı. Mazrui’ye göre Okigbo yeteneğine, sanatına bir tür ihanet etmişti: “Okigbo hayatını Biafra kavramına adadı. Oysa bu ölümlü bir kavramdı, kendi iç varlığı gibi geçici. Büyük bir şairin sanatıysa ölümsüzlüğün tohumlarını taşır. Hiçbir büyük bir sanatçının, kendi yaratıcı potansiyelini yok edecek kadar vatanperver olma hakkı yoktur.”
Şairin rolünü Afrika kültürüne doğrudan bir göndermeyle bir “kasaba tellalı” olarak tanımlayan Okigbo ise “Neden savaşa gittin” sorusunu yine şiirlerinde kendi iç sesine yöneltir. “Christopher Okigbo ile söyleşi” (“Conversation with Christopher Okigbo”) şiirinde şunları tartışır:
Bu savaşa gitmek zorunda mısın?
Saldırı tüfeklerini
Ve çakıl taşı gibi mermileri
Kuşanmak zorunda mısın?
Bu savaşa gitmek için
Eğitim görmüş erkekler ve kadınlar var,
Sen bir kasaba tellalısın.
Haydi git buradan çırak,
Davulumu ve tokmağımı bıraktım
Idoto Annenin
Kutsal mağarasında
Senin ve senin gibiler için,
Gelecek kasaba tellalı nesilleri için.
Ve Okigbo, bu yolun sonunda yaşamını yitirebileceğini bile bile milislere katılır. Hattâ bazı eleştirmenler Okigbo’yu şu dizeleri nedeniyle “kâhin şair” olarak nitelerler:
YAŞLI BİR YILDIZ gider, bırakır bizi burada kıyıda
Bakarken göğe doğru yaklaşan yeni bir yıldıza;
Yeni yıldız görünür, kendi gidişinin alametiyle
Ta ki sonsuza dek süren bir gelgite kadar…
Okigbo en önemli şiirlerini savaşa gitmeden önce ve gittikten sonraki kısa süreçte yazar. Ve daha bir yıl geçmeden çatışmada hayatını yitirir. Enugu’da yaşamayı sürdüren Achebe ise dostunun ölüm haberini arabasında radyo dinlerken alır. Adeta çarpılmıştır. Anılarında o ânı asla unutmadığını anlatır: “Radyoyu yarı dikkatle dinliyordum ki ansızın Christopher Okigbo’nun adı bilincime bir bıçak gibi saplandı. Birden paniğe kapılıverdim. Ölen milis subayları arasında Albay Christopher Okigbo da vardı. Arabayı yolun kenarına çektim. Nachi civarındaki parklar birdenbire her yönden üstüme doğru gelmeye başladı. Diğer arabalar yolda gelip geçiyordu. Bu korkunç haberi başka kimse duymamış mıydı? Sonunda eve dönüp haberi ailemle paylaştığında, üç yaşındaki oğlum çığlık attı: Baba, sakın ölmesine izin verme! O ve Christopher arasında çok özel bir dostluk vardı. Chris ne zaman eve gelse, oğlan dizlerinin üzerine tırmanıp parmaklarını elleriyle kavrar ve bütün gücüyle sıkardı. O bunu yaparken de Christopher ise sanki acı içinde kıvranıyormuşçasına bağırırdı. Bize bir bakış atarak ‘Şu çocuklar ne kadar da yaramaz minik birer şeytan’ deyip acı sesleri çıkarmaya devam ederdi.”
Okigbo, çık saklandığın yerden! Sobe!
Achebe ise bazı çevreler tarafından pasif kalmakla suçlanıyordu. Oysa Achebe, meşhur bir yazar olarak zaten hedefti ve pek çok kez suikastlardan ve saldırılardan kıl payı kurtulmuştu. Okigbo ile birlikte kurduğu Citadel Press de bu saldırılar sonucu tahrip olmuştu.
Ayrıca Achebe’nin edebî üslubu da Okigbo’nunkinden hayli farklıydı. Örneğin Parçalanma’nın ana karakteri Okonkwo’yu tipik bir anti-kahraman olarak resmetmişti. Kuvvetli, çalışkan, ciddi, acımasız ve fazlasıyla fevri bir savaşçı olan Okonkwo, öfkesine hâkim olamayıp, kendini geleneklerden üstün görüp, kuralları çiğneyerek birtakım cinayetler işliyor, bu cinayetlerle kasabanın ilâhlarına karşı geldiği için kasabalılar tarafından dışlanıyordu. Bütün bunlar olurken de kasabaya uğrayan beyaz misyonerlerin getirdiği değişiklikleri engellemeye çalışıyordu. Ama kasabada tek başına kaldığını görünce İgbo kültüründe yapılabilecek en onursuz davranışı yapacak ve intihar edecekti…
Dolayısıyla Achebe’nın kahramanlıklarla başı pek hoş sayılmaz. Bir kişinin büyük resmi değiştirebileceğine inanmaz çünkü. Ona göre kahramanlık hayalleri içindekiler, büyük resimde yalnızca bir fırça darbesi olabilirler, hattâ bu büyük resmin mimarları tarafından kullanılırlar. Bu nedenle de can dostu Okigbo’nun kararını hep hüzünle hatırlar. Okigbo, savaşmaya gittiğini Achebe’den saklamaya çalışmıştır, onu ne kadar üzeceğini bildiği ve belki de alıkoymaya çalışacağı için.
