Trump tecrübesinden alınan dersler
Politico’nun sunuşta dikkat çektiği bir başka nokta, ABD’ye yön veren siyasî elitin geniş kitlelerin duygularına dair cehaleti ve aymazlığı.
28.11.2020
Trump tecrübesi neleri ortaya çıkardı, neleri gözümüze soktu, nelere dikkatimizi çekti, neleri düşünmez taşınmazsak başımıza neler geleceğini gösterdi? ABD’de siyasî-toplumsal kaygı sahibi insanlar -özeleştirel değerlendirmeler eşliğinde- bunları tartışmaya başladı. Aktarılacak hemen her şey kolayca doğrudan bizim de içinde bulunduğumuz durumla ilişkileniyor, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” bâbından oluyor.
Politico dergisi, otuz beş yazar-çizer-düşünürden aldığı görüşleri “Trump Bize Amerika Hakkında Neleri Gösterdi?” başlığı altında derledi. Muhtemelen bizde de benzerleri -umarım yakın zamanda- yapılacak, çok faydalı bir çalışma. Bizdekinde gerçi herkes sadece kendisinin o güne kadarki varlığını ve tutumunu doğrulama amacıyla konuşacak ve gerçekte olan bitenle pek ilgilenmeyecektir; ne yapalım, coğrafya değilse de kültür-ideoloji bir nevi kader. Cihan Hakimiyeti fantezisi, bekâ takıntısı ve solun ezelî-ebedî haklılık doğruluk yanılsaması elverdiğince düşünüp taşınmaya çalışalım biz de.
Trump’ın ABD siyasî rejimine neler ettiği ve çok sağlam zannedilen zeminin hiç de göründüğü kadar sarsılmaz olmadığı üzerine konuşulanların bir kısmı özel olarak ABD açısından önem taşısa da, mevzu, orada olan biten hemen her şey gibi, dünyanın gerikalanını da fazlasıyla ilgilendirir nitelikte. Özellikle şu mâhut popülist diktatörlükler birçok yerde, insanlığın hak-adalet nâmına yüzyıllar içerisinde elde ettiği kazanım ve ilerlemeleri birer birer iğdiş eder veya ortadan kaldırırken. Trump’ın gidişi, kötü eğilimin aksi yöne çevrilmesini sağlar mı, şüpheli, ama en azından yavaşlatma, durdurma ihtimali var.
Trump gibi cahil, küstah, vicdansız bir dalaveracının eline insanlığın kaderini etkileyecek yetkiler geçtiğinde neler olabildiğini yaşayıp görmüş oluşumuz geleceğimiz bakımından yeterince uyarıcı olur mu? Aktaracaklarım “Türkçeye tercüme” edildiğinde şüphesiz bizim için ayrıca önem kazanıyor. Çünkü Türkiye birçok bakımdan, dünyanın gerikalanındaki popülist diktatörlük girişimlerine öncülük etti sayılır. Daha erken davranan Macaristan sağcılarını yakalayıp solladığımız, büyük direnişle karşılaşan Polonya sağcılarını her türlü direnişi beşiğinde boğarak sürklase ettiğimiz, Putin’in eşdeğer muhatabı rolünü vura kıra elde ettiğimiz gözönüne alınırsa, bu alanda ilk sayılan iki-üç devletten birine sahip olmakla övünebileceğimiz anlaşılır.
“Valla anlayamamışız”
Politico, “bu herif bize neler etti?” soruşturmasını sunarken birkaç noktayı öne çıkardı. Bunlardan ilki, hep tekrarlanan -ve ABD’de siyasetle uğraşan herkesi şoka eden- olgu: “kurumlarımız ve normlarımız sandığımızdan çok daha kırılganmış”. Bu tesbitin yapıldığı yerde yanına hemen eklenmesi gereken zemin şartları, “ana akım” diyebileceğimiz siyaset-kültür alanında çoğu defa ihmal ediliyor. Öte yanda, bu şartlara dikkat çeken ABD soluna gösterilen ilgi ve dikkat görülmemiş düzeyde. “Şartlar”dan kastım, o kurumları ve normları kırılgan kılan toplumsal eşitsizlik. “Ekonomi” diye tarif edilen ve aslında hiç de nesnel bir zemin olmayıp birilerinin çıkarına göre dönen çarklardan ibaret olan mekanizma, adalet, hukuk, siyasî temsil, demokrasi gibi kurumları ve onlara hayat veren normları baştan değersizleştiriyor, işlevsizleştiriyor, anlamsız kılabiliyor. Dolayısıyla ekonomi çarkının mağdur ettiği geniş kitleleri yerleşik olan her şeye karşı kayıtsızlaştırıyor, giderek, düşman ediyor. Trump gibi fırsatçı hilebazlar da kitlesel tepkileri ceplerine, apış aralarına, artık nereye denk gelirse oraya yönlendirebiliyorlar. Bu rezalet, insanlık düşüncesi ve duygusu ile beraber yaşama kültüründe kuşaklar boyu silinemeyecek kirler, lekeler bırakıyor.
