Ara alan ve arabulucu bir dil ihtiyacı

Cihan Aktaş, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’ndeki panel konuşmasını P24 için kaleme aldı

P24

11.05.2014

 
“Herkes öncelikle kendi patronunun eleştirisini yapabilse, daha dürüst bir dünyada yaşıyor olurduk” diye yazmıştım bir defasında Twitter’da. Madem ki patron eleştirisi o kadar kolay gerçekleşmiyor, bir toplumun selameti büyük ölçüde bağımsız, patronsuz kalmayı göze alabilen kişiliklerin insaflı eleştiri ve açıklamalarına muhtaç.

Dünya Basın Özgürlüğü Günü dolayısıyla düzenlenen bu panele daveti için Yasemin Çongar’a ve P24 Platformu’na, evsahipliği için de İsveç Başkonsolosuğu’na teşekkür ederim.

Özgürlük ne büyülü bir kelime! Kendi özgürlüğümüz izafi, kıstas olan, düşünmeye sevk eden, geliştirici adımlar atmayı sağlayan her zaman başkalarının özgürlüğü.  Her türlü etiğin de ön şartı, özgürlük. (Kant/Aliya) Düşünce özgürlüğü ise, İranlı düşünür Müçtehid Şebusteri’nin ifadesiyle “durağan ve sabit bir olgu değil, insanın bir kere elde edip de paket halinde sonsuzca kullanacağı bir haslet ya da meta hiç değil, daimi bir olma ve oluşma halidir.”

Varoluş halimizi bir dalgaya benzetiyor Şebusteri: “Mutluluğumuz, yani durağanlığımız aynı zamanda sonumuz demek. “
Öyleyse mütedeyyin bir insanın sansüre, devlet sansürüne bakışı nasıldır diye bir soru çıkıyor önümüze.  Şebusteri’nin dediği gibi, düşünce özgürlüğü ve bununla bağlı olarak fikrin beyanı özgürlüğüne bakışımız, sürekli sınavımız. Yunus Suresi’nin ayetleri bu açıdan açıklayıcı geliyor bana.  İllüzyonlarla hakikati öteleyerek insanları oyalayan ve vesayet altında yaşamalarına izin veren bir bilinç seviyesinde tutan sihirbazlara karşı Hz. Musa şöyle söyler: “Bu yaptığınız sihirden başka bir şey değil. Allah bunu mutlaka boşa çıkaracaktır. Gerçek şu ki Allah bozgunculuk yapanların işlerini asla doğrulamaz. Tersine kelimeleriyle Hakk’ı hakikileştirecektir, günahkârlar bundan hoşlanmasa da…” 

Hakkı hakikileştirme konusunda seçtiğimiz kelimelerin büyük önemi var.  Biz düşünce özgürlüğünün anlamını henüz öğreniyoruz, basın özgürlüğünün içeriğini de… Niye gazetelerde yazılanlara safiyetle inanıyor ve manşetlerin yönlendirmesine kolaylıkla tabi oluyoruz acaba? Aliya İzzetbegoviç, işte bu tür sorunlardaki kafa karışıklığımızın kaynağının, eleştirel düşünce geleneğinden yoksunluğumuz olduğunu dile getirir, “Ben olsam Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafın kaynağı budur” diye yazar, “Özgürlüğe Kaçışım” kitabında.

Biz düşünce özgürlüğü nedir, bunu öğrenmeye devam ediyoruz, belki Mihne Olayı zamanlarından beri.  Rövanş mantığı benliğimize işlemiş. Eleştiriyi ille de yıkıcı bir tavırla ilişkilendirme gibi bir zihin konforundan vazgeçmek istemiyoruz. Bunun tersine eleştirinin müminin mümine borcu olarak anlaşılması gerektiğini hatırlamamak için de elimizden geleni ardımıza koymuyoruz sanki.
Yusuf Kaplan yenilerde bir söyleşisinde “ekonomik açıdan zenginleşirken, kültürel alanda yoksullaşıyoruz” diye bir tespitte bulundu. Samimi ve mesnetli eleştirilerin dava adına ihanet muamelesi gördüğü ortamlarda kültürel canlılık, verimlilik, zenginleşme beklenebilir mi?
 
Mihne Olayı’ndan Takrir – i Sükun’a kötü gelenek
 
Mutezile başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkmıştı. Devlet mezhebi haline geldiği 813-846 yılları arasında ise İslam düşüncesine ve âlimlere baskı ve şiddet uygulanan bir dönem olarak geçti tarihe. “Kur’an’ın mahlûk olduğu” görüşünü Mutezile bu dönemde devlet zoruyla kabullendirmeye çalıştı. İbni Hanbel gibi âlimler bu baskıya itiraz ettikleri için baskı ve işkence gördüler, hapse atıldılar. Bizzat İbni Hanbel iki yıl hapiste tutuldu ve işkence gördü. (Zindandayken 250 kişinin onu sırayla kırbaçladığı kaydediliyor.) Gelgelelim, böylesine bir direnişle geçen yılların ardından resmi ideoloji değiştiğinde, bu kez devlet Mutezile mensubu âlimlere benzeri baskıyı uygulamaya başladı. Mesela Taberi,  Ahmed b. Hanbel’i fakih değil de muhaddis olarak kabul ettiği, kitabına almadığı için Hanbelilerce şidetle eleştirilmiştir. Öldüğünde cenazesinin muhaliflerinin sebep olduğu endişelerle geceleyin gizlice evinin içinde defnedildiği kaydediliyor.

