Zevk alarak aptallaşmak
Hiç beklemediğin bir anda ekranında bir mesaj beliriyor, bu, sana bir görev yüklüyor, sen bunu yerine getiriyorsun ve bir tatmin duyuyorsun.
23.03.2022
2015 başında, Guardian’ın The Observer’ında Daniel J. Levitin’in “Modern dünya beyninize neden zararlı?” (“Why the modern world is bad for your brain”) başlıklı bir yazısı çıktı. Şöyle başlıyordu:
“Beynimiz daha önceleri hiç olmadığı kadar meşgûl. Hepsi de bilgi pozu takınmış veriler, sözde veriler, bir sürü boş laf ve söylentinin saldırısı altındayız. Bilmen gerekenlerle kenara atabileceklerini ayırt etmek çok yorucu. Bir yandan da, eskiye göre çok daha fazla iş yapıyoruz. Otuz yıl önce, uçak ve tren rezervasyonlarımızı seyahat acentası, yapar, mağazalarda aradığımız şeyi bulmamıza satıcılar yardım eder, profesyonel daktilolar, sekreterler, meşgûl insanların yazışmalarını yürütürlerdi. On değişik insanın yapacağı işleri yapıyor ve bir yandan da çocuklarımız, anababalarımız, arkadaşlarımız, kariyerlerimiz, hobilerimiz ve sevdiğimiz TV programlarıyla yaşantımızı sürdürmeye çabalıyoruz.”
Ve yazar, bugün ceplerimizdeki akıllı telefonların otuz yıl önce IBM merkezindeki en gelişmiş bilgisayarın yapabildiklerinden fazlasını yaptığını da andıktan sonra şu hükmünü dile getiriyordu: “Kendimizi aynı anda birden çok işi yapabilir saymamız, çok-işlevliliğimize inanmamız, aslında güçlü ve şeytânî bir yanılsama.”
Yazı, psikoloji ve davranışsal sinirbilimi profesörü Levitin'in The Organized Mind: Thinking Straight in the Age of Information Overload kitabından alınmış bir parça. Aktaracaklarım bu yazıdan. Kitabın adının fazlaca serbest ve yorumlu çevirisi, meramı baştan belli edecektir: Organize Zihin: Aşırı Enformasyon Yüklemesi Çağında Doğru Dürüst Düşünebilme. Umarım aktarırken konunun uzmanlarını sinir edecek yanlışlar yapmam.
IQ’muz bile düşüyor
Profesöre göre, çoklu-işlem yapmaya giriştiğimizde kavrayış kapasitemiz daralıyor. Aynı anda dikkatimizi verebildiğimizi sandığımız değişik işlerden her biri ötekine yoğunlaştırabildiğimiz dikkati azaltıyor. İstediğimiz kadar ilgilenmeyelim, görmezden gelelim, sırf e-posta kutusunda okunmamış bir mailin gözükmesi bile, o sırada okuduğumuz-yazdığımız şeyden konsantrasyonumuzu çalıyor. Bu basbayağı deneyle ölçülmüş; insanın IQ’su 10 puan kadar düşebiliyor böyle bir durumda.
MIT sinirbilimcilerinden Earl Miller için bizim profesör, dikkat dağılması konusunda dünyanın en öndegelen uzmanlarından biri, diyor ve onun tesbitlerini aktarıyor. Miller, beynimizin çoklu-işleve göre donatılmış olmadığını, aynı anda birkaç işi yapmayı, basitçe birini bırakıp ötekine geçmek olarak görmenin doğru olmadığını belirtiyor. Üç-beş topu havada çeviren jonglörler olduğumuzu sanıyoruz, ama aslında çubukların üzerine tabak çevirmeye çalışan amatörleriz, diye tasvir ediyor halimizi. Bir tabak düşmesin diye çubuğu ayarlarken, öbür tabakları bir an için aklımızdan çıkardığımızı sanıyoruz, ama gerçekte her an birinin düşüp kırılabileceği kaygısından kurtulmuş olmuyoruz. Kısacası, çok şey yaptığımızı sanırken, bariz şekilde verimsizleşiyoruz.
