Kürdün Nesne Hâli
“Örneğin Zilan katliamındaki ‘Sünni Müslüman cahil Kürt’ beyaz solcularımızın mağduriyet ölçütlerine, kurban imgesine uymayan bir öznedir.”
08.12.2021
(… )1925 raporlarında (…) özellikle Dersim Kürtlüğü feodal (…) pirimitif ve içgüdüleriyle hareket eden, özne değil de olsa olsa bir nesne olan, misyonu Türklüğü imha etmek olan bir etnik grup olarak ortaya çıkıyor." (Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Dilop Dergisi, Ş. Karataş- V. İlbey söyleşisi)
Filmin sonunu söyleyeyim; Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi adlı kitabında, mülakat yolu ile görüştüğü kişilerin sınıflar-üstü, meslekler-üstü, ideolojiler-üstü ve cinsiyetler-üstü biçimde ortaklaştıkları bir hususun, 1980 sonrası Kürt hareketinin Kürtleri psikolojik ve politik olarak güçlendirdiği kabulü olduğunu yazar:
"Bu güçlenmenin Türk illerinde yaşayanlardan Kürdistan’ın en ücra köylerinde yaşayanlara kadar Kürtlerin davranış ve tavırlarında gözlemlenebileceğini söylediler.” (Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları)
Benim buradan çıkardığım sonuç şu, direnen özne nesneleşmiyor, nesneleştirilemiyor.
***
Şimdi filmi başa sarayım. Yukarıda epigraf olarak takdim ettiğim ve kısaltıp kuşa çevirdiğim Hamit Bozarslan alıntısının esası şöyle:
“Abdülhalik Renda’nın 1925 raporlarında, Dersim raporlarında, Kadro’nun yazılarında, Akşam’da, Kürtler Türklüğü ezen ya da tehdit eden bir grup olarak tanımlanıyor. Özellikle Dersim Kürtlüğünün feodal, baskıcı, kadınlarını ezen ya da kadınlarının akıl almaz bir şehvet sahibi olduğu pirimitif ve içgüdüleriyle hareket eden, özne değil de olsa olsa bir nesne olan, misyonu Türklüğü imha etmek olan bir etnik grup olarak ortaya çıkıyor. Burada söz konusu olan, kelimenin etimolojik anlamıyla nasyonal sosyalizm, yani sosyalizmin sınıflar savaşı kavramının milletler arası savaş olarak yeniden tanımlanması ama aynı zamanda milletlerin birbirlerine düşman sınıflar olarak görülmesi.” (Hamit Bozarslan)
Rapor yazıcılarının zihniyet dünyası nasıl oluşmuş, merak ediyorum. 20. yüzyıl başı kafası bu mu? Abdülhalik Renda kimdir diye bakındım, Talât Paşa’nın kayınbiraderi. Malta belgelerine göre, Bitlis, Muş ve Sason’da 150 bin Ermeninin öldürülmesinin, mallarına el konulmasının sorumlularından. Malta sürgünü. Ankara hükümeti ile İngiltere arasında imzalanan esir değişimi anlaşmasıyla yargılanmadan serbest kalmış. Latife Hanım ile evliliğinde Mustafa Kemal’in nikâh şahitlerinden biri.
Yani takımda ilk 11 oyuncusu. Merkez Komite üyesi gibi bir şey. Briç oynamak için bir araya gelmediklerine göre nasıl bir zihniyet dünyaları var ki, Kürtlere dair raporları, “kadınlarının akıl almaz bir şehvet sahibi”, “primitif” , “içgüdüsel”, “özne değil de olsa olsa bir nesne olan” gibi ifadeler içerebiliyor ve bu zihniyet dünyası gidip “nasyonal sosyalizm”e yaklaşabiliyor?
“İçgüdüsel, primitif” ifadeleri, Shakespeare'in Fırtına’sında Caliban figürünü; uygar beyaz’ın öteki kıldığı, yaban dediği Caliban’a bakışı hatırlatıyor. Orhan Koçak, Nurullah Ataç ve Cemil Meriç’te, şu bakışı bulmuştu: “Caliban ikisi için de evrensel ayak takımıdır, her yerin ve her zamanın kara kalabalığı.”
