Zırhlı araçta iki gazeteci, iki gazetecilik
İktidar tarafından her gazeteciye verilmeyen özel izinle Sur’a “girmek”, buyurgan ve işgalci dilin aslında kime ait olduğuna işaret ediyor
06.01.2016
Manşet görselinde sol üstte Kurdsat News muhabiri Ferat Mehmetoğlu 3,5 tonluk bir zırhlı aracın önünde duruyor, biraz önce bu aracın içine zorla bindirilen çalışma arkadaşı Baran Ok’un serbest bırakılması için haykırıyor: “O benim kameramanım!”
Sağ üstte ise Hürriyet yazarı İsmet Berkan var, başka bir zırhlı aracın içinde, ama o kendi rızasıyla, ön koltukta, Diyarbakır Valiliği’nin özel izniyle Sur’daki polis ablukasını geziyor.
Alt sırada sağda, İsmet Berkan’a kalkan olan silahlar daha iki ay önce soldaki DİHA muhabiri Serhat Yüce’nin kafasına dayanmıştı.
Peki polisin gazetecisine göre değişen bu tutumu neden? Daha da önemlisi, bu iki farklı gazetecilik türünün ürettiği haberin niteliği ne?
Haberin öznesi olarak İsmet Berkan
Hürriyet’in 29 Aralık’ta “Kurşun Yağıyor” manşetiyle duyurduğu özel haberi İsmet Berkan yazmış, fotoğrafları ise Sebati Karakurt çekmiş. Fakat hem haberin metninde, hem de dikkat çekici şekilde fotoğrafların çoğunda bizzat İsmet Berkan var.
[tüm görseller: Sebati Karakurt / Hürriyet]
İsmet Berkan’ın haberin öznesi olarak sunulması bir ego meselesi değil sadece. Sayfalarını ‘yıldız’ köşe yazarlarıyla doldurdukça muhabirlerini kovan, okuyucularına haber vermek yerine nasıl düşünmeleri gerektiğini buyuran gazeteciliğin sıradan bir sonucu.
Olay Sur’da geçiyor ama, Mehveş Evin’in yerinde tespitiyle, haberin geri kalan öğelerini metinde bulmak zor. Bunun yerine İsmet Berkan’ın kişisel izlenimleri, hatta yer yer tahminleri var.
Sebati Karakurt’un yayınladığı 30 kare fotoğraf arasında, İsmet Berkan hariç, öznesinde sivillerin olduğu sadece üç fotoğraf var (bkz. 1, 2 ve 3). Fakat Berkan ve Karakurt sivillerle karşılaşmıyor değiller; zırhlı araçtan inip abluka altında olmayan mahallelere gittiklerinde, Suriçi’nde evi olanlara rastlıyorlar: Garson Halil’in evinin yanındaki hendek patlatılınca evleri de yıkılmış, hasta annesi ve çocuklarıyla akrabalarına sığınmışlar, isimsiz bir başkası ise Kurşunlu Camisi’nin önüne düşen top mermisinin videosunu kaydetmiş cep telefonuyla, Berkan’a gösteriyor. Ama bu insanların hikayesini yazmıyor Berkan, olup biteni sorgulamıyor, sorunu onların diliyle aktarmıyor. “Nasıl buraya geldik?” diye sormadığı görüşmeler “Bu işi Tayyip Erdoğan çözer” diye bitiveriyor, etrafını dolaştığı yıkıntı bir doğal afet muamelesi görüyor böylece.
İktidar tarafından her gazeteciye verilmeyen bir özel izinle Sur’a “girmek” de bu buyurgan ve işgalci dilin aslında kime ait olduğuna işaret ediyor.
Zaten haber metninde en detaylı olarak aktarılan ses, adı verilmeyen “emniyet yetkilisi”.
Keskin nişancı gözüyle Sur
“Emniyet yetkilisi” haberde yararlanılan bir kaynaktan ibaret değil; haberin sınırlarını çizen, içeriğine müdahale eden, ve durduğu yeri belirleyen bir yetkili.
Bir fotoğraf binlerce kelimeye bedelse, bugün Hürriyet-tipi gazeteciliğin Sur’a nereden baktığını bu polis memurunun fotoğrafı anlatabilir sanırım:
Keskin nişancı gözüyle Kürt gençlerine bakmaya yabancı değiliz aslında, fakat isimsiz emniyet yetkililerinin Anadolu Ajansı eliyle servis ettiği fotoğrafların ve metinlerin ana akım basında, hem de kişisel gözlem gibi sunulması, bu “Müşterek Sur Operasyonu”nun İstanbul’un da iştirakiyle yapıldığını teyit etmiş oluyor.
