Zemin ve kelimeler
Ayağımızın altına zemini ancak biz örebiliriz. Hem de sadece birlikte ve birbirimiz için var olarak.
23.02.2023
Sözün sonuna gelinmez elbet. Hayat oldukça, söz de devam edecek. Kayıt tutacak, canlısı cansızıyla evrene dile gelme fırsatı tanıyacak. En umutsuz zamanlarda başka hayat ihtimallerinin var olduğunu kanıtlayacak, hayal gücüne selam duracak. Yine de bu, sözün işinin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü hayatın kurgusu dilin ve dahi edebiyatın her daim üstünde. Öyle olmadık, akla hayale gelmez şeyler yaşatır ki, nutkun tutulur. Kalakalırsın.
O suskunluk da bazen en az kelimeler kadar gerekli, kaçınılmaz. Yaşananı sindirmenin, birbirine pay etmenin tek yolu bazen bir sesle, bir nefesle, bir dokunuşla durmak. Sadece eşlik etmek. Önce bir idrak etmek. Ne kadar mümkünse artık.
Sözlük tanımlarının iflas ettiği bir yerdeyiz. Doğal afet sınırlarını ilk andan aşan bir sınanma hâlinde. Biz derken bir yanıyla toptan, bir yanıyla tekil bir deneyim bu. Şehirleri yerle bir eden depremi önce imar aflı binaların dönüştürdüğü ölüm cenderesiyle, sonra kritik önemdeki ilk iki günü heba ettiren neredeyse kasıtlı aymazlıkla geçirmenin ardından hayatı bir şekilde devam ettiriyoruz. Günlük hayat pratiklerinin kendisi takdire şayan çaba hâlini almış. Siyasi sorumluları sahiplenmediği için havada asılı kalmış, hepimizin omzuna çökmüş bir utanç, suçluluk, öfke, isyan ve acıyla. Acıyı ağzına almak da ayıp üstelik. Bazı şeyleri başına gelmeden tahayyül bile edemezsin. İçinde hissetmeye çalışırsın ama bir yandan da haddini bilmen gerektiğini asla unutmazsın. Unutmamalısın yani.
Böyle zamanlarda depremin merkezinden görece daha uzaktakiler için varlık sorgulatan bir süreç başlar. En azından kendisine insan diyenlerimiz için. Boşluk tanımayan hayat yasla birlikte arda kalanlar, sağ kalanlar ve tekmil diğerleri için akmaya devam ediyor. Ama acının da kaybın da bir adabı vardır diyesim geliyor. Tek bir sevdiğinin, kimi zaman üst üste gelen birden fazla kaybın ya da sorunun hayatın anlamını sorgulatan boşluk duygusunu sırtlamak başka, bir andan diğerine her şeyinden olmak başka. Bir seferde kaç can yitirebilirsin aklını kaçırmadan? Kaç ölümü çaresizce başında bekleyerek izleyebilirsin? Ev dediğin zemin ayağının altından kaymış hâlde, mahallenden, şehrinden de vazgeçerek gecenin ayazında ne edersin? Sevdiklerini tırnağınla kazıdığın toprağa nasıl gömersin ya da mezarını bilmeden ne kadar avare dolanabilirsin artık senin olmayan sokaklarda?
Kaç binler bununla ve daha beteriyle doğrudan sınanıyor şu an. Kaç milyonlar taşın düştüğü yerden büyüyen çemberlerle cehenneme dahil oluyoruz. Kefen ve çadır diye bir sarkaç var. Upuzun koridorların iki yanında torbalarda ve battaniyelere sarılı bekleyen naaşlar; sokaklar boyu başlarını, yanlarını yörelerini örtecek bir kumaş parçası, bir döşek bekleyen sağ kalanlar. Ve insanca bir hayat için birlikte çırpınanlar. Açıkhava hapishanesini andırıyordu ülke. Şimdiyse bir toplu mezarı.
Toplumsal zelzele
Deprem zemini alır ayağının altından. Ama ötesi var. Çok daha beteri. Zemin çok önceden kaymıştı. Adaletin olmadığı yerde boşlukta sallanır çünkü insan. Depremzedenin önünden mikrofon çekiliyor. Esas haber verenin ekranı karartılıyor. Ölüm kalım savaşının orta yerinde siteler sansürleniyor. Yine de sahipsizliğin bu kadarını tahmin etmek mümkün değildi. Distopik film olsa sinema salonundan çıkar, evde kumandaya davranırsın bir hışım. Hayat olduğunda ara veremiyorsun hiçbir şeye. Uyumadığın gecelerden sabah kabusuna akıyor zaman.
Hiçbir insanın, hiçbir canlının, hiçbir şehrin sınanmamasını dileyeceğim katlanılmazlıkta bir acı bu. Topyekûn kahır. Ve içinde yakıcı, her zerresi bir ömür sönmeyecek dibine kadar haklı bir öfke var. Doğa karşısında çaresiz kalmak başka bir şey, göz göre göre ölüme terk edilmek, umursanmamak apayrı.
