Yunanistan ile “gizli mülteci anlaşması”

Günde yaklaşık 200 insanın Türkiye’den Ege veya Trakya yoluyla, canını riske atarak Yunanistan’a geçmeye çalıştığı bir manzara…

SEZİN ÖNEY

20.12.2017

Geçtiğimiz haftalarda, Türkiye-Yunanistan arasında 65 yıl sonra bir ilk yaşanmıştı: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Celal Bayar’dan sonra ülkeyi ziyaret eden ilk Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmuştu. Bu ziyarete, perde önünde “Lozan Krizi” damgasını vurmuştu. Ancak perde arkasında, bir de mülteci anlaşması yapıldığı haberleri Yunan basınında yer almıştı.

Ülkenin başlıca merkez medya kurumlarından Kathimerini’de, Erdoğan’ın 8-9 Aralık’taki ziyaretinin hemen ertesinde yer alan habere göre, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, partisi SYRIZA’nın Parti Meclisi’ne yaptığı açıklamada, “Türkiye ile yeni bir mülteci anlaşmasına vardıklarını” açıkladı.

Yunanistan-Türkiye’nin yeni mülteci mutabakatının detayları ve nasıl hazırlandığına ilişkin arka plan bilinmediği için Yunan basını tarafından “gizli anlaşma” olarak nitelendi. Çipras da konuyla ilgili partisinin toplantısı dışında kamuoyu ile bilgi paylaşmadı.

Şu an için kamuoyuna tek sızan, “anakaradaki mültecilerin de Türkiye’ye iade edileceği.” Daha önce, Avrupa Birliği ve Türkiye arasında Mart 2015’te yapılan anlaşma çerçevesinde, sadece Ege Adalarındaki mültecilerin Türkiye’ye geri yollanması öngörülüyordu.  

Haberin kaynağı Kathimerini’den aynen alıntılarsak:

“Doğu Ege Adalarında, göçmenler için kabul merkezlerindeki aşırı kalabalığın yarattığı baskı artmaya devam ederken, Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Aleksis Çipras’tan gelen talep üzerine, Yunan anakarasındaki göçmenlerin Türkiye’ye geri alınmasını kabul etti.”

Şimdi, “gizli göçmen anlaşması” meselesinin detaylarına geçmeden tüm bu sözcükler arasında gizli noktalara dikkat çekelim…

Öncelikle, fark etmiş olabileceğiniz gibi, “göçmenler” olarak bahsedilenler, aslında “mülteciler.” Türkiye’den hayatlarını riske atarak, geçerli seyahat belgeleri olmadan Yunanistan’a geçen Afrika ülkelerinden, Afganistan’dan, Irak’tan, İran’dan ve tabii Suriye’den gelen insanlara, “göçmen” adı veriliyor. Bu sadece, Yunanistan’da medyanın kullandığı bir niteleme de değil. Avrupa genelinde, medyada (BBC gibi örnekler de dâhil olmak üzere) hep “göçmen” ifadesi kullanılıyor. Bu da kesinlikle bilinçli bir tercih; asla tesadüfi değil.

“Mülteci” kavramı giderek buharlaşmaya başlıyor zira bu insanlar “hayatî” değil, “maddi” nedenlerle göç ediyor varsayımı hâkim. Hâlbuki Ege Denizi’nde yaşamını tehlikeye atıp Avrupa’ya geçmeye çalışanlarla, büyükelçiliklerden evraklarını alıp havayoluyla yerleşmek istedikleri yeni ülkeye seyahat edenler arasında nitelik olarak büyük fark var. Buna karşılık, Türkiye’nin mülteciler için “güvenli ülke” kabul edilmesinin de etkisiyle (ve tabii, mültecilerin Avrupa genelinde hiçbir biçimde istenmemesinin de daha büyük etkisiyle), medya da “mültecileri göçmen yapan” yaklaşıma hem boyun eğdi, hem de bu yaklaşımı sürekli yeniden üretir hâle de geldi.

“Mülteci” kavramının yerini “göçmen” kavramına bırakması, Türkiye’den bakılıp da, “işte ikiyüzlü Avrupa” diye küçümsenecek bir durum da değil: Türkiye’de de, ülkenin doğusundan gelenler “mülteci” kabul edilmiyor ve Suriyelilere de, “misafir” adını veriyoruz. Savaştan kaçarak ilk giriş noktası Türkiye olanları “sığınmacı” ve ülkelerinden kaçarak diğer ülkelerden geçtikten sonra Türkiye’ye girenleri de “mülteci” diye tanımlamak zorundayız oysa ki… Bu durum uluslararası hukukun gereği: keyfî tanımlamalar, keyfî tavırları da beraberinde getiriyor. Her zaman ve her yerde, bu böyle…

