Yılın en son ve ağır “hediyesi”

“Devletin feshi” anlamına gelebilecek şimdiye kadarki en ağır KHK maddesi “yeni yıl hediyesi” oldu

SEZİN ÖNEY

27.12.2017

Bizim gibi, 1980 darbesi sonrası doğmuş; darbe devirlerinin geride kaldığını sanan kuşaklar için 15 Temmuz 2016 gerçek bir şok ve travma vesilesi idi. “21. yüzyıl Türkiye’sinde darbe teşebbüsü nasıl olabilir” sorusuna yanıtı bulamadan, 20 Temmuz 2016’da Olağanüstü Hâl’in ilanı ve 22 Temmuz 2016’da da Kanun Hükmünde Kararnameler silsilesi başladı.

667 Sayılı KHK’dan geldik 696 Sayılı KHK’ya…
 
Türkiye’de ömrün bir buçuk yılı, KHK ile düzenlenerek geçti gitti. Ancak, bu son KHK’da diğerlerinden farklı bir şey var. Siyaset bilimi çerçevesinde, “devletin temel tanımlarından” yola çıkarsak, “devletin feshi” olarak adlandırabileceğimiz bir düzenleme geliyor: Meşum 696 Sayılı KHK’nın 121. maddesinden bahsediyorum.    
 
Bu madde şöyle diyor:
 
“MADDE 121- 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37 nci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
"(2) Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır."

Geriye dönüp bakalım… 8 Kasım 2016’da TBMM’de onaylanan ve 24 Kasım 2016’da Resmî Gazete’de yayımlanarak yasalaşan 6755 Sayılı Kanun’un 37. maddesi neymiş dönüp bakalım:
 
MADDE 37: 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında karar alan, karar veya tedbirleri icra eden, her türlü adli ve idari önlemler kapsamında görev alan kişiler ile olağanüstü hal süresince yayımlanan kanun hükmünde kararnameler kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin bu karar, görev ve fiilleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmaz.”
 
Görüldüğü üzere, 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi esnasında, “darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması” için resmen görevlendirilen ve gayrı resmî olarak da harekete geçen kim varsa ve her ne yaptıysa, zaten cezasızlık kapsamına alınmış.
696 Sayılı KHK’nın 121. Maddesi, çok açık ve net biçimde, yeni ve henüz gerçekleşmemiş durumlarda cezasızlığı öngören bir düzenleme.
 
Türkiye, son yıllarda, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bağımsız biçimde kutuplaşmış bir ülke; bu darbe girişimine tepki her ne kadar ortak ve tüm topluma yayılan bir hissiyat ve yönelim olmuşsa da, siyaset bu travmayı, kutuplaşmayı aşmak değil arttırmak için kullandı, kullanıyor.
Bu kadar aşırı kutuplaşmanın yaşandığı ve birisi hapşırsa, “darbeye teşebbüs etti” veya “terör örgütü sempatizanı” gibi suçlanabileceği bir ortamda, bu tarz bir yasal düzenleme, elbette ki çok keyfî biçimde yorumlanabilir. Hiç de siyasiî olmayan konularda, evlenme teklifi reddi, boşanma talebi vesaire gibi gayet özel hayata ilişkin vakâlarda, tarafların birbirini “darbecilik” veya” teröristlikle” suçlayabildiği örnekler de yaşandı bu ülkede.
 
İnsanlık, “devlet” kurumunu formüle ederken, birçok yanlış yola saptı, birçok acı tecrübe yaşandı. Maalesef, siyaset felsefesinin 16. ve 17. yüzyıllarda yazıp çizdiklerini, 21. yüzyıl Türkiye’sinde en baştan, ülkenin bir “laboratuvar” gibi kullanılması suretiyle sil baştan yaşamak zorunda kalıyoruz.
 
1588-1679 yılları arasında yaşayan ve “devlet kurumuna” yönelik siyasi felsefenin mihenk taşlarından kabul edilen Thomas Hobbes’un ortaya attığı tezleri bir anımsayalım. Ve tabii, Hobbes’un bu görüşleri, nasıl bir ortamda ve ne tür deneyimlerin sonucu oluşturduğunu da hatırlara getirelim.
 
