Zaman zulmü
Bir şey vardı, unuttum. Bir hayat vardı, doldurdum. Ne kadar kaçsan da uyanırsın sonunda.
26.10.2022
Göz açıp kapayıncaya kadar geçmesinden yakındığımız yıllar, sonsuzluğa uzayan dakikalar… Bir yandan onulmaz dertler için tek teselli diye sığındığımız, diğer yandan ömrün en keskin yaralarını bizzat kendi hoyrat elleriyle açan zaman. Bitmeyen bilmece, bir yaman çelişki.
Edebiyatın da zamanla işi hiç bitmez. Kurgunun kendisi zamanda ileri geri gidişlere, kesintilere, döngülere odaklanır. Hafızanın oyunlarına, zamana direnen ayrıntılara ve unutuluşa terk edilen hayatlara. Zamanın akmasından korkan insan bir yandan da onu nasıl öldüreceğini bilemez bazen. Uykuya, rutine ve oyalanışlara sığınır. Edebiyat kül yutmaz ama. İnsanın tortularla kaplanmış çok katmanlı karmaşasını didik didik eder. Neyi nasıl yaşadığın ve neyi nasıl anlattığın belirler her şeyi. Hem hayatı hem edebiyatı.
Zaman; Judith Hermann’ın Yaz Evi, Daha Sonra (Sommerhaus, später) başlıklı öykü kitabının da temel meselelerinden biri. Almanca edebiyatın en çarpıcı eserlerini Türkçeye kazandıran İlknur Özdemir’in yetkin çevirisiyle ve bu kez Sia Yayınları’ndan yeni baskısıyla çıkan kitap, 1970 Berlin doğumlu yazarın ilk eseri olarak on yedi dile çevrilen ve öykü sanatının hakkını teslim eden bir eser.
Birbirinden ne kadar farklı olsa da Hermann’ın karakterleri zamanla, yani bir anlamda ömürleriyle ne edeceklerini tam olarak bilemeyen karakterler. Savrulma-atıllık sarkacının bir tarafında asılı kalmışlar. Kitaba da adını veren “Yaz Evi, Daha Sonra”da anlatıcı kadından çoğunluğu besbelli tiyatro, sinema çevresinden olan arkadaş grubunun yaz aylarında Berlin dışındaki evlere yayılan savruk hayatlarının izdüşümlerini dinliyoruz:
“Hiçbir ilgimiz olmayan insanların evlerinde ve bahçelerinde onunla birlikte oturuyorduk. İşçiler oturmuştu oralarda, küçük çiftçiler, amatör bahçıvanlar, onlar bizden, biz de onlardan nefret ediyorduk. Orada oturanların yoluna çıkmıyorduk, onları düşünmek bile her şeyi bozuyordu. Uymuyordu. Onları ‘Kendi kendimize olalım’larını ellerinden alıyorduk, köyleri, tarlaları, hatta gökyüzünü çirkinleştiriyorduk, Easy-Rider-adımlarıyla ortalıkta dolaşma tarzımıza, esrarlı sigara izmaritlerini evlerinin önündeki bahçelere atmamıza tanık oluyorlar, galeyana gelip bizi itip kakıyorlardı. Ama biz, her şeye rağmen orada olmak istiyorduk. Evlerin duvar kâğıtlarını söküyor, süngerleri kopartıyorduk, bunu Stein yapıyordu; biz bahçede oturup şarap içiyorduk, sivrisineklerin hücum ettiği ağaçlara aptal aptal bakıyor, Castorf’tan, Heiner Müller’den, Wawerzinek’in halk tiyatrosundaki son hezimetinden söz ediyorduk.”
“Balili Kadın” öyküsündeki anlatıcı ve arkadaşları Christiane ile Markus Werner de, içkiyle uyuşturucuyla bilinçten kopardıkları bedenlerini davetlerden partilere, barlardan kafelere ve nihayetinde hiç tanımadıkları evlere sürüklüyor. Bu öykünün ben anlatıcısı bütün bu sarhoş gürültüsünün arasında bir yandan da besbelli ilişkisinin bittiği eski bir sevgiyle konuşuyor içinden. Bir zamanlar birlikte geçen, şimdi masal kadar uzak bir zamanı rüya gibi anımsıyor:
“Bence birlikte güzel kışlar geçirdik. Bir kış mıydı, birkaç kış mı? Artık bilemiyorum, sen olsaydın, zaten önemi yok, derdin. Kar yağıyordu, dondurucu bir soğuk vardı, ve ne zaman keşke donsam desem, sanki beni anlayacakmış gibi bakardın bana. Güneş çıktığında gezmeye giderdik. Gölgeler uzardı ve sen dallardaki buz kristallerini kırıp yalardın. Buzun üstünde düştüğünde gözlerimden yaşlar gelene kadar gülerdim, birbirimize hiçbir söz vermedik, ben de öyle olsun istiyordum zaten, yine de, beni bağışla, bensiz yaşayacağın bütün kışları kıskanıyorum.”
