Neo-Zamirler ve Alfa Kuşağı’nda Yeni Kimlik Politikaları – 2
Alfa kuşağı, sadece geçmişe ait yapıp-ediş biçimlerinden değil, tanımlarından ve en önemlisi dayatılmış kimliklerden de hızla kopuyor.
31.01.2023
Neo-zamirleri, Alfa kuşağının kimlik yelpazesini ve isim-kendilik zamirlerini kısaca anlattığım geçen haftaki yazıyı, dilde tanımlama, kimlik ve Alfa kuşağı arasındaki ilişkiyi analiz edeceğim bir noktada bırakmıştım. Çok kısaca özetlemek gerekirse önceki yazıda, Alfa kuşağının, daha önce ikili cinsiyet dayatmasına (kadın/erkek, İngilizce’de she/he) boyun eğmemek için kullanılmaya başlanan xe/xem, they/them gibi zamirleri genişleterek, kendilerini özdeşleştirdikleri veya ilişkilendirdikleri farklı objeleri birer zamir olarak kullandığından bahsettim.
Yani bir Alfa kuşağı üyesi kendisini bir mandalinayla özdeşleştiriyorsa, kendisinden mandalina/mandalina-kendim olarak bahsedilmesini talep edebilir. Eğer siyasi olarak doğru bir tavır sergilemek istiyorsak, bu kişiden artık ‘mandalina’ diye bahsetmeliyiz. Ortaya şöyle bir diyalog çıkması çok muhtemel yani: “Geçen Mandalina’yla konuştum, Mantarlarla birlikte sinemaya gitmiş. Su Bidonu da onlarla gidecekmiş ama annesi onu, sinema yerine Kelebeklerin evine götürmüş.”
Alfa kuşağına mensup fakat daha yaşı pek TikTok’a falan ermeyecek bir çocuğu olan lise arkadaşımla, önceki yazının ve neo-zamirlerin üzerine konuşurken, aklımdan bir süredir uçup gitmiş bir cümleyi hatırlatıverdi bana: “You name me, you negate me.” Aşağı yukarı “beni etiketlersen/bana isim verirsen, beni reddetmiş olursun” diye çevirebiliriz.
Direksiyonu biraz Kierkegaard’a kırmak istiyorum bu noktada. Kierkegaard’ı kısaca hatırlatmak gerekirse kendisi, 1800’lerin ilk yarısında yaşamış, hem kiliseyi hem de geleneksel felsefeyi eleştirmiş, kişisel tercihin ve bireysel varlığın birbirinden kopmaz bir bütün olduğunu söyleyen Danimarkalı felsefeci ve teolog. Bu “you name me, you negate me” cümlesini, daha doğrusu orijinal hâlini, sarf eden de Kierkegaard.
Kierkegaard, Kaygı Kavramı kitabında, kaygının, insan varlığının, seçim yapma özgürlüğünden ve sorumluluğundan kaynaklanan temel bir yapıtaşı olduğunu söyler. Kaygı, yazara göre, insan varoluşunun potansiyeline doğal bir tepkidir ve bu anlamda özgürlüğün en önemli temelidir. Kişinin kendi özgürlüğünün ve bu özgürlüğün getirdiği sınırsız olasılıkların farkına varmasıyla ortaya çıkar ve bu olasılıklar arasında seçim yapma sorumluluğunun ağırlığı olarak kendini gösterir. Her ne kadar uçurumun kenarında olma hissi veriyor da olsa, bu kaygı Kierkegaard’a göre kişisel gelişime ve kendilik farkındalığına giden yolu açan en önemli endişelerden biridir, çünkü kişinin, kendi seçimlerinin sorumluluğu ve muhtemel sonuçları ile yüzleşmesini gerektirir.
Neo-zamirlerin, bu kaygıyla bağlantısı pek tabii ki, sınırsız olasılıkların varlıkları üzerinden kurulabilir. Kitabın bir yerinde Kierkegaard, bir şeyi etiketlemenin, ona isim vermenin, onu reddetmek, olumsuzlamak, inkâr etmek yahut hükümsüz kılmak anlamına geldiğini söylüyor. Yani, o kişinin varlığının kişisel iradeyle ve özgürlükle çizilmiş sınırlarının farkında olmamak veya farkında olunsa bile bu tip bir sınırı kabul etmemek gibi anlaşılabilir. Çünkü verilen bir isim, o şeyin olduğu ya da olabileceği tüm potansiyelleri sınırlar. Herhangi bir şeyin gerçek doğasını anlamak, önce onu, verilmiş isimlerinden kurtarmaktan geçiyor.
Kierkegaard’ın verdiği örnek, özellikle Alfa kuşağı ve neo-zamirler çerçevesinde düşündüğümüzde, enteresan. Kierkegaard tabii ki, insanların kendilerine mandalina, su bidonu, kelebek deme olasılıklarını öngöremez, ama Adem’in Cennet’teki hayvanlara isim verme sürecinden bahseder. İncil’de tanrı Adem’i, Cennet’teki tüm hayvanlara isim vermekle görevlendirmiş. Kierkegaard’a göre Adem’in her bir hayvana verdiği her isim, onlara aynı zamanda toplumsal bir perspektif, bir görev ve bir anlam kazandırmış.