Daemonik Cumhur anlayışı
Geç dönem Osmanlı aydınları veya Cumhuriyet kurucu kadrolarının zihniyet dünyasına dair kalem oynatmak boyumu aşar. Ama Tanıl Bora yapabilir. Cereyanlar kitabında kurucu kadroların toplum görüşü üzerinde Gustave Le Bon’un kitle psikolojisi teorisinin etkili olduğunu yazar. Şöyle bir teori:
Kalabalıklar, kitleler zamanımızda güç teşkil eder. Ancak, kalabalık içindeki bireylerin aklını alan, onları bilinç dışı bir cezbeye sevk eden dinamiğe dikkat etmek gerekir. Bu potansiyeli yönetebilmek, modern siyasetin anahtarıdır. Modern liderler, isterik bir kadına benzeyen (!?-ilh-) meczup bir toplulukla karşı karşıya olduklarını bilerek, onun güdülerini kullanmayı, tekrar, telkin ve illüzyonlarla onu kandırmayı becermeliler.
“İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizmin ve nasyonal sosyalizmin düşünce kaynakları arasında yer alan Le Bon’un bu daemonik cumhur anlayışı, Geç Osmanlı dönemi aydınlarının ön-cumhuriyetçi veya ön-demokratik diye tanımlayabileceğimiz tasavvurlarına iyi uymuştu.” (Tanıl Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojier, İletişim Yayınları)
Şimdi müsaadenizle ben size Dersim “primitifleri”ne dair babamdan bana intikal etmiş bir detay aktaracağım. Babam, rahmetli Mustafa Bey, nam-ı diğer “köteci Mısto”, kabaca 1920-25 arası Dersim, Ovacık doğumlu. Bana anlattığı detay ise şu: “Yaşlı adamlar kadınlar, sabahları gün doğumunda, gün ışığının ilk vurduğu kayaları/ağaçları öpüyorlardı. Ellerindeki siyah bir ipe düğümler atarak.” (Babamda bu dil yoktu, ben size bir tür çeviri/redaksiyon hizmeti sundum.)
Meksika’ya adam gönderip Maya güneş kültü ile Orta Asya güneş kültü arasındaki muhabbeti araştıran bir iktidar ki, kendi coğrafyasının “primitif”ini vurup kırıyor. Niye yapıyor bunu?
“(…) anlayabilmek için hem 19. yüzyıla uzanmak gerekiyor hem de Kemalist dönemi ele almak gerekiyor. (…) 19. yüzyıla baktığımızda şu çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor: Osmanlılar açısından Dersim fethedilemeyen bir yer. Anlam üreten, kendi kimliğine, birikimine sahip bir yer.” (Hamit Bozarslan)
Özne yani. Geçelim burayı nesneler bahsine dönmeye çalışalım. Kürdün nesne olma haline. İnsan veya topluluk nasıl nesne olabilir? Anladığım kadarı ile bastırılır ve kendini savunamazsa, direnemezse, inisiyatifini, kendine aitliğini kaybederse.
Lokantada bir Rum ve bir Kürt
“Biz bu otokontrolü çok uyguluyoruz kendimize. (..) Normal insan için doğal sayılabilecek istekte bulunmuyoruz. Mesela bir lokantaya gittik; çorba soğuk. Ben 'bu çorba soğuk' demem. Bende alışkanlık oldu. Avrupaya gittiğim zaman da değişik davranmıyorum. Çünkü bu bizim içimize işlemiş. Hiç dikkati çekmeyecek, etrafı rahatsız etmeyecek, tedirginlik yaratmayacak şekilde davranmaya çalışırız. Bu benim karakterimdir.” (Barış Ünlü, a.g.e.)
Anlatıcı, görünmez olayım derken kendini silmiş. Onu temsil edebilecek bir nesne var mı? Muhtemelen ailede ve toplulukta “şişşşt”lerle başlamış ve zaman içinde gelişmiş bu lanetli yeteneği temsil edebilecek bir nesne var mı? Onu bu yola sevkeden, mecbur eden egemeni temsil eden nesne var mı? Adam, bu hali ile bedensiz, gövdesiz, sadece iç ses ile konuşan bir konuşma balonu gibi dolaşıyor hayatın içinde.