Hermann, hayatın çok katmanlı yapısını anlatma gücünü biraz da anlatıcı seslerle yarattığı ters köşelerle perçinliyor. Bir öyküyü dile getiren var, bir kendisine anlatılan, bir de yaşayan. Elindeki kamerayı eşdeğer özen, önem ve mutlak şefkatle bir anda beklenmedik bir karaktere döndürebiliyor yazar. Ve sen geri kalan herkesi unutuyorsun. “Bir Şeyin Sonunda” öyküsünde Sophie, bir kafede karşısındaki ben anlatıcıya anneannesini anlatıyor. Ama aslında ikisi de aracı. Onların kelime ağıyla anneanne ile karşı karşıyayız asıl:
“Şimdi bilemiyorum, yatak odasına dört adımda mı varılıyordu, beş adımda mı, babam eşikte durmuş, alevler içindeki anneannemi görmüş. Her nasılda yataktan inmiş anneannem, odanın ortasındaymış, yatağın önünde, yatak yanıyormuş, anneannemin geceliği yanıyormuş çorapları, şalı, saçları, yüzü ve mavi gözleri; alev alev yanıyor ve artık bağırmıyormuş, damların, antenlerin üstünde gök, gri ve isliymiş. ‘Gerçekten de,’ dedi babam sonradan, ‘bilmiyorum ama, gerçekten dans ediyordu, öyle yana yana, ‘diyor Sophie, ağlamıyor, sıkıntıyla gülümsüyor.”
Müzik denen dip dalga
Zaman, hafızayı harekete geçiren dokusuyla müziğin akışına öykünür. Onun aracılığıyla çağrışımlarla çentiklenmeye bayılır. Bu öykü kitabında da daha ithaflardan başlamak üzere ve karakterlerin tutkunu olduğu örneklerle pek çok farklı türden müziğe yer var. “Yaz Evi Daha Sonra”da şoför Stein, yolun güzergâhına göre müzik türü belirleyen biri: “Stein’in her yol için değişik bir müziği vardı, karayolları için Ween, kent içinde David Bowie, caddelerde Bach, otobanda da yalnızca Trans-Am.”
“Hunter-Tompson Müziği”nde baş kahraman Hunter, odaları çoğunlukla kimsesiz yaşlılar tarafından tutulmuş ve ancak biri ölünce boşalan izbe bir otelin sakini olarak yaşanmış eski bir hayatın kaydını müzik üzerinden tutuyor:
“Her akşam olduğu gibi müzik zamanı, sigara içme zamanı, zaman zamanı. Müzik dinlemese başka ne yapacaktı… Kasetlerin önünde duruyor, Mozart ve Bach, hüzünlü Schubert ve küçük, sessiz, narin Satie. Pazar günleri için Portekiz’in fado’su, ve Janis Joplin’in sesi, Joplin’e göre fazla yaşlı şimdi, hep yaşlıydı. Bazen, iyice neşelenince, Astor Piazolla. Ve şu Amerikalı, sadece bir şarkısını, Jersey Girl’ü dinlemiş olduğu şu Kaliforniyalı iri yarı, çarpık, çirkin kuş, onu sevmişti işte. Ve yeniden Mozart ve Schumann, arada da Stevens’tan bir plak, o da nereden çıktı? Hunter elini kaset kılıflarının üzerinde gezdiriyor, başını sallıyor, utanarak gülümsüyor. Tango müziği, Callas aryaları. Müzik ve zaman, zaman, kış yolculuğu, Tomkins Meydanı’ndaki bitpazarından yedi, ya da sekiz, on yıl önce aldığı, bilmediği, Afrika şarkıları…”