Politico’nun sunuşta dikkat çektiği bir başka nokta, ABD’ye yön veren siyasî elitin geniş kitlelerin duygularına dair cehaleti ve aymazlığı. Trump’a gösterilen ve dört senelik fecaatten sonra hâlâ azalmayan yaygın teveccüh karşısında “meğer böyle miymiş!” şaşkınlığı gösteren onca kalıplı insanın hali, bunların dünyanın herhangi bir yerindeki gelişmeleri şekillendirme gücüne, kapasitesine sahip kimseler oldukları düşünüldüğünde, sahiden incelenmeye değer olgu.
Politico’ya görüş verenlerden bazılarıysa, “kasa her zaman kazanır” görüşünde. Yerleşik siyasî düzenin gerçekte o kadar büyük yara almadığını savunuyorlar. Bu paralelde kimileri de, otoriter yönetime geçişi zorlayanlara engel olmaya yetecek direncin ülkedeki varlığına işaret ediyorlar memnuniyetle.
Dergi sunuş faslını şu görüşü aktararak bağlıyor -ki, bu başlıbaşına çok şey demek: “Trump’ın başkanlık döneminin sonunda öğrendiğim şey, Amerika’yı sahiden doğru dürüst anlayamamış olduğum.” Bizim için neyse ki böyle handikaplar yok. Bizim anlamamız gerekmez, çünkü biz biliriz. Yine de aktarmaya çalışayım.
Elitler meselesi
Üzerinde en çok durulan husus, yukarıda da andığım, “aşağıdakiler” arasında cereyan edenlerden “tepedekilerin” habersizliği. Siyaset bilimi profesörü Katherine J. Cramer, söz-karar sahibi ayrıcalıklı zümreye dair ilginç bir tanım getiriyor: “halkın tükettiği bilgi ve medya içeriklerini üretenler”. Siyasetçiler ve bizim burada -genellikle pek haksız payeler dağıtarak- “kanaat önderi” dediğimiz kişiler. Biz “önder” gibi bir kavram kullanarak içeriği saptırıyoruz yalnız. Sadece etrafa döküp saçanlar, böylece insanların yollarını değiştirmesine sebep olanlar ile ortalığı bulandıran ve görüş mesafesini kısaltanlar da bu payeyi kolayca edinebiliyorlar burada. Her konuda ahkâm kesebilen vazifeli televizyon tartışmacıları gibi. “Kültürel elit” olarak adlandırdığı kesimle birlikte siyaset ve başka alanlardaki “karar vericiler”in fark etmekte geciktiği, en azından boyutlarını idrak edemediği olgu şu, ABD’li profesöre göre: “sistemin kendisinin yararına çalışmadığından emin”geniş bir halk kesimi var ve bu kanının ne kadar derinde yer etmiş olduğundan yukarıdakiler haberdar değil. Kırsal alanda sosyolojik çalışmalar yürütmüş profesör, Trump seçildiğinde kendisine sorulan soran “şehirli elit” mensuplarının nasıl da hayrete düşmüş olduklarını hatırlatıyor.
“Sistem” tarafından mağdur edilen kitlelerin siyasî elitin hiçbir kesimince özne dahi sayılmayışı, kaderlerine dair konuşulurken onların hâlihazırdaki haleti ruhiyeleri ve dünyayla ilişkileri hakkında en ufak gerçek bilginin işin içine katıl(a)mayışı ABD’ye özgü değil şüphesiz. Kaldı ki, orada şimdi tam da bu zemine ayak basarak ulusal düzeyde temsil gücüne ulaşmış bir radikal sol gelişiyor. Darısı başkalarının başına.
