Zaman geçmez 1- Tökezlemeler
Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu: “Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.”
13.09.2023
Günlük hayatımız, zamana dair sorularla ve düşüncelerle dolu. Bir kısmı “Saat kaç?” “Aaa, ne kadar geç olmuş”, “Daha çok erken” minvalli alışıldık replikler. Ölüm, kayıp, felaket, yas gibi okkalı dersler söz konusu olduğunda da “Zamanla geçer”, “Zaman her şeyin ilacı” cinsinden teselli kalıpları gündeme gelir hemen.
Oysa zaman dediğin, buzul tarafsızlığıyla insan soyunu hizalandıran Anubis aslında. Malûm, Antik Mısır dünyasında ölen insan, Anubis’in eşliğinde yeraltı dünyasının hâkimi Tanrı Osiris’in huzuruna çıkar. Anubis’in elinde o meşhur terazisi vardır. Terazinin bir kefesine ölünün kalbini diğer tarafınaysa doğruluk ve adaleti simgeleyen bir tüy koyar, başlar tartmaya. Adaletli yaşamayanın, tüyü kalbine ağır gelenin sonu Ament isimli mitolojik bir canavarla gelir. Tanrıların katipliğini yürüten Thoth ise her şeyi kayda geçirir.
Kalbinle sınanan adalet ve kayda geçme pratiği, mitolojik bir hikâye olmaktan çok daha büyük bir anlama sahip benim için. Hayatımı tanımlıyor. Tökezlediğimde, ayağa kalkmamı sağlıyor her seferinde.
“Burada, yerimizde kalacağız”
6-7 Eylül 1955 pogromunun yıldönümünde pek çok yayınla dönemin gerçekleri ortaya konurken de kefeleri ve kayıtları çok düşündüm. Aklımı ve kalbimi en çok yakanı Agos’ta yer verilen İstanbul’da Yunanca yayın yapan Embros gazetesinin 15 Eylül 1955’teki başyazısıydı. Pogromda matbaası zarar gördüğü için sekiz gün yayın yapamayan Embros’un tekrar yayına başladığı 15 Eylül 1955’te yayımlanan başyazısını ben de kayıtlara düşeyim:
“Burada, yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için düştüğümüz yerden doğrulacak ve yerimizde kalacağız.
Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın şimdi kırık dökük de olsa mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız kırık mezarlardan, harabeye dönmüş kilise, okul, dükkân ve evlerimizden yeni bir dünya yaratacağız. Sebat ve cesaretle o harabelerin arasında yine yaşantımızı düzene koyacağız.
Sesimizi yükselteceğiz ve başımıza gelen bu felâketin gelmemiş olması gerektiğini haykıracağız. Üzerinde yaşamakta olduğumuz ve bizim de vatanımız olan bu ülkede rehine ya da esir olmadığımızı ve bazıları bizi kovmak istiyor diye gitmek zorunda olmadığımızı haykıracağız. Burada kalacağız. Büyük bir çınarın toprağı kökleri ile sarması gibi, bu ülkede köklerimiz olduğunu devamlı söyleyeceğiz. Dallarımızı budayabilirler ama yaşlı ağacımızın köklerine kimse ulaşamaz.
Bizler bu ülkede lütuf ve keyfi kararlarla kalmıyoruz. Kalmaya hakkımız olduğu için buradayız. Devletin bizi korumasını istemiyoruz. Ancak bu ülkenin vatandaşları olarak devlet kavramının korunmasını istiyoruz. Güvenlik olmayan bir ülkede devlet kavramından söz edilemez. Türk devleti var oldukça onun içinde bizler de olacağız. Yaşadıklarımızı unutacağız ve burada kalacağız. Ancak yarınımız için garanti istiyoruz. Tanrı’nın manevi desteği ve devletin koruması ile Rumlar kısa zamanda kendilerini toparlamayı başaracaklardır.”