Zırhlı aracın içinden savaşa bakıp “emniyet yetkilisi”nin söylediklerini anlatan bu tip gazeteciliğe “iliştirilmiş gazetecilik” (embedded journalism) deniliyor ve ne bizdeki, ne de Batı’daki örnekleri pek mutlu sonla bitmiyor.
İliştirilmiş gazetecilik
İliştirilmiş gazetecilik, Amerikan Ordusu’nun Irak ve Afganistan Savaşları’ında bilgi akışını kontrol etmek ve kamunun algısını şekillendirmek için başlattığı, gazetecilerin ise çatışma alanlarına güvenli bir şekilde ulaşmak için gönüllü katıldıkları bir uygulama. Kelimenin tam anlamıyla operasyon yapan birliklere iliştirilen gazeteciler, savaşı da askerlerin durduğu yerden gözlemliyorlar.
Ceren Sözeri’nin Evrensel’de tarif ettiği gibi, ne ordu, ne de gazeteciler bu ilişkiden tarafsız habercilik beklemiyor aslında. Fakat, Cemal Tunçdemir’in Amerika Bülteni’nde aktardığı kadarıyla, Bush dönemindeki iliştirilmiş gazetecilik sadece iliştirilenlerin değil, tüm basının yozlaşması ile sonuçlandı. “Vatanseverlik” adı altında, devletin güvenlik kaygılarıyla ve hükümetin tanımladığı sorumluluk bilinciyle haber üretmenin sonucu, haber alamayan bir kamuoyu ve hesap vermeyen bir iktidar oldu.
Eski Beyaz Saray Sözcüsü Scott McClellan, Irak Savaşı’ndaki medyanın rolünü “itaatkar suç ortakları” (”deferential complicit enablers”) olarak tanımlamış. Irak Savaşı başlamadan önceki sekiz ayda, muhalif bilinen New York Times dahi hükümetin Irak planına destek veren yazılara, eleştirel yazıların üç katı kadar daha fazla yer vermiş.
Bir savaşta fiziksel olarak hükümet askerlerinin yanında olmak, fikren de hükümetin yanında durmak anlamına gelmek zorunda değil; fakat, 2007’de iki Reuters muhabiri ve 12 sivilin Amerikan Ordusu tarafından öldürüldüğü saldırının (“Collateral Murder”) görüntülerini WikiLeaks’e sızdıran istihbarat eri Chalsea Manning’in yazdığı gibi, iliştirilmiş gazeteciler seçilirken ordunun faaliyetlerini olumlu bir dille yansıtanlar tercih ediliyor, eleştirenler ise kara listeye alınıyor.
Türkiye’de de iliştirilecek gazeteciler öncelikle hükümetin televizyonu TRT ve haber ajansı Anadolu Ajansı muhabirleri arasından seçiliyor; hatta İçişleri Bakanlığı’nın tüm valiliklere, emniyete ve jandarmaya gönderdiği Eylül 2015 tarihli talimatta “Terörle mücadele konusunda kamuoyunun bilgisine sunulması takdir edilen faaliyetlere öncelikle AA muhabirlerinin katılımı desteklenecektir” deniliyor. Bu tür talimatlar Dersim’den beri veriliyor aslında.
TRT’nin bu amaçla yayınladığı “Şahit Olun” programını yapan kişi, Mete Yarar, eski bir özel kuvvetler subayı. Baran Tekay’ın Diken’deki analizinde çok iyi incelediği gibi, hiçbir siville görüşmeden sivil halkın PKK’den mağdur olduğunu iddia eden, sivillerin PKK’den kaçıp ilçeyi terk ettiğini söyleyen, ama haftalarca süren ablukaların neden bitmediğini, neden ilçelerin ‘temizlenemediğini’ sorunca sebebin “teröristlerin halkın arasına karışması” olduğunu itiraf eden bir gazetecilik türü bu.
İsmet Berkan da Diyarbakır kent merkezine tankla girilen, sokak içlerine top atışı yapılan bir dönemde, emniyet yetkilisinin “içeride az sayıda da olsa hâlâ siviller var ve onlar zarar görmesin diye çok dikkatli hareket ediyoruz” iddiasını aynen verebiliyor mesela. Polis noktalarına çekilen elektrik kablosunu görüyor, cevaben polislerin gece ısınma ihtiyacı olduğunu yazıyor ama valiliğin tahminine göre Sur’da abluka altındaki yaşayan 2 bin ila 4 bin sivil kişinin, kendi görüştüğü sivillere göre çoğu “yaşlı ve hasta” bu insanların bir ay boyunca elektriksiz ve susuz neler yaşadığını sorgulamıyor.
