Gerçekle aramız hiç iyi değil

Gerçeği gerçekten öğrenmek istemeden, gerçeği bir yerde kutsamadan nasıl düzgün bilim olmazsa, adalet, hukuk ve yargı da olamaz

ŞAHİN ALPAY

27.01.2020

12 Eylül askerî yönetiminin ilk işlerinden biri Prof. İhsan Doğramacı'yı üniversite özerkliğini bitirmekle görevli despot olarak atamak olmuştu. O tarihe kadar  yüksek öğretimde özerklik ve çoğulculuk ilkelerinin savunuculuğunu yapmış olan Doğramacı, aniden bunun tam tersini benimseyip uygular olmuştu. Bunun için ondan hiç haz etmiyorduk. Onun Annenin El Kitabı (1952) başlıklı kitabının Amerikalı Dr. Benjamin Spock'un Çocuk Bakımı ve Eğitimi (1946) başlığıyla Türkçeye çevrilen kitabından aşırmalarla (çalıntılarla) dolu olduğunu da biliyorduk. Bunu ilk kez Ömer Madra'dan duymuştum. O sıralarda Ömer, oğlu Cem'in dünyaya gelmesi üzerine rahmetli eşi Tanju ile birlikte (bugün iklim değişikliğine duyduğu derin ilgiye benzer bir şekilde) çocuk bakımı ve eğitimi yazınına merak salmıştı. Bunun sonucunda, yukarıda sözünü ettiğim keşfi 1969'da yapmış, büyük bir heyecanla dostlarıyla, bu arada rahmetli Uğur Mumcu ile paylaşmıştı. (Yeni öğrendim: Meğer Prof. Korkut Boratav aynı keşfi, Ömer'den çok önce, 1960'da yapmış; Mumcu'ya ve başka dostlarına söylemiş.)

Anlayacağınız, Doğramacı'nın Spock'tan aşırmalar yaptığı 1960'lardan itibaren birçoklarınca bilinen bir gerçekti. Bu gerçeğin kamuya mal olması için yaklaşık 20 yıl geçmesi gerekti. Rahmetli Uğur Mumcu "Dr. Spock ve Prof. Doğramacı" (Cumhuriyet, 29 Kasım 1981) başlıklı köşe yazısında, kendine has alaycı uslubuyla, "Spock’un Doğramacı'nın kitabından geniş ölçüde yararlandığını" (yani tersini) örnekleriyle gösterdikten sonra yazısını "Seni hınzır Amerikalı seni!" diye bitiriyordu. Mumcu'nun yazısının yayımlanmasından birkaç gün sonra, rahmetli Ufuk Güldemir Doğramacı ile bir söyleşi yapmış (Cumhuriyet, 6 Aralık 1981), iki kitap arasındaki benzerliklerin nedenini sormuştu. Doğramacı bu benzerlikleri (büyük bir pişkinlikle) "çünkü birbirimizi seviyoruz" diyerek açıklamıştı.

Ömer Madra, Uğur Mumcu, Ufuk Güldemir, hepsi dostlarım olduğu, Cumhuriyet gazetesi okuru olduğum, 1980'lerde Cumhuriyet'te çalıştığım için bütün bunlardan haberdardım. Dolayısıyla Prof. Hasan Yazıcı, "YÖK doçent adaylarının bilim ahlakını denetleyecek bir etik komite kuruyor: Önce Doğramacı'yı kınamak lazım" başlıklı makalesini, Milliyet gazetesinin o sıra editörlüğünü yaptığım "Entellektüel Bakış" sayfasına gönderdiğinde, Doğramacı'nın kocaman bir fotoğrafı eşliğinde tereddütsüz yayınladım (15 Kasım 2000). Robert Lisesi'nden sınıf arkadaşım ve yakın dostum olan Prof. Hasan Yazıcı, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde romatoloji bilim dalını kurmuştu. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Bilim Ahlak Komitesi ve İstanbul Üniversitesi Etik Komitesi kurucu başkanıydı. Bu aşırmayı o değil de kim sorgulayacaktı? Makalesinde haklı olarak, "Doğramacı'nın Spock'tan aşırması gibi vakaların üzerine gitmeden bilim ahlakımızı düzeltmek olanak dışıdır," diyordu.

Makale gerek siyasi gerek akademik çevrelerde hayli yankı yaptı; arı kovanına çomak sokmuştu. Yazıcı hangi hak ve cüretle, 1981 – 1992 arasında YÖK Başkanlığı da yapan, kudretli ve kuvvetli Profesör Doğramacı'yı kınıyordu? Milli Pediatri Derneği infial hâlindeydi. Doğramacı yazının yayınlanmasından hemen 15 gün sonra Yazıcı'ya kişilik haklarına saldırdığı gerekçesiyle 10 bin liralık manevi tazminat davası açtı. Olan bitenler üzerine doğrusu bir süre  "Hasan'ın başına iş açtım…" diyerek üzüntü ve vicdan azabı çektim. (Bugün de şu aklıma geldi: Yazının çıkmasından yaklaşık üç ay sonra Milliyet'in sahibi, o sıra medyamızın en güçlü kişisi Aydın Doğan tarafından gazeteden kovulmam acaba bir tesadüf değil miydi?)