Neler görmedi ki bu gözler? Seçilmiş belediyelere yetmezmiş gibi gönüllü koordinasyon merkezlerine kayyım atandı. Erzaklara el kondu. Gel gör ki irade teslim alınamaz bir şey. Tırlarla akıyor bölgeye. Yetememenin aciliyetiyle. Üstüne küfür, hakaret yiyorsun. Sürekli aşağılanıyorsun. Onca acının ortasında deprem bölgesine “düzensiz göçmen” ve “yağmacı” avına gelenler, işkenceyle öldürülenler, bu ölümlerin dahi peşine düşmeyen bir devlet, Pazar gezmesi niyetine gülümseyerek, depremzede çocukların kapüşonlarını çekiştirerek ortalıkta dolanan siyasiler, boş yere beklenen sorumluluk akdi ve doğal sonucu tek bir tanesi gelmeyen istifalar, anayasaya darbe pahasına seçim tarihi ertelemesi için yapılan utanmaz zemin yoklamaları… Duygun yaşananın hızına yetemiyor bazen.
Zamanını bekleyen her şey
Ne insan hikâyeleri birikti kaç gündür. Daha da neler eklenecek. Kim bilir ne zaman nasıl dile gelecek. Bir kısmı hiç anlatılmayacak. Konuşası, fısıldayası, haykırası olanlar geldiğinde, o sesi öznesinden almadan, aracı olmayı bilerek, her şeyden önce kalbinle dolu dolu dinleyerek izin vermenin de sınavı bu. Bir söz de kelimelerin kendisine dair verilmeli. Şimdi değil sözü, ağzından çıkan sesi, aldığın nefesi tartma vaktidir. Laf olsun diye sarf edilmiş her söz serseri kurşun gibi gelir. Polemikler, kendini önemseyişler, boşboğazlıklar, kalıp tavsiyeler, içi boş teselli cümleleri, her şey, her şey misliyle sakilleşir. Karşındakine ucundan dahi derman olmayacak, hele de acısını, öfkesini kanırtacak kelime kendinden utanır. Utanmalıdır. Utanmayı öğrenmek gerekir sil baştan.
Bir kez daha kafamıza vurula vurula anladığımızdır. Ayağımızın altına zemini ancak biz örebiliriz. Hem de sadece birlikte ve birbirimiz için var olarak. Irkçılığa, en ufak bahaneli her türlü ayrımcılığa bir gıdım boşluk bıraktırmadan sımsıkı örelim bu yeni zeminin taşlarını. Ant olsun. Yeni bir dua olsun yek diğerini gözeten bir hayat. Başka türlü bir hayat.
Böylesini hak etmemiştik. Hiç kimse etmez. Hele de o sahipsizlik duygusunu. Bir başınalığı. Elinden hiçbir şey gelmeden çırpınmayı. Ölüm diye göz göre göre cinayetlere, geliyorum diyen bir toplu kıyımın tanığı kılınmayı. Her şeyin ortasındayız. Ve dahası da gelecek. Eşine dostuna, çoluğuna çocuğuna, işine gücüne, evdeki her bir eşyana bakarken hiç çıkmıyor bu değil mi aklından? Çıkmasın. Varsın birileri normalleşmeden bahsetsin. Milatlarını unutmadan devam edebilirsin ancak. Öbür türlüsü inkârdır. Ve bir kez sen kendi hakikatine ihanet ettin mi, tarihteki ve bugündeki hiçbir yalandan şikâyet etme hakkın kalmaz.
Zaman hiç geçmeyen tek bir günde asılı sanki. O yüzden günlerin adının değişmesi tuhaf. Sonra ayın adı değiştiğinde daha da tuhaf olacak. Mevsim dönüşünde hep bir şeylere alışmakta geç kalacağımızı anlayacağız artık. Zaman da yıkıldı sanki mekânla birlikte. Bir şeyler kaydı gitti. Geriye her gün sil baştan mücadele edilmesi gereken o boşluk hissi kaldı. Aynı anda çok fazla ve pek az olma çelişkisi.
Değişim talebini tetikleyen, iradeyi bileyen bir öfke var havada. Bir de hayvanlar gibi birbirimize sokularak hissettiğimiz bir kaderdaşlık. Şefkat ve anlayış ihtiyacı. Bütün sorumluluklara yetecek sonsuz bir takat dileği. Hesabı sorulacak onca can, çok iş, tek ömür var. Dayanışmalı kudretimize, iyilik gücümüze, inat diye her gün her an emek emek inşa ettiğimiz umudumuza layık zamanlar gelsin. Unutmayacağımız her şey, hatırlamanın mutlu edeceği anılara evrilsin. Mutlu zamanlarımızın yıl dönümlerine dursun takvimler. Kalanlar olarak bütün kaybettiklerimize, elimizden alınan herkese ve her şeye, hayatın kendisine borcumuzdur. Ödeyebilmek nasip olsun cümleten.
—–
Kapak Görseli: Emily Garthwaitee (The NYT)