İsmet Berkan askeri kökenli değil ama, Erdoğan’ın meydanlarda söylediği Kabataş yalanının olmayan görüntülerini gördüğünü iddia etmişti. 1 Kasım seçimleri öncesindeyse, kahvaltıda buluştuğu Davutoğlu’nun “Ceylanpınar saldırısı sonrası PKK'ya yönelik askeri müdahaleye başladık” iddiasını peksorgulamamıştı, bu planın daha 6-7 Ekim 2014’te yapıldığını duymasına rağmen. Bunlar onun iliştirilmiş gazetecilik listesine girmesine yetmiş olmalı.
Zaten çözüm sürecinin bitirilmesinin kamu güvenliğine ve toplumsal barışa nasıl bir katkısı olduğunu hükümete doğrudan sorabilen gazeteci var mıydı basın toplantılarında? Ana akım medya habere ulaşma hakkından vazgeçtiğinden beri, basın toplantıları gerçekten var mıydı? Operasyon yapılan bu ilçelerde en çok oy alan HDP’nin eş-başkanlarını 1 Kasım seçimleri öncesi konuk olarak çağırabilen ana akım medya kuruluşu var mıydı?
Washington Post’un Ortadoğu muhabiri David Ignatius 2010’da yazdığı bir makalede bu iliştirilme halinin normalleştirildiğini, artık sadece savaş muhabirliğinden ibaret olmadığını söylüyordu.
Bugün Cumhurbaşkanı’nın uçağına iliştirilmiş genel yayın yönetmenlerinin editoryal bağımsızlığından bahsetmek mümkün mü?
Gazetecilerin her durumda tarafsız olabileceğini iddia etmek elbette mümkün değil; fakat kendi tarafından haberi yapmakla kendi tarafının ideolojik aygıtı olmak arasında önemli bir fark var.
Zırhlı araçlar ve hendekler bu savaşın iki yakasıysa, her birine yakın gazeteciler sayesinde savaşın nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek mümkün olabilir, yeter ki ürünleri haber olsun. The Independent’ın Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, iliştirilmiş gazeteciliği savunduğu bir yazısında bunu diyor, bir askeri gücün ne yapmaya çalıştığını anlamanın tek yolu onların arasından haber yapmak olabilir.
Fakat İsmet Berkan’ın yazısındaki “emniyet yetkilileri” kendilerini anlatmıyor, ne yaptıklarını anlatmıyor, hükümetin PKK propagandasını anlatıyorlar. Hükümetin ne yapmaya çalıştığını ise İsmet Berkan’ın yazı kurgusundan anlıyoruz: İlk yazı, Sur’a kurşunlar yağıyor; ikinci yazı, Sur’un dışı cıvıl cıvıl; üçüncü yazı, Sur’a TOKİ’yle kentsel dönüşüm gelecek. Bu açıdan bakınca Berkan polise değil hükümete iliştirilmiş bir gazetecilik yapıyor, açıkça söylemese de, haberindeki 5N/1K ile hükümetin neyi, nasıl ve neden yaptığını anlatıyor.
Zırhlı araçla operasyonlara giden Mete Yarar ise kamerasını ağır silahların dürbününe yerleştirdiği için Doğu’da görev yapan polislerin sıkıntılarını ıskalıyor; tüm soru(n)ları dağlara yazılan “önce vatan” tipi sloganlarla geçiştiriyor. Silah tutanların haberini yapmak yerine, izleyiciyi de kendi suçuna ortak etmiş oluyor.
Hendeklerin arkası bugün
Kürt basını 24 Temmuz’dan bu yana internet üzerinden uygulanan çok ciddi bir sansürle mücadele ediyor. Son iki ayda bu sansürün bizzat kaynağına uygulandığını, haber yapan muhabirlerin hedef alındığını söylemek mümkün.
DİHA muhabiri Serhat Yüce’nin kafasına silah dayayan polis, 2015 Eylül ayında DİHA ve Azadiya Welat gazetesine yapılan baskında görev alan polislerden biri.
Kurdsat muhabiri Ferat Mehmetoğlu ise, kameramanı Baran Ok’un gözaltına alındığı yılbaşı gecesinde Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün söylediklerini aktarıyor: “Kürt kanallarında çalışanları ‘terör propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle gözaltına almışlığımız oluyor. Senin kanalında da terör propagandası yapılıyorsa kameramanını alırız tabii ki.”