Yan odadaki genç kızın yemek daveti için hazırlanışı, ona sırf kasetçaları çalındı diye teyp bulmaya çalışması ve nihayetinde kız çok geç kaldığında hazırladığı hediyeyi, bütün kasetleriyle birlikte kapı aralığından uzatıp konuşmayı reddedişi aslında hazırlandığı bir sonun da ifadesi. İnsanın elinden alınamayacak onur ve iradenin:
“ ‘Neden burada yaşadığınızı bilmek istiyorum sadece,’ diyor kız, ‘bunu söyleyebilir misiniz bana?’ Hunter yüzünü kapının aralığına yapıştırıyor, biraz cereyan var, içeri soğuk hava, serinlik giriyor, gözlerini yeniden kapatıp, ‘Çünkü gidebilirim buradan,’ diyor. ‘Her gün, her sabah bavulumu toplayıp kapıyı arkamdan çekebilirim, gidebilirim.’ Kız susuyor. Sonra da, ‘Nereye gidersiniz?’ diyor. Hunter hemen yanıtlıyor onu: ‘Çok gereksiz bir soru bu’…”
Müziği sadece karakterleri aracılığıyla referans verdiği şarkılarla sınırlamıyor Judith Hermann; anlatısının içerisine de ezgi, nakarat ve ritim ekliyor. Yine “Balili Kadın” öyküsünün ben anlatıcısı, arkadaşlarıyla o alkol ve uyuşturucunun dibine vurulan geceyi yaşarken, eski sevgiliyle iç konuşmasında eski bir şarkının ilk sözlerini fısıldar gibi:
“Kış bazen bana bir şey hatırlatır. Bir zamanlarki ruh halimi mi, almış olduğum bir keyfi mi? Tam olarak bilemiyorum. Hava soğuk. İs kokusu var. Kar kokusu. Arkama dönüyorum, duyamadığım bir şeye kulak veriyorum, dilimin ucunda bir sözcük var, söyleyemiyorum onu. Bir huzursuzluk, biliyor musun? Biliyorsun. Ama, adı olmayan her şey adsız kalmalı dersin sen, biliyorum.”
Gecenin sabahını da o şarkının adeta yinelenen gizli bir nakaratı gibi karşılıyor: “Hava soğuk. Kar kokusu var. İs kokusu. Duyamadığın bir şeye kulak veriyor musun, dilinin ucunda, söyleyemediğin bir sözcük var mı? Huzursuz musun? Birbirimizle hiç -bir sefer yetmez mi- karşılaştık mı? Gidip yatacağım. Kış sana bazen bir şeyi, ne olduğunu bilmediğin bir şeyi hatırlatıyor mu?”
Işınlanılan dünyalar
Judith Hermann gerçek anlamda bir atmosfer kurma ustası. O kadar ki dokuz öykünün dokuzunda da o bizi nereye isterse oraya ışınlanıyoruz. Açılış öyküsü “Kırmızı Mercanlar” atmosferi fantastik öğelerle dolu.
Öykünün anlatıcısı genç kadından öncelikle büyük-büyükannesinin, eşinin işi dolayısıyla gittiği ama Almanya özlemiyle aslında tanımayı reddederek kalın kadife perdelerin arasından izlemekle yetindiği Rusya yıllarının izdüşümünü masal formunda dinliyoruz. Eşinin yokluğunda sanatçılarla bilimadamları bu uzaklardan gelen kadına âşık olurken, yazar da kendine has mizahıyla Rus kültürüne selam ediyor: “… büyük-büyükannem alacakaranlıkta eriyip hüzünlü, güzel, yabancı bir şeye dönüşürmüş. Ve hüzün, güzellik ve yabancılık Rus ruhunun temel öğeleri olduğundan sanatçılar ve bilimadamları büyük-büyükanneme âşık olurlarmış, o da bu adamların kendisini sevmelerine ses çıkarmazmış.”