Şimdi Kürt’e gelelim:
“Görüşmelerde Kürtlerin Türkler karşısındaki ‘ezikliği’ ve bu ezikliğin Kürtlerin davranışlarına, bedenlerine nasıl yansıdığı sık sık gündeme geldi. (…) 60 yaşındaki Karslı emekli ilkokul öğretmeni, eski kocasının ‘ezikliği’ni şöyle örneklendirdi: ‘Mesela lokantaya gidersin, garsondan bir şey istemek için uzun süre bekler. Zamanı yeri gelince söyler. Biz daha güvenliyizdir, garsonu fırçalar benim akrabalarım. (ailesinin Türk tarafını işaret ediyor) Garsondan bir şey isteyene kadar fıtık ederdi insanı. Hep bir ezik yanı oldu, ben bunu onun Kürdlüğüne bağlıyorum.” (Barış Ünlü, age.)
Her iki alıntıda da özne, Türklük hâllerinin, Türk olmayana yönelik ezberlerinin, diğerinin gündelik hayatına etkileri. Mesela bir kuaförde:
“ Çok konuşulan ortamlardır, herkes çok konuşur, herkes pat diye senli benli olur. Benim açımdan sinir bozucudur bu. Hemen duvarlarımı örerim. Ama orada herşey konuşulur. Kürtler de konuşulur. Kürtlerle ilgili Türkiye’nin siyaseti de konuşulur. Çok aleyhte, küfürbaz, saldırgan, ya da yok sayan aşağılayan cümleler de duyarsın, ama sen orada oturursun, hiç renk vermezsin . Zaten duvarlarını örmüşsündür çoktan. Kürt kimliğinle o duvarı otomatik örüyorsun bence. Duvardan kastım, bana hiç bir şey sormasınlar, muhabbet ilerlemesin. Çünkü ya gerçek kendini ortaya koyacaksın, çatışacaksın veya susacaksın. Onlar gibi düşünüyormuş gibi yapmak daha kötü olacağı için en iyisi hiç temas kurmamak, ilişkiyi hiç geliştirmemek, anladın mı?” (50 yaş üstü, araştırmacı çevirmen, Barış Ünlü, age. Sf. 257)
Belki haddimi aşacağım ama, acaba bir an için Kürt sorunu tanıımını bir yana bırakıp Türk sorunu mu desek meseleye? Sorunlu Türk mü desek? Türk olmayana Türklüğü dayatmaktaki ısrarı ve gerçekliği inkârı nedeniyle, bu ısrar ve inkârın “sorun” adlı bir zemini sürekli nemli tutması, kronik ıslaklığa sebep vermesi nedeniyle desek. Misal:
“Bana her sabah ‘Türküm Doğruyum’u okutuyordu, sonra da ‘gâvur’ diyordu bana. Ben değilim demek ki, Türk olmak istesem bile olamıyordum.” ( Xanthus, 2010 Atina; N. Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, İletişim Yayınları)
***
Önceki yazıları bağlarken, Kulüp dizisi izleyicilerinin görüşlerini aktarıyordum. Bu kez direnmek ve özne kalabilmek üzerine iki alıntı yapacağım ve okuduğunuz yazıya dair eleştiri ve önerileri olan kısa bir mektubu aktaracağım.
“Bir ontolojik güvensizlikle karşı karşıyayız. Ontolojik güvensizlik çünkü, sizi var eden Dersimliliğiniz, Kürtlüğünüz, Aleviliğiniz bir doğuş suçu olarak görülüyor. Hrant Dink’in ‘güvercin tedirginliği’ dediği bu güvensizliği aşabilmek, kendinizi diğerleriyle eşit olarak görebilmeniz, diğerinden korkmamanız kolay değil. Çünkü geçmişte gerçekleşen ama inkâr edilen, failleri cezalandırılmayan, tam aksine devlet düzeyinde ya da iktidar erki düzeyinde savunulan bir imha hareketinin yeniden tekrarlanmayacağından emin olamazsınız. Kitlesel imha hareketlerine maruz olan halkların tümünde bu güvensizlik olgusu gözlemlenmektedir.