Prof. Cramer, “şehirli elitler”in ülkedeki ne çok şeyin farkında olmadıklarını vurguluyor. Siyah George Floyd’un beyaz polislerce hunharca öldürülmesine tepki olarak siyah-beyaz herkesin birlikte sokağa dökülüşüne işaret ederek, -siyahların insan sayılmadığı gerçeğiyle- “yüzleşmemiz ne çok zaman aldı” diyor. Gezi Direnişi sürerken bizzat kulak misafiri olduğum veya birçok kişi tarafından aktarılan sohbetler aklıma geliyor. Kabaca şu tekrarlanıyordu: “Medya bize İstanbul’un göbeğinde olan şeyi böylesine akıl almaz yalanlarla aktardıysa, doğuda, güneydoğuda şimdiye kadar olanları kimbilir nasıl aktarmıştır!” Bundan, Kürt sorunu konusunda bilinçlenme, aydınlanma doğması umuluyordu. Uyanıştan nasıl huzursuz olunduğunu, aydınlanış falan istenmediğini 2015 yazında, yine acıyla ve kanla öğrendik.
Bürokrasinin tehlikeli rolü
Elitlerin gerçeklerden bîhaberliği ve geniş halk kesimlerinin pekâlâ “faşizmin kitle ruhu”na dönüşebilecek manevî yaşantıları elbette öncelikli -can alıcı- başlıklar. Bunların yanına kurumların sağlamlığını, normların oturmuşluğunu eklemek gerekiyor -ki, Türkiye’de böyle bir konunun tartışma konusu olarak kabulü aşamasında bile sayılmayız, çünkü topluca -insanca- yaşamanın, üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanması gerektiğini idrak edebilmiş değiliz.
Başka bir akademisyen, bu defa bir hukuk profesörü, Tim Wu, diktatör-otokrat adayının yakaladığı fırsatı değerlendirerek ipleri ele geçirip demokrasiyi yıkmasını siyasetçilerin değil bürokrasinin önlemiş oluşuna dikkat çekiyor. Öngörülmüş yasal-anayasal süreçlerin iktidar korumaya odaklı parti mücadelesine kurban edildiğine, öbür yandaysa, Trump’ın savcılara, orduya, seçim görevlilerine keyfî iş yaptıramadığı için birçok yıkıcı girişiminin akim kaldığına işaret ediyor. ABD’de kural-kurum dinlemeyen keyfî yönetim kurulmasını büyük ölçüde bürokrasinin önlediği doğru. Dünyanın en güçlü devletinin bürokrasisinin hukuka bağlılığı gerçi ilk bakışta insanlık adına değerli kazanım gibi görünüyor, ancak burada ilk işlevi halkın tercihlerini yansıtmak ve toplumsal kesimler adına iş görmek olan siyasetin değersizleştiği bir süreç izliyoruz ki, bu tehlikeli.
Türkiye’de, siyasetin seçilmemişlerce durmadan değersizleştirildiği onyıllar yaşadık biz. “Askerî vesayet” denen şeyin, kolları ne kadar çok yere uzanan -ve mundar eden- bir rejim olduğu, beri yanda, halk iradesi gibi bir kavramın “millî irade” kandırmacasıyla nasıl iğdiş edildiği, bugünün karanlığında çıplak gözle seçilemiyor. Zaten herhangi bir şeye çıplak gözle bakma kabiliyetimizi bile isteye kaybettiğimizden, çoğu zaman çoğu yerde neyin eksik olduğunu bile fark edemiyoruz. Halk iradesinin şu veya bu yolla temsilinin toplumun haysiyetiyle yaşaması için ilk şart olduğuna dair bilinci, bunun kaçınılmaz icabı olan siyaset ve siyasetçiye güveni, hem bizim “kültürel elit”imiz hem de bizzat siyasetçimiz mütemadiyen ezdi, kemirdi, delik deşik etti. Kalan son kırıntılar herhangi bir anlamlı siyasî sistemin müsveddesi bile sayılamayacak “Türk tipi başkanlık” rejimi tarafından yok ediliyor. Eğer buradan çıkış siyasetçiler eliyle sağlanabilirse, “temsil” kavramı yeniden anlam kazanabilir. Aksi halde, önce kurtarıcı, bilahare kurucu-dönüştürücü irade seçilmemiş bürokratlar elinde yoğunlaşacaktır ki, teknolojinin merkezî gözetim-denetime böylesine imkânlar sunduğu, polisin askerîleştirildiği şu devirde bunun nasıl bir tehlike yarattığını görmek zor değil – bizimki gibi ülkelerde bunun ne anlama geldiğiniyse tarife ne hacet.
Trump tecrübesine dair görüşleri aktarmaya ve bizde tartışmalara vesile olmasına çalışmaya devam edeceğim.