Bir kuşa kuş demek, örneğin, onun kanatları olduğu anlayışını beraberinde getirir. İnek dediğimizde, hayvanın kendi formu kadar insan hizmetine sunulmuş, antroposen anlamları da akla gelir. Her ne kadar Kierkegaard, cansız şeylerden bahsetmemiş olsa da, aynı isimlendirme-anlamlandırma ilişkisi, örneğin bir sandalye için de geçerlidir. Sandalye dendiğinde akla, üzerine oturulan bir şey gelir ve bu, sandalye formundaki herhangi bir objenin kullanılabileceği, aslında sınırsız olabilecek, potansiyelleri sınırlar. Oysa tekil bir sandalye, belki de bir uzay mekiğinin hiç tahmin edemediğimiz bir parçası ya da başka bir dünyaya açılan bir portal görevi görebilir!
Bu arada, burada dil nedir tartışmasına girmek istemedim; ama şunu söylemeden de geçmemekte yarar var: Dil dediğimiz şey, yapısı itibariyle, zaten sınırlayıcıdır. Kelimelerin tanımlayıcı özelliği yadsınamaz ve eğer kelimeler şeyleri ve kişileri belirtmeye ve toplumsal dimağda tekabül ettiği anlamları imgelemeye yaramıyorsa, dilin temeldeki fonksiyonu ortadan kalkar. Yani şeyler hakkında konuşabilmemizin yegâne yolu, dilin önerdiği tanımlar ve bu tanımların, şeylerin fonksiyonel ve forma dair tespit ettiği sınırları kullanmaktır. Bir sandalyeye sandalye dememizin nedeni, aslında, sandalye formundaki şeylerin kullanılabileceği sonsuz olasılıkları küçülterek, dil yoluyla aynı fonksiyonu gören ve aşağı yukarı aynı forma sahip şeylerden ortak bir referans sistemiyle bahsedebiliyor olmaktır.
Yani dilin, şeylerin sınırsız potansiyelleri tanımlarla kısıtlaması, halihazırda dilin ilk fonksiyonlarından biri diyebiliriz gibi. Yani bir insana mandalina dememizin nedeni, insanın insan, mandalinanın da mandalina olması, gayet totolojik ve komik bir açıklamayla.
Prizmayı, “yahu bırak onlar çocuk” ya da “sapıtmışlar” diyenlere inat, biraz daha çevirelim şimdi. Alfa kuşağı bireyi, kendisinin bir mandalina, bir su bidonu, bir kelebek olmadığını bilmiyor mu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Pek tabii ki değil. Peki, bir insan kendine neden mandalina, kedi ya da su bidonu der? Ve hatta bir adım öteye götürüp God/Godself (tanrı/tanrı-kendim) der? Aynı zamanda şunu da unutmayalım: Bu çocukların seçtikleri neo-zamirler bir zamirle de sınırlı değil. Her türlü sınırlamayı reddettikleri gibi, tek bir neo-zamirle nitelendirilmeyi de reddediyorlar. Kendilerine ait neo-zamir listeleri var.
Ne demek olabilir o zaman neo-zamirler? Ne demek olduğunu tahmin edebilmek için, Alfa kuşağının ne olduğuna geri dönelim. Daha önce saydığım birçok özelliğinin arasında, bence, üç özellik öne çıkıyor. Birincisi, Alfanın, tamamen dijitalleşmiş, ‘hiper-online’ kuşak olması. İkincisi, bu kuşak bireylerinin etnik, cinsiyet ve kültürel kimlikler (ve diğer kimlikler) açısından çeşitliliğe ve kapsayıcılığa diğer kuşaklara göre daha önem vermesi. Üçüncüsü de, bu kapsayıcılığa, sadece etnik, kültürel ve cinsiyet kimliğini değil, ayı zamanda nöro-çeşitlilik, vücut formu çeşitliliği (daha önce engellilik adı altında anılıyordu), yaş, din, zeka (IQ) gibi birçok farklı kimliklendirme potalarını dahil etmeleri.
Bütün bu özellikler birbirini besliyor aslında. Biz uzun bir süredir küreselleşen dünyadan bahsededuralım, küçücüklüğünden beri Japonya’dan Yasui’yle birlikte kazançlarını birleştirip Roblox’ta ev alan, Kore’den Wang’ın evdeki elektrikli eşyalarından TikTok üzerinden haberdar olan, Pakistan’daki Nazmiyya’yla dancing challenge (dans düellosu) yapan onlar. Sosyal medya hesaplarına sahip olmasalar da (evet ben bir anne olarak uzun bir süre direndim!), birbirlerinin hesaplarından Greta Thunberg’ü ya da Kadın Cinayetlerine Dur De! platformunu takip edenler de onlar. On bir yaşındaki bu küreselleşme, sanırım hiçbirimizin daha önce yaşamadığı bir ortaklaşma getiriyor.