Çok-işlevlilik, stres hormonu kortizol ve adrenalin üretimini artırıyor, bunlar beyni fazladan yüklenmeye zorluyor, zihinde bulanıklık, düşüncede karışıklık yaratıyor, Levitin’e göre. Böylece dopamin bağımlılığına varan bir kısır döngü oluşuyor, her odak kaybedişinde beyne çekidüzen vermek için dış destek ihtiyacı doğuyor. Marijuananın ana maddesi cannabinol, beyinde özel olarak bu maddeye duyarlı alıcıları harekete geçirerek, aynı anda birden çok şeye dikkatimizi vermemizi önlüyormuş. Britanyalı psikoloji profesörü Glenn Wilson, araştırmalarında, çok-işlevliliğin ihtimal olarak varlığının bile kavrayış kapasitemize zararı dokunduğu sonucuna varmış. Durumu “info-manya” diye tanımlıyor. Dikkatimizi çalan başka eylemlerin IQ’muzu düşürdüğünü saptayan da o. Wilson’a göre, şu andaki çok-işlevlilik halimizin kavrayış kapasitemize zararlı etkisi, ot içmeninkinden daha fazla.
“Daha da fenası,” diye ekliyor Levitin, “prefrontal korteks yeni olana düşkündür.” İş görme kapasitemizi kapmak için rekabet eden eylemlerin birinden öbürüne geçtikçe tatmin duygusu yaratan, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan beyin bölgelerimiz, oysa, tam da bir işi dikkatimizi tam vererek yapmamızı sağlayacak aracımızı raydan çıkarıyor: “Odaklanarak sürekli caba harcayarak elde edilecek büyük ödüller yerine, böylece şekerle kaplı binlerce küçük görevi tamamlayıp boş ödüller topluyoruz.” Karşımıza her an -ama sahiden her “an”- yeni şeyler çıkarabilen sosyal medya ve genel olarak akıllı telefon ekranının içine düşmemiz, yani, basbayağı maddî sebeplerin ürünü.
Çok şeyle aynı anda meşgûl olmanın idrak kapasitemize zararları daha ötelere uzanıyor. Yine bir sinirbilimci, Russ Poldrack’e göre, bir yandan başka şeyle meşgul olurken edinilen bilgi, “beynin yanlış yerine gidiyor”. TV açıkken ders çalışan öğrenci, edindiği bilgiyi veriler ve fikirlerin çeşitli yollardan düzenlendiği, tasnif edildiği, daha kolay ulaşılabilir kılındığı beyin bölgesine (hipocampus) değil, yeni karşılaşılan işlemler ve becerilerden sorumlu bölgeye (striatum) gönderiyor. Böylece bu bilgiler, kavrayışı derinleştirip zenginleştirebilecek şekilde düzenlenip yerli yerine konmamış oluyor. Bilim insanlarına göre, aynı anda birçok şeyi yapabildiklerini söyleyenler kendilerini kandırıyor. Ve beyin bu kendini kandırma işinde çok becerikli.
Beyni bir işten çekip ötekine yönelttiğimizde, bu hünerli organ, aslında bir işe odaklanmak için kullandığı yakıtı harcıyor. Görev değiştirme sık ve ânî olduğunda, çok çabuk yoruluyoruz ve kafamız karışıyor. Yorgunluk hem kavrayışımızda hem de fiziken meydana geliyor. Böylece anksiyete doğuyor, beyindeki stres hormonu salgısı artıyor, hem tükeniyor hem fevrîleşebiliyor, saldırganlaşabiliyoruz.
Çok-işlevlilik, aynı zamanda mütemadiyen birtakım kararlar vermek demek. Bir süre sonra, karar vermeyi gerektiren durumların çokluğundan, küçük-büyük, önemli-önemsiz kararlar birbirine karışıyor ve haliyle, isabetsiz kararlar vermeye başlıyoruz.