Sanıyorum Dersim’in Dersimlilerin ihtiyaç duyduğu, İngilizcenin “empowerment” olarak tanımladığı güçlenme, iktidarlaşma. İktidar yalnız Ankara’da iktidar erki haline gelmek değil, özerk sahaların oluşturulması anlamına da gelmektedir. Dersim kadınlarının, Dersim gençliğinin muktedir hale gelmesi, Dersim kimliğinin kendini muktedir bir kimlik olarak görmesi, kendi tarihine, sembollerine, gelecek tahayyüllerine sahip olması… Bu da ancak mücadelelerle mümkün. (Hamit Bozarslan)
“Seyid Rıza hakkında çok şey söylendi ve söylenecektir. Ancak tartışmasız geriye bıraktığı miras ölüm karşısında diz çökmeyi, biat etmeyi reddetmesidir. Ki bu direniş, bütün vahşet ve yıkıma rağmen Dersim’in bir tahayyül olarak imha edilememesinin en önemli sebeplerinden biridir bana göre.” (Zeynep Türkyılmaz/Twitter)
***
Kürt başıklı çalışmaları/hâlleri/durumları yakın takip eden akademisyen bir arkadaşıma yukarıdaki metni gönderip eleştirmesini rica ettim: Kısa bir mektubumsu aldım. Katkı olarak kabul ediyorum, takdim ediyorum:
“Yazıyı okudum. Dağınık göründü bana. Tüm bu yaşanılanların temeline, kaynağına biraz dikkat çekmek lazım bence. Yanlış bir cumhuriyet doğru yaşanamaz neticede. Bu cumhuriyet, bu ulus devlet aygıtı neyi inşa etmeyi ve kimleri ayıklamayı hedef seçmişti. Biraz cumhuriyetin temel mitoslarına değinebilirsin bence.
Çünkü ulus temelli modernleşme, aynı zamanda iktidarın yoğunlaşmasını, iktidar söylem ve pratiklerinin tahkim ve takviyesini, tüm toplumsal gövdenin istenmeyenlerden temizlenmesini gerektirir.
Değerli bir şey yapıyorsun, kurucu kimliklere odaklanmak yerine, bu kurucu kimliklerin nelerin bastırılması ve kimlerin yok edilmesi pahasına gerçekleştiğini sergilemek… Modern binaya ışıltılı salonlardan değil arka kapıdan girmek. Bu ışıltılı binanın; kazan dairelerinde, depolarında, ölüm hücrelerinde neleri saklamaya çalıştığıyla başlamak gerçek bir tarihsel bakış noktasıdır. “Dışlanan, yok edilen, suçlu görülen, marjinalleştirilen kimlikler, kültürler, inançlar ve sınıflar kimdi?” sorusu, kurucu kimliğin şeceresini ortaya çıkarabiliyor.
Bir de Cumhuriyetin kuruluşundaki Kürt düşmanlığını sürekli Dersim katliamı üzerinden vermek de bir ezber hâline geldi ve Cumhuriyetin diğer günahlarını maalesef görünmez hâle getirdi. Sözüm meclisten dışarı, Dersim'in Alevî, seküler yaşama ait öznesi, steril solcu için mağduriyet hiyerarşisinin hâliyle en tepesinde yer alır. Bu ülkedeki solcu sinemacı veya edebiyatçı için Dersim katliamı Kürdistan'daki en "haksız", en "sahip çıkılası" katliamdır haliyle. Yahudi soykırımı endüstrisi nasıl ki beyaz adamın siyahlara ve sömürgelerindekilere yaptıklarını görünmez kıldıysa, Dersim'e olan ilgide de böyle bir sonuç oluştu maalesef. Örneğin Zilan katliamındaki 'Sünni Müslüman cahil Kürt' beyaz solcularımızın mağduriyet ölçütlerine, kurban imgesine uymayan bir öznedir. Ve bu konuda bir kitap yazmak, film veya belgesel yapmaya gerek görmezler. Yası tutulmakta daha az değer bir kurbandır."
(Ad, unvan veremediğim için okuyucudan özür dilerim. Anonim kalmak istedi. Son paragraftaki serzeniş anlamlı.)
Gelecek Bölüm: Tarih yazımı, Emin Oktay tarihi, sinema/film üzerinden muhayyile yolu ile ötekini yok saymak, tekçi/inkarcı düşünüş’e destek vermek, mesela Sadri Alışık’lı “Ah güzel İstanbul”
—–
Tepedeki fotoğraf: © Dan Dzurisin, flickr, https://creativecommons.org/licenses/by-nc-nd/2.0/