Bu ortaklaşmaya pek tabii ki, dünyanın ortak dertlerinin artık ayyuka çıkmış olmasının da katkısı var. Her ne kadar 1972’de Birleşmiş Milletler Bilimsel Konferansı’nda (First Earth Summit) konuşulmuş olsa da, iklim değişikliğine karşı önlemlerin öngörüldüğü Kyoto Protokolü’nün ancak 2008-2012 yılları arasında uygulamaya başlanması, bu arada Thunberg gibi çevrecilerin ortaya çıkması, hep 2010 sonrasına denk geliyor. Benim takip edebildiğim kadarıyla, insan haklarının daha ‘orta yerde’ konuşulması da aynı —örneğin, trans bireylerin hakları ve deneyimleri, özellikle trans ve cinsiyetinden hoşnutsuz çocukların deneyimleri, bugün hem çocuklar arasında hem de çocukların rahatça ulaşabildiği sosyal medya hesaplarında çok daha fazla konuşuluyor.
Alfa kuşağı, bunların içine doğdu. Her ne kadar örneğin Amerika’da ve İngiltere’de sınıf ve dolayısıyla çoğunlukla etnik temelli ayrı tutma/ayırma (segregation) devam etse de, her ne kadar her okul için aynı şeyi söyleyemesek de, bugün geçmişe göre birçok okul daha önce hiç olmadığı kadar farklı kültürlerden, dinlerden, etnik kökenden çocuklara eğitim veriyor. Küreselleşme, sadece telefonun ucunda değil yani; her yerde.
Dijital alan üzerinden küreselleşme, iletişimdeki benzeri hiç görülmemiş hız ve beraberinde getirdiği farklı hayatlara tanıklıklar, ortak bir gelecek sorunu olarak iklim ve çevre, savaşlarda yaşıtlarının yaptığı canlı yayınlar, dünyanın bir ucundaki fiziksel olarak hiç görmediği arkadaşlarıyla paylaştıkları, birçok yerden küçücük yaştan beri bilgi alabilme kolaylıkları derken, bence Alfa, sadece geçmişe ait yapıp-ediş biçimlerinden değil, aynı zamanda tanımlarından ve en önemlisi dayatılmış kimliklerden de hızla kopuyor.
Bu kopuşun beraberinde bir tanım sorgulaması getirmesi öngörülebilir bir şey miydi, bilemiyorum. Ama anlaşılabilir olduğu kesin. Kendilerini tanımlarken kullandıkları kelimeler, kendi özgür formlarını ve kendilerini tasavvur ettikleri özgürleşme biçimlerini gösteriyor aslında. TikTok’ta paylaşılan ‘My NeoPronouns’ (Benim Neo-Zamirlerim) listelerine baktıkça, Mountainself’i (dağ-kendim) kullanan çocukların aynı zamanda mesela Rain-self (yağmur-kendim), Tent-self (çadır-kendim), Moon-self (ay-kendim) gibi zamirleri kullandığını da görüyorum. Aynı zamanda music-self (müzik-kendim) yazanın, pop-self (pop-kendim), sunny-self (güneşli-kendim), star-self (yıldız-kendim) yazdığını görüyorum.
Bu listelerdeki neo-zamirler, belli etkinlikleri nitelemek açısından tutarlı olduğu gibi, aynı zamanda tutkuyla bağlı oldukları aktiviteleri, öykündükleri özgürleşmeyi, uçmak istedikleri bulutları da anlatıyor. Bir kurbağayı beğenmiş mesela, zıplamasını beğenmiş; öyle zıplamak istiyor olabilir. Ya da hükmetme ihtiyacı var içinde, tanrı-kendim’im (godself) diyor. Bir şeyi hükmettiğinden değil, o hissini ifade ettiğinden.
Kierkegaard’a dönecek olursak, belki de bu çocuklar, bu ‘kendilik’ listeleriyle, tek bir kendilik halinden çıkmaya çalışıyorlar; o kendiliklerin içinde birden fazla kendiliğin olduğunu, olabildiğini göstermeye çalışıyorlar ve en güzeli de, bunları sahiplendiklerini anlatıyorlar. Kapsayıcılık, bu açıdan baktığımızda, sadece dış dünyaya karşı da değil, kendi iç dünyalarına, kendilerine de yönelik.
Kendi dışındakilerin varlıklarını kabul ettiği, onlara saygı duyduğu kadar, kendi içindeki kalabalıklara da saygı duyuyor. Dış dünyadaki zamirlerini çoğaltarak, kendi iç kimliklerini bereketli, o kimliklerin iyisini de kötüsünü de korunaklı kılıyorlar. Belki de sonsuz kötülerin ve en önemli iyilerin dünyasından artık çıkmayı başarıyoruz ufak ufak; kendi karanlığımızla yüzleşmemizi salık veren birçok öğretiyi en azından bir tavır olarak benimseyen bir kuşaktır belki Alfa —belki de, aynı Eugene Onegin’in kimlik plakalarını kabul etmesi gibi, Alfa kuşağı bireyleri kendi içlerindeki çoklu ve çeşitli kimliklerin aynı anda, aynı dimağda, aynı dünyada barınabileceğini gerçekten anlayan ilk kuşaktır. Yani, umarım!
—–
Kapak Görseli: Homegrown