Peki “emniyet yetkilileri”ni bu denli rahatsız eden, duyulması istenmeyen ‘propaganda’ ne?
Sur’un, Cizre’nin, Silopi’nin yerel gazetecileri abluka altında yaşıyor, abluka altındaki insanların haberini yapıyorlar. Bir sivil yaralandığında, öldürüldüğünde, gömülmesine izin verilmediğinde bunun haberini yapıyorlar.
Zırhlı araçlara iliştirilmiş gazetecilerin açıkça yazmaktan çekindiği şeyi ise çekinmeden söylüyorlar: Kürt illerinde halk PKK’den nefret etmiyor, sokaklarda şiddet uygulayan devlet görevlilerine ise tepkili.
Bu 1990’da da böyleydi, ama görülmek istenmedi.
Hendeklerin gerisi 90’lar
Aşağıdaki görselde, Cizre halkı 23 Mart 1990’da düzenlenen kitlesel cenaze töreninde zafer işaretleriyle yürüyor, Günaydın Gazetesi “Cumhuriyet tarihimizde ilk kez, bir ilçemizdeki binlerce yurttaşımızdan ‘Bölücü’ sloganlar” duyuyor. “Küskün ve öfkeli 15 bin Cizreli nasıl kazanılacak?” diye soruyor.
Artık kanıksadığımız kepenk kapatma ve kitlesel cenaze törenleri ilk kez 15 Mart 1990’da Nusaybin’de ARGK (PKK’nin o zamanki silahlı kanadı) gerillaları için başlatılmış. Şehir merkezinde cenaze için yürüyen insanlara askerler tarafından açılan ateş sonucu biri çocuk iki kişinin öldürülmesi ayaklanmayı diğer ilçelere taşımış. Newruz’dan bir gün önce Cizre’de yapılan yürüyüşe özel harekatçılar ateş açmış, Salih Elçioğlu (30), Mehmet Yılmaz (46), Yusuf Şahin (27) ve Emin Gün (25) öldürülmüş; olaylarda 100 kişi yaralanmış, 350 kişi gözaltına alınmış. Bu ‘bölücü’ fotoğraf, onların cenazesinden.
Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan eden dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu “Terör örgütünün yalan yanlış haber ve propagandaları sonucu birtakım vatandaşlarımız da az da olsalar olaylara katılmışlardır. Ama Cizreliler katılmamıştır” diyor; muhaleffeteki ANAP’ın Mardin milletvekili Nurettin Yılmaz, yiyecek sıkıntısının başladığı Cizre’den özel harekatın geri çekilmesini istiyor. Cizre’nin diğer ilçeler ile arasındaki telefon hatları kesilmiş, bölgeye giden gazetecilerin dışarı çıkıp görüntü almalarını yasaklayan Cizre Kaymakamı Mustafa Büyük kaldıkları otelin kapısına özel harekat timi yerleştirmiş. 22 Mart’ta gazetecilerin 15 dakikalığına şehrin belirli yerlerinden görüntü almarına izin veriliyor: Karayolları lşletme Müdürlüğü, İlçe Tarım Müdürlüğü, Zirai Donatım Kurumu ve Türkiye Elektrik Kurumu binaları zarar görmüş; Atatürk büstü parçalanmış, Türkiye bayrağı yakılmış. Kaymakam Büyük, kamu malına zararın altını çiziyor: Bir iş makinesi, bir otomobil, 3 TIR ve spor tesisleri ateşe verilmiş. Otelin önündeki özel harekat komiseri arabasının teybinden son ses Mehter Marşı açıyor, “hanımevladı” diye seslendiği gazetecileri topluyor, bir söylev çekiyor: “Buraların kralı biziz. Yanlış olmasın. Fotoğraf çekeni biraz öperiz.” Dağın eteklerinde beyaz taşlarla bir yazı “At, vur, övün. KOMANDO”. (Cumhuriyet, 22 Mart 1990)
Bu şimdi de böyle, ve hala görülmek istenmiyor.
Onay verdiğiniz savaşın gerçekleri sizden saklanıyor
PKK ile 1984’ten beri yürütülen mücadele ağırlıklı olarak kırsal alanda oldu. Şehirlerde eylemler yapılmış olsa dahi, çatışmalar şehirlerde değildi.