E-posta üzerinden mesaj canavarı
Büyük şirket yöneticileri, bilim insanları, yazarlar, öğrenciler, küçük girişimciler, sanatçılar… gibi pek çok değişik çevreden kişilerle yapılan görüşmelerde, en büyük gündelik sorunlardan biri olarak hep e-posta ortaya sürülmüş. Durumu pek güzel özetleyen bir örnek, bir profesörün on yaşındaki oğluna, “Baban ne iş yapıyor?” diye sorulduğunda ciddî ciddî, “E-postaları cevaplıyor,” karşılığını vermesi. Profesör de, “Çok da yanlış sayılmaz,” demiş bunun üzerine. Cevap vermemiz gerektiğini bildiğimiz bir sürü e-postanın bir yerde birikiyor oluşu, bütün gün bunu düşünmesek de, dikkatimizden, odaklanma kapasitemizden çalan bir olgu.
Levitin’in bu bahiste e-posta ile geleneksel mektubu kıyaslayışı ilginç ayrıntılar içeriyor: Kağıtlı-zarflı mektup hem çaba ve zaman harcamayı gerektiriyordu hem de para. Oysa e-posta zahmetsiz ve bedava. Düşünmek bile gerekmiyor. İki laf karalayıp basıyorsun tuşa. Bu ister istemez, başkalarının vaktine, hayatına karşı daha özensiz olmamıza yolaçıyor. Yüzyüzeyken, telefonla veya eski usûl mektupla birinden asla istemeyeceğimiz şeyleri e-mail yoluyla rahatça isteyebiliyoruz. Hattâ yüzyüze gelmemiz ihtimali bulunmayan insanlardan bile isteklerde bulunabiliyoruz.
Mektup, yazıldıktan bir süre -bazen birkaç gün, bir hafta, bazen daha çok- sonra elimize ulaşır, cevabımızın da aynı yolu izleyeceği bilindiğinden, mektubu aldığımız anda bir şey yapmamız beklenmezdi. E-posta böyle değil. Göz ucuyla bakıp hemen çöpe atacak olsak bile en azından bir yere tıklamamız gerekiyor; dolayısıyla e-posta bizi derhal bir eylem yapmaya mecbur bırakıyor: Gönderilen şeyi görmek, okumak, seyretmek, dinlemek için linke tıklamak, daha sonra cevaplamayı unutmamak için işaretlemek, hemen cevap vermek… (Burada şunu hatırlatmalıyım: Bu yazı, henüz WhatsApp’ın dünyayı saran ağa dönüşmediği yedi yıl öncesine ait.)
Üç-beş saniye önce hayatımızda hiç yokken şimdi karşılık vermek zorunda olduğumuz iletilerle işimiz bittiğinde, kendimizi bir iş halletmiş sayıyoruz. Tamamen yalan da değil. Ama e-postaların araya girerek yarattığı konsantrasyon kaybını fark etmiyoruz bile.
E-postanın şahsiyetsiz, niteliksiz oluşu, ayrı bir stres kaynağı. Mektupla haberleşmede, gelen zarfın boyutları, rengi, şekli şemali bize içindeki hakkında fikir verirdi. Aşk mektubu, iş mektubu, telgraf, telefon… her biri, içerdiklerinden bağımsız, kendine -zamanlamasına- göre anlam, mesaj, duygu taşıyabilirlerdi. Oysa gelen kutusundaki her e-posta herhangi bir şey olabilir: tanıtım, reklam, duyuru, davet, kötü mesaj, iyi mesaj, karşılık vermemiz gereken mesaj, karşılık vermemiz gerekmeyen mesaj, bize zevk verecek bir şey, bizi üzecek bir şey… E-postanın bu beklenmedikliği, bilinemezliği bizi strese sokar. Her bir e-posta karşısında karar vermemiz ve en az bir işlem yapmamız gerekeceğini bilmek stresimizi artırır.