Doğramacı – Yazıcı davası 2000 – 2007 yılları arasında yedi yıl sürdü. Sonunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu oy çokluğuyla Doğramacı'yı haklı buldu: Doğramacı çok büyük bir hocaydı, dolayısıyla olsa olsa Spock ondan aşırmış olabilirdi, ama Yazıcı'nın ödeyeceği tazminatı 2.500 liraya indirdi. Aynı yıl TBMM Doğramacı'ya Üstün Hizmet Ödülü verdi.

Prof. Yazıcı'nın karakterini belki en iyi Cerrahpaşa'daki odasının duvarına astığı atasözü özetler: "Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için de akıl ver." Bu ilkeye bağlı olarak, Yargıtay'ın mahkûmiyet kararına karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurdu. Oradaki dava da bir yedi yıl sürdü ve sonunda AİHM Yazıcı'nın ifade özgürlüğünün haksız yere kısıtlandığına, ödediği tazminatın kendisine geri ödenmesine hükmettiği gibi (Doğramacı'yı değil) Türkiye Cumhuriyeti hükümetini Yazıcı'ya tazminat ödemeye mahkum etti. Doğramacı'nın Yazıcı'dan aldığı tazminatı iade etmesi gerekmiyordu.

(İlginçtir, benim de Yazıcı'ya benzer bir tecrübem oldu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, 2-3 yıl önce kaleme aldığım, yönetimi eleştiren yedi köşe yazısıyla anayasayı ihlal ettiğim iddiasıyla üç kez ağırlaştırılmış müebbed hapis cezasına çarptırılmam istendi. Ben de haklarımın ihlal edildiği gerekçesiyle AYM ve AİHM'ye başvurdum. 20 ay hapis yattıktan sonra gerek AYM, gerekse AİHM ifade özgürlüğümün ve kişi güvenliğimin ihlal edildiğine, serbest bırakılmama, hükümetin de tarafıma tazminat ödemesine karar verdi. Yine de 8 yıl 9 ay hapse mahkûm edildim. Temyiz süreci devam etmekte.)

Prof. Yazıcı yeni yayımlanan Bir Aşırma (İntihal): Doğramacı – Yazıcı Davası Işığında Yargımız – Aydınlarımız başlıklı kitabında (İletişim Yayınları, İstanbul, 2020) hakkındaki dava sürecini ayrıntılarıyla irdeliyor. Hiç kuşku yok ki, Türkiye'de aydınların ve yargının gerçek karşısında ne denli sınıfta kaldıkları konusunda verilecek örnekler saymakla bitmez. Ne var ki Yazıcı'nın kitabı, Türkiye'de aydınların ve yargının içinde bulunduğu halin nedeni olan kültürel altyapıya ışık tutması bakımından son derece dikkate ve okunmaya değer. Yazıcı kitabını sunarken şöyle diyor: "Bir Aşırma'nın ana hedefi Doğramacı değil. O, 2010'da sevabıyla, günahıyla aramızdan ayrıldı. Ancak bu topraklar her an yeni intihaller üretiyor; giderek daha da özgün düşünce ve bilim fakiri oluyoruz. Aydınlarımız artarak derinleşen bir biat kültürü içinde durumu idareye çalışıyor. Adaletiyse elbirliğiyle karartmışız."

Yazıcı'nın on dört yıllık dava serüveninden çıkardığı sonucu şu satırlarda bulmak mümkün: "Laikçi Cumhuriyetçilerle Osmanlı aşığı bağnaz tutucular arasında üç önemli benzerlik görüyorum. Bu güzel ülkenin başını beladan çıkartmayan da herkesin sandığı gibi ayrılıklar değil, bu benzerlikler. Nedir bunlar?: 1) Aşırı ulusalcılık… 2) Bireysel yaratıcılığa verilmeyen önem, her çeşit aşırmayla günü kurtarma merakı… 3) Hukuk ve yargıya verilmeyen önem." (s. 118)

Kitap, yerden göğe haklı bulduğum şu teşhisle sona eriyor: "Yargımız ve aydınlarımızı beraber değerlendirirken kahredici bir denge aklıma geliyor… 'Al birini vur ötekine.' Bu toprağın insanları iyi hoş da, gerçeği sevmiyor. Hep hafızamızın kısalığından söz ederiz. Nedeni açık. Gerçekle aramız hiç iyi değil. Gerçeği değil aramak, ondan adeta nefret ediyor, unutmak istiyoruz. Bu nefreti aydınımız ve yargımız eşit paylaşıyor… Gerçeği gerçekten öğrenmek istemeden, gerçeği bir yerde kutsamadan nasıl düzgün bilim olmazsa, adalet, hukuk ve yargı da olamaz." (s. 151) 

Kitabın açılış sayfasındaki, Murathan Mungan'dan yapılan ve bugün geldiğimiz yeri göstermek bakımından çok isabetli olan alıntıyı da zikretmeden geçemeyeceğim: "Vicdanı, ahlakı, adaleti unuttuk ama utanmayı, utanç duymayı da unuttuk."