Hani dil derslerinde okuduğunuz paragraftan anahtar kelimeleri çıkarmanız istenir ya, hadi öyle yapayım: “burada, yerimizde kalmak, yeniden, gömmek, toparlamak, düşmek, doğrulmak, kırık, harabe, sebat, cesaret, sesimizi yükseltmek, felâket, haykırmak, bizim de vatanımız, rehine, esir, kovmak, kökler, lütuf, keyfi, hakkımız, güvenlik…” Yerimiz denen yerde malına, canına kastediliyor. Güvenliğin yok, güvenin de. Ama kökün burada. Tarihin, evin, işin, aşın. Ataların ve çocukların. O cümle yankılanıp duruyor kulaklarımda: “Bizler bu ülkede lütuf ve keyfi kararlarla kalmıyoruz. Kalmaya hakkımız olduğu için buradayız. Devletin bizi korumasını istemiyoruz. Ancak bu ülkenin vatandaşları olarak devlet kavramının korunmasını istiyoruz.”
Devlet kavramının korunması söz konusu olmadı, çünkü devlet asla bir kavram olmadı. Ve hep “güvenlik sorunları” vardı. Rober Koptaş bu başyazıyı twitterda paylaşırken, “Güzel başyazı. 6-/ Eylül’ü yaşasaydım ben de benzer bir şey yazardım ama tarih bu yazıyı maalesef haksız çıkardı. Burada kalamadık, ağacın kökü de, dalları da kurutuldu. Milliyetçilik ve Türk devlet aygıtının tektipçi ideolojisi kazandı, insanlık kaybetti” dedi. O ân, bu başyazıyı yazan hâlimizi gördüm. Tökezleyen bir zamanda. Çünkü bunun gibi nicesini Agos’ta yazıp okumuşluğumuz var birlikte. 6-7 Eylül pogromunun bırak resmî olarak kabulü, hakkında açılan sergiye saldırıldığını da görmüştük. Bugünün atmosferinde de saldırıya dahi gerek duyulmayacak kadar talileştiğine tanıklık ediyoruz. Unutmamaya davet eden parti açıklamalarının o özne, fail, kurban imlemeyen, adlı adınca olanı söyleme ve başka türlü bir geleceğe dair inandırıcı vaat içermeyen üstü kapalı, kaçak göçek mesajları da buna dahil.
Şimdi burada uzun uzun 6-7 Eylül’ün incelikle kurgulanmış provokasyonunu, Rum, Yahudi, Ermeni evlerine, dükkânlarına, ibadethanelerine ve mezarlıklarına yönelik yağma ve saldırıları, cinayet ve tecavüzleri, buna girişen halkın karma yapısını, arkadaki derin teşkilâtı, suçu “komünistlere” yıkma cüretini anlatacak değilim. O dönem Seferberlik Tetkik Kurulu’nda çalışan, sonradan Özel Harp Dairesi Başkanlığı’na yükselen Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı” beyanı, durum özeti olarak asılı tarihin belleğinde. Keza arzu eden herkesin bu yakın tarih kaydına erişimi var.
Bu yakınlarda gazeteci-araştırmacı Serdar Korucu’nun, Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6–7 Eylül 1955 adlı kitabının Hem Malınızı, Hem Canınızı başlıklı ikinci cildi de bu belgeler arasında yerini aldı. Kitap, yüreği olana o gecenin dehşetine dair ilk elden görsel tanıklık ve anı aktarımı sunuyor. 1955’te Ekümenik Patrikhane’nin resmi fotoğrafçısı olarak görev yapan Dimitros Kalumenos’un, 1958’de bu fotoğraflar nedeniyle tutuklanması, hapse atılıp işkence görmesi ve sonunda “Türkiye Cumhuriyeti Düşmanlığı” suçuyla sınırdışı edilmesi de kendi içinde çok şey anlatıyor.
Anlayacağınız, bilgi gırla. Mesele sonra o bilgiyle ne yaptığınızda. Bugünü ve geleceği nasıl kurguladığınızda. Çünkü devlet ve iktidar reflekslerinde değişen bir şey yok. Tam da bu sebeple geçmiyor zaten zaman, tökezliyor.
