Zilletin dipsiz gölü

Ahmet Altan’a intikam ve direnç kırma hedefleriyle, manevî işkence maksadı taşıyan zulüm operasyonu ve “oh oh” cephesinin pervâsızlığı moral bozucuydu

ÜMİT KIVANÇ

16.11.2019

Haber birçok yerde aşağı yukarı aynı metinle yeralıyordu, ilk haberleştireni belirleyemedim. Kayseri-Melikgazi’deki 75. Yıl İstikbal Rehabilitasyon ve Aile Danışma Merkezi’ndeki rezillikten haberdar olmamızı sağlayan ilk kaynak, “bir vatandaş”ın çektiği video. Bu görüntüler -ve tabiî sesler- sosyal medyada paylaşılınca haberleştirilmiş, sonra da, mâlûm, herkes birbirinden alıp yayımlamış. Yayımlamalara ayıplamalar eşlik ediyor.

Burada ayıplanacak ne olabilir? Yoksa, içişleri bakanının Rabia Naz skandalında faturayı hakikat peşinde koşanlara keserken kullandığı ifadeyle, kurumlarımızı “felç etmeye” yönelik bir sözde ayıplama komplosuyla mı karşı karşıyayız?

Sözde demişken, meğer Anadolu’nun bin senelik ahalisi Ermeniler bu süre içerisinde oradan oraya göçen kimselermiş ve tehcire de muhtemeldir ki bir yerden başka yere göçerken uğramışlar. Baht işte!

Sirenlerin çağrısına kapılmayalım, ayıp konusuna dönelim. Gündemi öylesine yoğun bir-iki gün yaşadık ki, konuların birinde ilerlerken elde olmaksızın öbürüne atlamak kaçınılmaz.

Kaçınılmaz olan başka şey, utanma sıkılmanın pek yakında bütünüyle iptal edilmek suretiyle hayatımızdan çıkarılması ihtimali. Böylece ayıp ve ayıplama-ayıplanma kavramlarından da kurtulacak, rahata erecek, her hafta Washington’a uçarak gazeteci sûretine bürünüp ABD başkanıyla çakallık yarışına girebilecek, dönüşte yüzümüzde hissettiğimiz nemli ferahlık için yarabbi şükür çekebileceğiz. Gazeteciler için feci bir-iki gündü, evet.

Önce başkasının yaptığından duyulan anlamsız utancın dayanılmaz ağırlığı, ardından hakikat peşindeki meslektaşlarımızın az daha tutuklanacak olması. Henüz Ahmet Altan’a revâ görülen işkencelere lafı getiremedik bile. Şu ayıp kelimesi her yerden karşımıza çıkıp bizi daldan dala gezdiriyor. Sonra kıçüstü yere düşürüyor. Düşme dedik de, Giresun-Eynesil’de esrarengiz şekilde hayatını kaybeden Rabia Naz’ın ölümünde 11 yaşındaki çocuğun kendisi dışında kimsenin parmağı olmadığını kanıtlamak amacıyla düzenlenen devlet seferberliğini şüphesiz yalnız Rabia’nın babasının üç meslektaşımızla birlikte gözaltına alınması, Naz ailesinin evinin polisçe basılması ayrıntılarını anarak geçiştiremeyiz.

Başlangıçtaki ayıp meselesine bir türlü dönemiyoruz, ayıplardan duvar yüzünden, çepeçevre. Ardı bütünüyle güvensiz bölge.
 
Yarabbi şükür!
 
Bak şimdi! böyle deyince de, artık adlı adınca hemen hiç ortaya sürülmeyen güvenli bölge konusu, oradan Suriye harekâtı, oradan ABD-Rusya presi, somut olarak S-400’lerin nereye nasıl ne yapılacağı konuları var. Video gösterimli Beyaz Ev çıkartması var, cumhurbaşkanı ve beraberindekilerin. Trump gibi, hayatını iki yüz kelimeyle geçiren sığ ve cahil bir dalaveracıyı tongaya getirmeye kalkıp, bilahare düştüğü durumun sefilliğini bile idrak edemeyen gazeteci kisvesindeki vazifelinin, nefret hisleri uyandırdığı kimselerin dahi başını öne eğmesine veya başka yöne çevirmesine yolaçan trajikomedisi var. “Ben nasıl da en nasılım” dizisinin “Yarabbi Şükür” adlı bölümü.