Tabii, “göçmen” tanımlaması gibi bir de, “kabul merkezi” kavramı var. Geçmişin, “mülteci kampı” oldu “kabul merkezi”. İngilizcesi de mâlum, “reception center”. Duyan da, salon salamanje bir otel resepsiyonu sanar; oysa söz konusu olan yerler, elbette ki koşulların hiç de iyi olmadığı mekânlar. Dahası, hamile kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve hastalar “anakaraya” alınır ve nispeten daha iyi koşullardaki kamplarda (pardon kabul merkezlerinde) kalırlarken; hattâ “iyi hâl sergileyenler” yani geçimini temin edebilecek olanlar, Yunanistan sınırları dışına çıkmamak kaydıyla kendi evlerini kurabilirlerken, Adalar’da “bırakılanlar” adeta kapana kısılmış gibi çile dolduran, çoğunluğu çaresizlikten orada kalakalmış insanlar…

Üstelik de, son bir yıllık zaman diliminde; özellikle geçen bahar-yazdan beri, Türkiye’den geçişler de hız kesmeden devam ediyor. Günde yaklaşık 200 insanın, Türkiye’den Ege Denizi veya Trakya sınırı yoluyla, canını riske atarak Yunanistan’a geçmeye çalıştığı bir manzaradan bahsediyoruz. Geçişlerde ağırlıklı olarak Suriyeliler yer alsa da, Afrika ülkelerinden gelenlerin de sayısı artıyor. Tabii, Türkiye vatandaşları da artık bir kez daha mültecilik yolunda…

Ege Adalarında, yaklaşık 65 bin kadar mülteci var; Yunanistan’da bürokrasi son derece yavaş, SYRIZA hükümeti oy bakımından irtifa kaybederken bir yandan da bu sorunla etkin biçimde yüzleşecek ve çözüm üretecek hâlde değil, ekonomik kriz biraz nefes aldırsa da tam olarak noktalanmış da denemez, Avrupa Birliği’nin yardımcı olduğu da söylenemez. İş, iyi niyetli Ege Adaları sakinleri, iyi niyetli avukatlar ve iyi niyetli sivil toplum görevli-gönüllülerine düşüyor; onların günlük insani meseleler ve hukukî sorunları çözme çabaları olmasa, yaşanan “sessiz kriz” çok daha büyürdü.

“Gizli mülteci anlaşması” da, bir yanda algıları kördüğüm eden kavram karmaşası (mülteci değil göçmen-misafir); öte yanda da, kanıksanan ve bir avuç insan dışında herkesin (ama herkesin) gözlerini yumduğu bir kronik trajedi yaşanmasına karşılık, Yunanistan’ın “çabuk çözüm” yaratma çabasının bir sonucu gibi gözüküyor.

Evet; çağımız “çabuk çözümler” çağı mâlum; “Bir hap iç, zayıfla”, “Bir iğne ile gençleş” gibi.  Yunanistan’da Çipras hükümetinin de “çabuk çözümü”, mültecileri, “geldikleri yere göndermek”. Geri yollama süreçlerinin çok sancılı, çok canhıraş ve trajik şekilde gerçekleştiği, geri yollanan birçok insanın tekrardan kaçmaya çalıştığı bilinen bir durum.

Şimdi, Yunanistan Göçmen İşleri Bakanı Yannis Mouzalas, Ankara’ya bir mektup yazarak görüşme talep etti. Yunanistan’da Noel tatili yaklaşırken alelacele istenen bu randevuda, yeni mülteci anlaşmasının detaylarının görüşülmesi hedefleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yollanan resmî davet mektubu, Ankara’ya neredeyse son dakikaya kadar “ulaşmamıştı”; şimdi bu davet mektubu, neredeyse Cumhurbaşkanı kafilesi dönmeden Ankara’ya ulaşacaktı…

Bakalım, bu ziyaret ne olacak? Yunanistan’da “gizli anlaşma” olarak nitelenen anlaşma Ankara’da bir çerçeveye oturacak mı; oturursa nasıl bir çerçeveye oturacak?

Tabii, bir de Avrupa Birliği’nin bu anlaşmada ne rol oynadığı önemli: Gözüken o ki, Brüksel’de ve Avrupa başkentlerinde bu anlaşmaya karşı bir “üç maymun” yaklaşımı var.

Mülteciler, göçmenler –artık adını ne koyarsanız koyun – bu insanların toplu iadesi, uluslararası hukuka ve AB’nin de kendi hukukuna aykırı. Mart 2015’teki anlaşma da, zaten AB’nin kendi hukukunu çiğnemesi anlamına geliyordu. AB’nin, şimdi “konuya Fransız kalma” yaklaşımının ardında da, aslında “ne yapacaksanız ben görmeden yapın” tavrı yatıyor. Böylece AB de, bir kez daha, “çabuk çözüm” uğruna, kendi hukukunu çiğnemiş, kendi varlığını yadsımış oluyor.