İngiltere’de dinî ve siyasî fanatizm sonucu, iç savaşa giden bir sürecin açıldığı zamanlara tanık olmuştu Hobbes;  “Homo homini lupus”, yani “İnsan, insanın kurdudur” görüşüne de bu süreçte gelmişti. İnsanların, aralarında çatışan, çelişen ve kendini, “kendi tarafını” önceleyen tavırları, kavga, kaos ve şiddet dolu bir ortamı doğurur. “Tabiat hâli/kanunu” ortamı böyle bir şeydir: insanın tek derdi, “düşmanlarla” savaşmak, kendini korumak ve güvenliğini sağlamaktır. Böyle bir ortamda, kişisel görüş ve çıkar, her türlü şiddetin meşruiyet kaynağıdır. Geleceğe ve başkalarına güven olmadığı için ekonomi, ticaret, yazı, bilim, sanat sıfırlanır: insanlar geleceklerini, “önlerini göremedikleri” için sadece o anda yaşarlar. Geleceğe yatırım yapmaz, geleceğe yönelik düşünmez; anlık hislerini tatmin etmeyi önceleyip içgüdüleri ile yaşarlar. Ahlak, ilke, norm, gelenek diye bir şey kalmaz. İnsanları teslim alan ölüm korkusu ve insanların birbirlerine (ve tabii kendilerine de) güvensizliklerinden dolayı, “toplum” diye bir şey söz konusu değildir.
 
“Tabiat kanunu” ortamında, insan hayatı kısa, vahşi, yoksul, yalnız ve kötüdür; hep, şiddetli ölüm korkusu vardır.
 
Elbette ki, çok temel bu “devlet” felsefesi üzerine, insanlık yaklaşık dört asırda, her türlü kültür, kökenden filozofların katkısıyla epey bir şey koydu. Ancak, en otoriter ve hatta faşizan siyaset bilimi kuramlarında bile, “şiddetin taşeronlaştırılması” ve devletin tekelinden çıkarılıp, rastgele birey keyfiyetine terk edilmesi gibi bir durum yok.
Bugün bazı yorumcuların öne sürdüğü, eğer “696 Sayılı KHK’nın 121. Maddesi’ne dayanıp da keyfi biçimde suç işleyecek bireyler çıkarsa, yargının kendileriyle hesaplaşacağı” iddiası hele… İnsan canından bahsediyoruz. Tek bir insanın, bu “yasal düzenlemeye” dayanan keyfiyetle şiddete maruz kalması veya yaşam hakkının elinden alınması-yani katledilmesi halinde ne yapacaklar? Ya onların yakınları şiddete mağduru olursa-en azından, “bencilce” bunu düşünmeliler…
 
Gene çok temel bir “devlet” kavramsallaştırılması, 19. yüzyıldan kalma ve bu KHK ile onun dahi gerisine düştük. Max Weber’e göre, “Devlet”, belirli bir toprak parçasında (ulus/ülke), hukuki olarak fiziki güç/şiddet kullanma “tekelini” elinde tutan yapıdır.
 
Üzerine basa basa söyleyelim: Devlet, güç kullanma “hakkının” tek kaynağıdır.
 
Weber’i eleştirelim; eksik bulalım tamam-ama: Şiddetin meşruiyetinin “bireyselleştirilmesi”, devletin de feshi demek.
 
Evet; Hobbes, insan doğasına olan güvensizliği ve insanların temelde “kötü” olduğuna yönelik yaklaşımı ile benim hiçbir zaman “favori” siyaset felsefesi düşünürüm olmadı. Ama 21. yüzyıl Türkiye’si; bizleri, çoktan bir “İnsan, insanın kurdudur” düşünce hâline getirdi; kimseye güvenemez olduk, insan doğasının “iyiliğine” inancımızı yitirdik. Şimdi de, “ben yaptım oldu” döneminden; “ben çektim vurdum oldu” dönemine mi geçiyoruz?
Bu arada, Türkiye’de bireysel ve hatta ruhsatsız silahlanmanın da büyük bir “toplumsal” sorun olduğunu anımsatmak isterim.
 
Tabii, bir “toplum” var olduğu “devlet” tarafından kabul ediliyorsa… Otoriter devletler dahi, şiddeti toplumu yok sayacak denli keyfiyete terk etmez çünkü.