En iyisi start çizgisine geri dönelim. Kayseri’deyiz. Milliyetçiliğimiz, muhafazakârlığımız, bayrak, iman, hepsi yerinde. Üstelik şanlı tarihimizin kanımızdaki oksijene taze moleküller katan esintisini hissettiğimiz bir yerde, Melikgazi’deyiz. Burada şanlı zaferlere imza atmış kahramanların yanısıra yakın tarihin sevinçlerinin de hatırası yaşıyor: Cumhuriyet’imizin üç çeyrek yüzyılı geride bıraktığını Melikgazi dahil ezcümle ecdâda müjdelemek üzere eğitim kurumunun adının başına eklenmiş, 75. yıl ibaresi. Ve Melikgazi ile 75. yılın birbirine bağlanışının yarattığı ivmeyle geleceğe sıçrayışımız, “istikbal” kelimesinin sahneye gelişiyle törende yerini alıyor. “75. Yıl İstikbal Rehabilitasyon ve Aile Danışma Merkezi”ndeyiz. ‘Melikgazi’, ’75. yıl’ ve ‘istikbal’e ilaveten “aile” de burada! Bünyemize uymayan ‘danışma’ kelimesini bünyemizin kalbi mertebesindeki ‘merkez’e bağlayarak etkisizleştirdikten sonra, bünyemizle uzaktan yakından alâkası bulunmayan ‘rehabilitasyon’a katlanacağız. Hem onun öyle kolayca anlaşılmaz kalması iyi. “Hasta mıyız tedavi edilelim!” çıkışlarına meydan vermemek için.

Peki niye buradayız? Zira burada “bir vatandaş” bir video çekmiş, bu haberleştirilmiş, işimiz bununla.
 
Oyuna alınmadığı için küsen…
 
Neler izliyoruz videoda? Şunları: “Zihinsel engelli bir öğrenci”yi voleybol maçına almamışlar. Niye? Doğru dürüst oynayamaz, onun olduğu takım dezavantajlı olur, diye herhalde. Olayımız nerede geçiyor? Rehabilitasyon merkezinde. Bu öğrenci küsmüş, yere oturmuş. Öğretmenler ve görevliler, kalksın diye ikna etmeye çalışmışlar, ama “oyuna alınmadığı için küsen öğrenci” kalkmamış. Görevlilerden biri cebinden sigara çıkarmış, “Bir sorunun varsa şunu iç,” demiş. “Öğretmenler ve görevliler kahkaha atmış”lar. Bir öğretmen, “Kalkıyor musun içeri?” diye sormuş, başka öğretmen soruyu “yerdeki öğrenciye tekme vurarak” daha sertçe tekrarlamış: “Kalkıyor musun kalkmıyor musun?” Haberin gerisi şöyle: “Öğrenci ağlayarak, ‘Beni oynatmıyorsunuz,’ deyince, tekme atan öğretmen, ‘Oynatmıyorum, hoca benim, oynatmıyorum,’ diyerek öğrenciye kafa attı. Görevliler ve öğretmenler, kalkmayan öğrenciyi kollarından ve bacaklarından tutarak karga tulumba kaldırarak pencereden içeri aldı ve perdeyi kapattı. Cep telefonu ile olayı görüntüleyen vatandaş ise, ‘Dövüyorlar çocuğu, halen içeriden ses geliyor,’ diyerek videoyu sonlandırdı.”

Muhtemelen fark etmiş olacağınız üzre, katil olmamak ya da son günlerin intihar furyasına katılmamak için, videoyu izlemedim. Ahmet Altan’a düpedüz intikam ve direnç kırma hedefleriyle, manevî işkence maksadıyla yürütülen zulüm operasyonu ve bunun karşısında derhal oluşuveren “oh oh” cephesinin pervâsızlığı, düşüncesizliği, aynı zamanda perspektifsizliği, kendi kalesine gol atmakta olduğunu idrak edemeyişi çok moral bozucuydu. Topluca istikbalimiz açısından. Âdetâ, burada eşitlikçi, adaletli, çoğulcu bir ortam içerisinde hiçbir zaman yaşayamayacağımızın ispatıydı. Freni, denetim mekanizması olmayan mutlak iktidarı istiyor herkes, sevmediklerine eziyet çektirmek için. Hayatın anlamı burada aranıyor.
 
Açığa al, açık verme
 
Dönelim mi Kayseri’ye? Melikgazi’ye. Oyuna alınmadığı için küsen engelli öğrenciye kafa atan öğretmenler diyarı Rehabilitasyon ve Aile Danışma Merkezi’ne. Buraya ne danışabiliriz acaba? Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın -ulaşım ve balıkçılığı da buraya bağlarlar mı?- açıklamasından bunu anlayamadık. Bakanlığın galiba bir devlet brifingine ihtiyacı var: “Şiddet ve kötü muamele kimden ve nereden gelirse gelsin kabul edilemez,” diyor. Sözkonusu “görüntüde yeralan personel ve kuruluş müdürü” açığa alınmış. Ooo! Devlet elemanını -üstelik engelli- vatandaşa kötü davrandı diye açığa almış. Olsun. Geçirirler kapalıya uygun zamanda. Yedirmezler.