Ben anlatıcı, kimbilir belki de büyük büyük-annenin hikâyesini sahiplenmek adına kadının 1905’te Rusya’dan ayrılırken son anda trene aldırdığı bir tanıdığının büyük torunuyla sevgili oluyor. Ama çıkan bir fırtınada gölde boğulan anne babasının yasıyla hayatını duraklamaya almış bu sevgili, insana sahip olduğu bir hikâye varsa, onu bile unutturacak cinsten. Petersburg hikâyeleriyle avunacak gibi de değil. Atalet ve boğuntu mekân ayrıntılarına, oradan da adeta üzerimize siniyor:
“Günler sakin geçiyordu, tıpkı suyun altındaymış gibiydi. Sevgilimin odasında oturuyordum., toz ayak bileklerime dolanıyordu, dizlerimi karnıma çekerek oturuyor, başımı dizlerime dayıyordum, işaret parmağımla gri döşemenin üzerine şekiller çiziyordum, neyi düşündüğümü bilmeden dalıp gitmiştim, böylece yıllar geçiyor gibi geliyordu bana, sürüklenip gidiyordum… Pencerenin önündeki ağaçların arasından süzülen ışık yeşildi, akışkan bir ışıktı, tıpkı göllerdeki gibi, odanın içinde uçuşan toz zerrecikleri de yosunlara, deniz otlarına benziyordu… Sevgilim yattığı yerden doğrulmadan kederli bir yüzle bana doğru döndü. Balık grisi ellerini öne uzattı ve parmaklarını gerdi, balık grisi gözleri yuvalarından hafifçe dışarı uğradı. Odadaki sessizlik, içine bir taş atılmış göl yüzeyi gibi titreşti.”
Genç kadın anlatmasına izin verilmeyen hikâyelerin öcünü almak istercesine sevgilisinin terapistine gittiğinde büyük-büyük anneye ait bilezikteki mercanlar sanki ait oldukları kaynağa dönüyor:
“İskemleden yere, deniz mavisi, koyu mavi halıya kaydım, altı yüz yetmiş beş mercan odanın her yerine dağılmıştı. Hiç bu kadar göz alıcı bir kırmızılıkta parlamamışlardı, yerden oradan oraya sürünüp topladım onları, masanın altında, terapistin ayağının ucunda duruyorlardı; ben dokunduğumda adam ayağını azıcık geri çekti, masanın altı karanlıktı ama kırmızı mercanlar ışıl ışıldılar… Dünya denizlerinin suyu kocaman, yeşil bir dalga halinde terapistin çalışma masasının üzerini kapladı, terapisti koltuğundan çekip aldı, hızla yükseldi ve masayı havalandırdı, dalgaların arasından terapistin yüzü bir kez daha göründü, sonra kayboldu, sular şırıldadı, köpük köpük dağıldı, şakırdadı, yükseldi ve hikâyeleri alıp sürükledi, sessizliği ve mercanları da, onları yeniden yosun ormanlarına taşıdı, midye kolonilerine, denizin dibine. Havayı içime çektim.”
Kökünü, tarihini nereden kuruyorsun? Kimden ne hikâye devşiriyorsun? Anlatıcı genç kadın hep aynı soruyu sorar kendine: “Benim anlatmak istediğim hikâye bu mu? Emin değilim. Gerçekten değilim.” Daha geniş bağlamda yazarın hayattan neyi, neden ve nasıl anlatmayı seçtiğine dair kararının adı olan meram tanımıdır bu. Sonundaysa “Deniz dibinde fazla kalırlarsa mercanların karardığını bilirsin,” der sevgilisine. “Anlatmak istediğim hikâye buydu.” Küçük hayatının vurucu özeti işte budur.
“Sonja” öyküsünde atmosfer bu kez öyküye ismini veren ana karakterin tarifi üzerinden kurulur. Keskin hatlı, çelişkili bu tasvir; kız arkadaşı Verena ve trende rastladığı, neden bu kadar etkilendiğini de bir türlü kendisine anlatamadığı Sonja arasında bocalayan birinci tekil erkek anlatıcı için de temsilidir:
“Sonja esnekti. Yani ince bir ağaç dalı gibi esnekti demek istemiyorum, bedeni değildi esnek olan. Sonja'nın kafasının içi esnekti. Bunu açıklamak biraz zor. Belki kafamda pek çok şey kurmama izin verdiği içindi esnekliği. Kendisini nasıl istersem öyle hayal etmeme olanak tanıyordu, tanımadığım biri olabilirdi, küçük bir tanrıça ya da sokakta karşılaşılan ve yıllar sonra bile korkunç bir pişmanlık duygusuyla hatırlanan herhangi bir kadın. Budala olabilirdi ya da namuslu, alaycı ve akıllı da. Muhteşem olabilirdi ve güzel, zaman zaman küçük bir kız da olurdu, lacivert mantolu, solgun yüzlü, ve tam anlamıyla sıradan biri: sanırım aslında hiçbir şey olmadığı için bu kadar esnekti.”