Türkiye’nin güvenlik güçleri şu an henüz PKK ile değil, nispeten tecrübesiz gençlik kolları YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) ve yeni kurulan YPS (Sivil Savunma Birlikleri) ile çatışıyor; ama sokaklarda çatışıyor. Böyle şehir içi gerilla tipi savaşlara modern ordular hazırlıklı değil. Zaten Genelkurmay’ın da şehir içinde sivil halkla karşı karşıya gelmek istemediği iddia edilmişti.
Terörle mücadelenin sadece güç ile kazanılmayacağını bilen, gerilla savaşının ise ancak toplumu ikna ederek kazanılacağını söyleyen uzmanlara rağmen ilçeler yine zorunlu göç ile boşaltılıyor, beyaz toros yerine beyaz ranger’a binen “esedullah timi” gibi çeteler, hatta köy korucuları öne sürülüyor.
Eğer İçişleri Bakanı gibi “kamu zararı” hesaplamak isterseniz, buyurun: Herhangi bir ilçedeki sokağa çıkma yasağının bir günlük maliyeti yaklaşık 10 milyon TL —ki bu sadece yıkılan evler ve elektrik direkleri gibi maddi zararlar; zorunlu göçten kaynaklanan uzun vadeli maddi ve sosyal zararlar dahil değil. Eski özel kuvvetler subayı Metin Gürcan’ın T24’teki bu analizine göre, şehirlerde sürecek bir savaş, PKK ile 30 yıl boyunca süren savaşın maliyetine 4 yılda ulaşacak.
Tankların şehir içlerine girmesi, sokak aralarında top atışı yapması, savaşın siviller için yıkıcılığını da ciddi şekilde artırıyor. 1 Ocak 2016 günü Cizre’de vurulan bir tankın durana kadar üç evi ezip geçmesi, şehir içindeki savaşın ne kadar farklı sonuçları olabileceğini gösteren en iyi örnek.
Silahlar şehir içinde ağırlaştıkça, sivil kayıplar da ağırlaşıyor. 7 ilin 20 ilçesinde onlarca mahalleyi kapsayacak şekilde 56 kez ilan edilen sokağa çıkma yasakları sırasında,
Cizre’de 56 kişi,
Silopi’de 29 kişi,
Sur’da 17 kişi,
Nusaybin’de 23 kişi,
diğer 16 ilçede ise 136 kişi yaşamını yitirdi; bu kişilerin 61’i çocuk ve 36’sı kadın.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) abluka altında ölenlerin 124’ünün sivil olduğunu belirtiyor.
1 Kasım’dan beri ‘şehit’ haberleri yine kamuoyundan gizleniyor, cenazeler ön sayfalarda yer almıyor ama, asker ve polis ölümleri de ciddi rakamlara ulaştı: 7 Haziran’dan beri ölen asker ve polis sayısı 204, bu kişilerin 37’si 1 Kasım seçimlerinden sonra öldü.
1 Kasım’dan önce, şehit olan güvenlik görevlilerini ve ‘etkisiz hale getirilen terörist’ sayısını gün gün bilanço halinde yayınlayan AA, seçimden sonra günlük bilançoyu tutmayı bıraktı. Hatta nasıl oluyorsa, “terör saldırılarının 100. günü” olan 14 Ekim’de 148 güvenlik görevlisinin ‘şehit’ olduğunu haber yapmış olan AA, bir ay sonra yayınladığı bir bilançoda şehit güvenlik görevlisi sayısını 83’e düşürdü.
Bunları tek tek sıralama nedenim şu: Kürt gazeteciler hapse atıldıkça ve sansürlendikçe, Türk gazeteciler ise zırhlı araçların ön koltuklarından hükümet propagandasını yazdıkça olan sizin haber alma hakkınıza oluyor. Vergilerinizin üstünden tanklar geçiyor. Evlatlarınız ölüyor.
Cizre’nin üstüne top mermileri düşünce İstanbul’da daha mı güvende oldunuz?
Sur’daki ablukada sivil halka su ve elektrik verilmeyince Ankara’nın su sorunu mu çözüldü?
Çorumlu bir polisin savaşmaya gönderildiği Nusaybin’de bir sokakta öldürülmesi toplumsal barışı sağladı mı, ülkeyi bölünmekten kurtardı mı?
Bu seçimi siz yaptınız, dün oylarınızla, bugün izlediğiniz haberlerle. 20 yıl önceki gibi “bilmiyorduk” da diyemezsiniz artık, olup biten her şey cebinize kadar geliyor çünkü. Yarın olacaklardan da, bu yüzden, bizzat siz sorumlusunuz.