Aradan geçen on yıllar sonra Okigbo için yazdığı bir şiirde dostuna özlemini “saklandığın yerden çık” anlamını verdiği “Nzomalizo!” nakaratıyla dile getirir Achebe. “Nzomalizo” aslında İgbo geleneklerine göndermelerle icat ettiği bir kelimedir: “Genç birisi ansızın öldüğünde kabilenin söylediği bir ağıt vardır. O kişinin yaş grubundaki kabile üyeleri geleneksel olarak onu aradıkları bir ritüel sahnelerler. Fikir şudur: Ölümü doğru olamaz, bu kişi ölmüş olamaz. O… aslında bize şaka yapıyordur. Bu bir oyundur. Doğru olamaz, ciddi olamaz, dolayısıyla onu bulmalıyız. Belki su toplamak için kuyuya gitmiştir, ya da pazara, çiftliğe, her neyse, yani geri dönecektir. Ritüelde köye dağılıp onun adını çağırırlar. Nakarat, ses, sürekli tekrar eden ‘nzomalizo’ sözcüğü aslında uydurma bir sözcük. Ama özünde ‘saklanmak’ anlamına gelen ‘zo’ kelimesi var. Buna ‘mali’yi ekleyince ‘saklambaç oyunu oynamaya katılmak’ anlamını veriyor, bir çocuk oyunu gibi. Dolayısıyla o kişinin saklandığı yerden çıkması için bu şarkıyı söylüyorlar. Ben de [şiirde] Okigbo öldüğünde arkadaşlarının bunu onun için yaptığını anlatıyorum. Çünkü vakti dolan yaşlı insanlar için bu şarkıyı söylemezsiniz. Onlar zamanlarını doldurmuşlardır. Bebekler için de söylemezsiniz. Bebeklerin köyde şarkı söyleyerek dolaşacak aynı yaşta arkadaşları yoktur. Bu yüzden, bu şarkı genç yetişkinler için söylenir. Benim söylediğim şarkı da bu. Ve ben bu fikirle Biafra savaşında öldürülen benimle yaşıt şair Christopher Okigbo için böyle bir şiir yazdım. Okigbo belki de kuşağımızın en iyi şairiydi…”
Şiirinde Achebe, Okigbo’nun doğru ve onurlu bir davranış göstermeye çalışarak aslında şiddet sarmalında kaybolup gittiğini ve hayatını karşılıksız feda ettiğini savunur. Ama şefkatle, özlemle, yâd ederek… “Keşke gitmeseydin, gittin de ne oldu” dercesine, yiten bir dosttan bir diğerine yadigâr kalan sevgiyi oyuna dönüştürür sadece. Olur da bir gün “sobe” demek umuduyla…
Kimi arıyoruz?
Kimi arıyoruz?
Okigbo’yu arıyoruz!
Saklandığın yerden çık! [Nzomalizo!]
Yakacak odun arıyor, bırakın dönsün.
Su getirmeye gitti, bırakın dönsün.
Pazara gitti, bırakın dönsün.
Okigbo’yu arıyoruz!
Saklandığın yerden çık!
Kimi arıyoruz?
Kimi arıyoruz?
Okigbo’yu arıyoruz!
Saklandığın yerden çık!
Yakacak odun toplamaya gittiyse, Ugboko [İgbo dilinde İgbolara ait topraklar] onu alıp götürmesin.
Irmağa gittiyse, Iyi [İgbo dilinde ırmak] onu yutmasın!
Pazara gittiyse, o zaman onu kendinden uzak tut
Pazarın kargaşası!
Çatışmaya gittiyse,
Lütfen Ogbonuke [İgbo dilinde suç işleyenlerin dolaşan kötücül ruhları] onun için kenara çekilsin!
Okigbo’yu arıyoruz!
Saklandığın yerden çık!
Eve bir dans getirdiler, bizim için kim dans edecek?
Eve bir savaş getirdiler, bizim için kim savaşacak?
Sürekli çağırdığımız kişi,
Sadece onun yapabileceği bir şey var
Okigbo’yu çağırıyoruz!
Saklandığın yerden çık!
Dansa bak, izle nasıl geldiğini
Savaşın nasıl çıktığını
Ama dansı çağıran ortalıkta yok
Savaştaki cesur kişi görünürde değil!
Yine kimi çağırdığımızı görmüyor musun,
Ve yine, sadece onun yapabileceği bir şey olduğunu?
Okigbo’yu çağırıyoruz!
Saklandığın yerden çık!
Dans ansızın sona eriyor
Dans eden ruhlar danslarını katlayıp gün ortasında gidiyorlar
Gözüpek olan yağmurda sırılsıklam, çift taraflı davul yağmurda sırılsıklam!
Ruhları göğe çıkaran flüt kırılmış
Ayağa ölçüsüyle eşlik eden müzik kutusu paramparça
Sen, kendi kanımdan bir cesur!
Sen, İgbo topraklarından bir cesur!
Sen, bu kadar kanın ortasındaki cesur!
Ruhların yaşadığı bu yörede pek çok zenginliğe sahip olan sen
Okigbo’yu çağırıyorum!
Saklandığın yerden çık!