Seçmece iç ve dış mihrak lügatinde sıranın ne zaman kime geleceği şu müthiş “siyasi konjonktür” sözüyle bağlantılıdır. İklim hangi kesimin hedef gösterilmesini, popüler siyasetin, aşırı milliyetçi, kökten dinci, ırkçı söylemlerin kimler üzerine inşasından yol kat edilebileceğini düşünüyorsa ona yönelir. Ama bu asla berikilerin unutulduğu anlamına gelmez. Bak, bir zamanlar futbol diplomasisi ile Türkiye ve Ermenistan arasında “normalleşme” öngörülürken, şimdi iki ülke takımının maçı öncesinde küçük bir kız çocuğu Ermenistanlı futbolcunun elini tutmadı diye “asena” olarak selamlanıyor. Kin ve nefrete ipotek edilen gelecekten zerre beis duyulmuyor.
Kilide dokunmak
Belki bir de şunu anlatabilirim. Annemin gençliğine denk gelen 6-7 Eylül’den ben büyürken evde bir kez bile bahsedildiğini duymadım. Korku, lal eder bazen. Ta ki Hrant Dink, 1999’da katıldığı Siyaset Meydanı programında çocuk emeğiyle inşasına dahil olduğu, içinde yetiştiği ve sonrasında eşi Rakel Dink’le birlikte yüzlerce çocuğa sahip çıktığı Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ne (Kamp Armen) el konma hikâyesini anlatana kadar.
Bizimkiler, gazetesinde çalıştığım bu insanın olanca cesareti ve samimiyetiyle paylaştığı hikâyeden elbette herkes gibi etkilenmişti. Cesaret kısmı yine korku yaratsa da. Ama dahası da olmuştu. Annem ilk kez o gece 1955’in o dehşetli gecesinde sokak başına park eden kamyonu, oradan ellerinde kalaslar ve baltalarla inenleri, Koli ve Koço kardeşlerin işlettiği dükkândan caddeye yuvarlanan peynir tenekeleri ve süt bidonlarını, gizlendiği perde arkasından izlediği “Muhammed’ini seven gâvur evi göstersin” diye haykıran adamı, tamamı Ermeni ve Rumlardan oluşan sokağı elinde Türk bayrağıyla “Elhamdülillah burada gâvur yoktur” diye kurtaran apartman görevlisini anlatmıştı. Gözleri çocuk gözü olmuş, sesi kısılmıştı.
Hrant Dink o haftaki yazısında programa gösterilen ilgiyi değerlendirirken şöyle demişti: “Yeni bir şey değildi aslında söylediklerim. Bu köşede defalarca dile getirdiğim konulardı. Tek değişiklik, bu kez seslendiğim kesim salt cemaatle sınırlı değildi ve yaptığım konuşma içinde yaşadığımız büyük toplumun tüm kesimlerineydi. O kesimlerden gelecek tepkiler ayrı bir önem taşıyordu. Ne mutlu bize ki o kesimlerden gelen tepkiler de hayli olumluydu. Adnan Genç adlı bir kardeşimizin ifadesiyle ‘kilitli vicdanları’ yoklamıştık o gece…”
Vicdanların kilidini yoklamak ne kadar zorlu iştir, gördük. Korkunun korunmaya faydası olmadığını da. Bugün her gününe ayrı bir felaket, inkâr, saptırma, hedef gösterme, saldırı ve hukuk cinayetiyle uyandığım ülkede tökezleyen zamanları kaydetmeyi yine de sürdürüyorum. Her şeyin yalana dönüştürüldüğü, yaşadığınız günün elinizden alınmaya kalkışıldığı zamanlarda “Hayır, o öyle değil. Gerçeği şu” demek, geleceği kurtaramasa da öte türlüsü elimden gelmiyor. Umutsuz zamanlar en çok mücadele gerektirendir. Sağ kalmak değil yaşamak için tökezleye tökezleye akarsın zamanın içinden. Düşecek gibi olanı tutarak. Sıra sana geldiğinde uzanacak bir el umarak. Umut, sadece o el ihtimalidir. Oradan devam edilir.