Rabia Naz’ı her kim nasıl öldürdüyse ortaya çıkarılmasını önlemek için seferber olan resmî görevlileri ve yerel-ulusal siyasetçileri de yedirmiyorlar. İçişleri bakanı, “Gördüğüm şudur,” diyor. “Yargı, emniyet, adli tıp, herkes görevini yapıyor. (…) Rabia Naz kızımız üzerinden yargı, emniyet, tüm kurumlar birileri tarafından felç edilmek isteniyor.”

“Söyledim, tekrar söylüyorum,” diye vurguluyor bakan. “Bugüne kadar babanın iddialarını kanıtlayacak en ufak bulguya rastlamadık. Bu meseleyi kapatabilecek Türkiye’de bir güç yok. Böyle bir vicdan da yok. Bu konu sosyal medyanın malzemesi değil adaletin işidir. Şaban Vatan şahsıma da defalarca hakaret etmesine rağmen hep acısına, yaşadıklarına yordum. Ancak son olay araştırılması, irdelenmesi gereken başka bir boyuta taşındı. Kimsenin kendisini hakim savcı yerine koyup başkasının kişilik haklarını ihlal etmeye, zorla alıkoymaya, ifadesini değiştirmesi için tehdit etmeye ve işkence yapmaya hakkı yoktur. Hukuk doğrusunu yapmaktadır.”

“O da kim?” diye sorabilirsiniz haklı olarak. Veya “neredeymiş hukuk”?

Bütün bu ağır mevzuların altında ezilirken, köşeyazarınız, sırf siz okurlarına hizmet olsun diye onu da buldu: Gümüşhane’de. Gölün dibinde. Haydaa!
 
Dipsiz olan acaba ne?
 
Evet, haydaa ya! Gümüşhane’nin 12 bin yıllık buzul gölünün dibinde artık hepimiz, çamura bulanmayı göze almak şartıyla, ne istiyorsak arayabiliriz. Çünkü gölün orijinal suyu boşaltıldı, geriye toplum olarak varlığımızın anlamına yorum getiren devâsâ bir güncel sanat eseri kaldı. Balçıkla çevrili dipsiz bir boşluk. Gölün adı da Dipsiz Göl’dü zaten. Dumanlı Köyü’ndeki Taşköprü Yaylası’na doğal güzellik katan ve gerçekte başlıbaşına hazine sayılan binlerce senelik ekosistem, yine resmî makamlarca korunan meçhul kimselerce öldürüldü. Bir jeoloji profesörü, “Buzul göller, dünyadaki en temiz sulardır,” diye dile getirdi üzüntüsünü, “ve küresel ısınmanın konuşulduğu şu günlerde gelecek kuşakların belki de ihtiyaç duyacağı böyle bir kaynak fütursuzca yok edildi. 12 bin yılda oluşan bu gölü nasıl olacak da siz doldurarak eski haline getireceksiniz? 12 bin yıllık bir değer ve ekosistem göz göre göre yok edilmiştir.” Doğa koruma alanları uzmanı bir başka profesör, “12 bin yıllık veritabanı yok oldu,” diye yakındı. “…Ekosistem geri dönülemez biçimde yok olmuştur. Tekrardan doldurulduğu takdirde 12 bin yıllık belleği geri kazanabilecek miyiz? Kazanamayacağız.”

Dipsiz Göl’le ilgili haberlerde geçen şu cümleyi nedense araya “sadece” yerleştirerek okuyabiliyorum: “Kazı sonucu 12 bin yıllık Dipsiz Göl’ün yok edilmesi, bazı akademisyen ve tarihçilerin tepkilerine neden oldu.”

Kazı mı? Ne kazısı?

Ne olabilir, define kazısı. Haberlerde hernekadar define söylentisi üzerine Gümüşhane Valiliği ile Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün izniyle geçen hafta gölün suyu tahliye edilmiş, iş makineleriyle kazı başlamıştı” deniyorsa da, katliama verilen resmî izin tek başına olayımızın kahramanı değil; başrolü paylaşıyor: “ismi açıklanmayan bir kişi” ile! Sözkonusu resmî makamlara başvurup kazı iznini almış biri var. Öyle biri ki, izni alıyor ama kendi ortada gözükmüyor. Meselâ müze müdürü gelip kazıyı izliyor. Ama “ismi açıklanmayan kişi” ortada yok! Valilikten de herhalde ikide bir arayıp soruyorlardı, “Bir şey çıktı mı?” diye.

Biz de şunu sormalıyız sanırım: Rabia Naz’ın nasıl öldüğü niye aydınlatılmıyor? Karıştı; şu olacak: Dipsiz Göl’ü yok edecek “izni” alabilen ve ismini gizli tutabilen şahıs kimdir? Bir sorumuz daha olabilir: Bu izin ne karşılığında verildi? “İsmi açıklanmayan kişi” devleti ikna ettiyse nasıl etti? Veyahut şöyle: Ne olunca kurumlar felç ediliyor?