Tatmin ve bağımlılık
Artık e-postaya eskimiş haberleşme yöntemi olarak bakılıyor. Kuşaklara göre, Facebook, WhatsApp, bazı sosyal medya siteleri ya da mütemadiyen yenileri çıkan haberleşme platformları aracılığıyla mesajlaşma yaygın. Mesajlaşmanın da kendine göre handikapları var.
En önemlisi, sınırlı sayıda karakterle çabucak yapılan işlemlere dayalı olduğundan, anlamlı bir iletişime imkân vermeyişi. Mesaj yazma eyleminin niteliği, derin bir düşünceyi ifade etmekten -dolayısıyla önce geliştirmekten-, ayrıntılar vermekten insanı caydırıyor. Mesajla karşılaştırıldığında, e-posta yoluyla iletişim bile daha sakin, stressiz, bunlara karşılık daha kapsamlı ve derin kalıyor. Bu elbette sadece insan ilişkileri açısından değil, toplumun genel zihinsel kapasitesi ve yetenekleri açısından da ciddî mesele.
Bireysel psikolojimiz açısındansa, mesajın, anında karşılık verme mecburiyeti nedeniyle, bağımlılık yaratması sorunu öne çıkıyor. Hiç beklemediğin bir anda ekranında bir mesaj beliriyor, bu, sana bir görev yüklüyor, sen bunu yerine getiriyorsun ve bir tatmin duyuyorsun… dolayısıyla, belki arada şikâyet ediyorsun, ama durmadan yenisini istiyorsun, “daha daha!” diyorsun, mesajlar azaldığında tedirgin oluyorsun.
İkisi de sinirbilimci Peter Milner ile James Olds’un düzenledikleri deneyde, farenin beyninde dopamin üretimini düzenleyen bölgeye elektrot bağlamışlar. Kazandığında kumarbazın, kokaini çektiğinde bağımlının, orgazm olan insanın beyninde sözkonusu tatmin anlarında harekete geçen mekanizma bu bölgede yeralıyor. Kafesin içine buraya ufak sinyaller gönderen bir düzenek kurmuşlar. Fare, bir çubuğa dokunarak kendi beynine sinyaller gönderebiliyor, tatmin duygusunu istediği kadar yaşayabiliyormuş. Durum farenin o kadar hoşuna gitmiş ki, beynine peşpeşe sinyaller yollamaya başlamış. Ve yemeyi içmeyi, uyumayı, çiftleşmeyi, başka her şeyi kenara bırakmış. Sonunda açlık ve susuzluktan ölmüş. Üç gün boyunca aralıksız video oyunu oynayan Çinli adamın sonunda can vermesi, kesintisiz elli saatlik oyun seansının ardından hayata gözlerini kapatan Koreli’nin benzer âkıbeti aynı sebepten.
Her e-postaya karşılık verişimizde veya onunla işimizi bitirişimizde, Twitter veya Facebook sayfalarının her güncellenişinde, her yeni mesaj akışında bizde tatmin duygusu yaratan bir etken saklı -beynimizin marifeti. Hakikatten uzak, sanal bir âlemde cereyan etse de, daha fazla sosyalleştiğimizi hissediyoruz, diyor Levitin. Ödüllendirildiğimizi hissediyoruz. Beynimizin sürekli yenilik peşindeki bölgesi bize tatmin duygusu armağan ediyor. Fakat beynimizin planlamaya, düzenlemeye, üst düzey düşünme faaliyetine hasredilmiş bölgesinde tık yok bu arada. E-posta, her türden elektronik mesaj, Facebook ya da Twitter -ki biz buna WhatsApp, TikTok ve yeni çıkacak olan başkalarını eklemeliyiz- bağımlılığının, bu anlamda, başka türlü bağımlılıklardan farkı yok.