Çatlaktan sızan anıyla hayal
Hiçbir şey olmamayı istemek, sorumsuzluğun sınırında durmak kurtarıcı gibidir. Karakterler, önlerine çıkan seçme fırsatlarından bucak bucak kaçar çoğu zaman. Bir kısmı ölüm pahasına tercihte bulunurken genellikle adım atamayanlar ağır basar. “Yaz Evi, Daha Sonra”da ömrü boyu ev sahibi olmayan Stein’ın yıkılmakta olan bir kır evini satın alışı, aslında ben anlatıcı kadına bir hayat fırsatı sunmak içindir: “Bu gördüğün bir olasılık, pek çok olasılıktan biri. Bundan yararlanabilirsin ya da vazgeçersin. Ben ondan yararlanabilirim ya da vazgeçerim ve başka bir yere gidebilirim. Birlikte yararlanabiliriz bu olasılıktan ya da birbirimizi hiç tanımamış gibi davranırız. Fark etmez. Ben sadece göstermek istedim sana, hepsi bu.”
Bazen de bir hayal değil bir anıdır işe koyulan. İnkâr ve kayıtsızlık bataklığına terk edilmiş anıların çatlaklardan sızma gücü vardır ne de olsa. “Oder’ın Bu Yanında”nın baş kahramanı Koberling’in başına gelen de tam anlamıyla budur. Kış mevsiminin sosyal Berlin hayatının ardından taşrada kimselerin uğramadığı bir yaz evinde günlerini senaryosuna birkaç satır ekleme yaparak ve eşi Constanze ile oğlu Max eşliğinde gönüllü bir tekdüzelikle geçiren Koberling, bir zamanlar en yakın arkadaşı olan bugünse varlığını yok saydığı bir dostun kızını pat diye karşısında görünce affalar. Kızdan bucak bucak kaçmasına ve hiçbir şey anlatmak istememesine rağmen, anılar kendi hakkını isteyecektir: “Koberling kahveyi verandanın parmaklığının üstünden çiçek tarhına boşaltıyor ve yavaşça, ‘Janis için,’ diyor. Anna başını kaldırıp bakıyor, kâseyi eline alıp verandaya geliyor. ‘Ne dedin?’ Koberling ona bakmıyor, boş kahve fincanına bakıyor, ‘Janis için’ diyor. ‘Baban hep söylerdi bunu, eskiden, şarap şişesinin dibinde kalanı bahçeye döktüğünde, Janis için, Janis Joplin için.’ ‘Evet,’ diyor Anna yalnızca.”
Eski mutlu anıların hatrı “Camera Obscura” öyküsünde mutluluğun, fark edildiği anda elden uçan yapısına dair muhteşem tanıma da denk düşer: “Sanatçı Marie’nin kadehine durmadan votka dolduruyor, zor sorular soruyor. Mutluluk senin için ne anlama geliyor. Birine ihanet ettiğin oldu mu hiç. Herhangi bir şeyi sadece dış görünüşün sayesinde elde etmek seni rahatsız eder mi.
Marie votka içiyor, kararsız kalıyor, mutluluk hep bir önceki andır, diyor. Mutluluk duymam gereken andan önceki saniyedir, o saniyede mutlu olurum ve bunu bilmem. Pek çok kişiye ihanet ettim sanırım. Ve bir şeylere dış görünüşüm sayesinde sahip olmaktan hoşlanıyorum.”
Bir an görünüp kaybolan yapısıyla mutluluk, yine de bir önce ve sonra yaratır işte. Zaman zulmünü alabildiğinde ilikte hissettirir. İnce bir sızı, tarifsiz bir eksiklik duygusu olarak dolaşır damarda. Bir şey vardı, unuttum. Bir hayat vardı, doldurdum. Ne kadar kaçsan da uyanırsın sonunda. Bir güne de değil, hakikatin ta kendisine. Edebiyat, yaşanmamış hayatların hakkını aramaya gelir. Sen de hesap vermeye girişirsin sessizce.
Kitap elinden düşer.
—–
Kapak Görseli: Jerzy Górecki, unutmabeni çiçeği (Pixabay)