Mihne örneği, verdiği sayısız dersin yanı sıra bağımsız bir alanda var olan âlimlerin iktidarın yayılma yeteneği ve dönüşürlük hali karşısında bir eleştiri ve yorum alanı geliştirmelerinin önemini ortaya koyuyor.

Bağımsız alanlar oluşturmanın hiç de kolay olmadığı açık, ardımızda Takrir-i Sükun gölgeleri var. Öylesine fütursuz bir şiddet ki İstiklal Mahkemeleri’nde Şalcı Bacı olarak tanınan ümmi, yoksul bir kadının “Şapka Kanunu’na muhalefet” suçuyla idamına itiraz etmek mümkün olmamış. Yine, aynı kanuna muhalefetten idam edilen İskilipli Atıf Efendi’nin de bu kanun çıkmadan önce yayımlanan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabı gerekçe gösterilerek idam cezası aldığı, müteakip yıllarda bile merkez medyada yüksek sesle dillendirilmemiş. Sayısız gazetenin yayımlandığı bir ülkede Diyarbakır Cezaevi’nden yükselen çığlıkları çok az kişi duyabildi. Merkezi medyanın popüler sözcüleri kamusal yasağa direnen başörtülü öğrencileri hamamböceğine, Ninjalara benzeterek, onları dış güçlerin ajanı ve dolarla başını “kapatan” iradesiz varlıklar olarak resmederek bir yasağa doğrudan destek sundular.

Çelişki fütursuzluğu karşısında sürekli hatırlatmak gerekiyor: Uğur Mumcu’nun ekrandan teşhir edilen sayısız katil adayının ve yakınlarının hayatlarına daha sonra neler oldu? 14 yaşında   gözaltına alınan Yakup Köse’nin 'yasa dışı terör örgütüne üye olmak ve patlayıcı madde atmak' suçundan önce idama, ardından ömür boyu hapse mahkum edilmesi niye sıradanın da ötesinde bir haber muamelesine maruz kaldı? Pınar Selek’in karşılaştığı suçlamalarla ilgili çelişkilerin sürüp gitmesi de sayısız medya kanalına karşılık davanın aydınlanmasına nasıl oldu da katkı sunamadı?

Bütün bu yaşananlar iktidarların kapsama yeteneği kadar, Foucault’un tasvir ettiği “iktidarın her yerdeliği” tespiti açısından da düşündürücü. The Guardian Yazarı Seumas Milne, Biritanya’da siyaset ve güvenlik kurumlarının gücü elinde bulunduran gruplarıyla uyum içindeki medyayı irdeliyordu bir yazısında.  Beri taraftan –Irak Savaşı’nda beri giderek belirginleştiği ve Suriye Savaşı ile de zirveye çıktığı üzere- Baudrillard’ın “iktidar her yerde, öyle ise yok” şeklindeki görüşü daha bir anlam kazanıyor. Çeşitli kurgular, sanal olandan hayata gerçeklik kazanırken sorgulayan bilinçler hedef haline geliyor, gazete manşetlerine ve televizyon ekranlarına yansıyana inanma eğilimindeki kitleler ise daimi kurban. 2000’li yılların başında güçlü bir medya kurumunun sahibinin kızının Londra’da, “Benim babam Türkiye’nin tanrısı gibidir” şeklinde konuştuğunu okumuştum bir yerde. Bu cümle Baudrillard’ın Foucault’a eleştirisi açısından açıklayıcı:  İktidar her yerde, tekil değil, bildiğimiz siyasetle sınırlı da değil, ekonomik, sanal, medyatik alanlarda, petrol boru hatlarıyla, Singapur’da boğucu bir atölyede işçilerin kanı teri pahasına üretilen markaların ışıltısıyla varlığımıza nüfuz etmeye çalışıyor.

26-27 Nisan tarihlerinde  Malatya’da gerçekleşen  21. Yüzyılda İslam Dünyası’nın Gelecek Tasavvuru başlığını taşıyan sempozyum, işte bu tür problemlerin tartışılmasına sahne olması açısından önemliydi. BİLSAM (Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen sempozyumda, özgür düşüncenin bağımsız olarak gelişmesinin sağlanma imkânlarını bir kaygı olarak ortaya koyan, eleştirel düşüncenin vazgeçilmezliğine dikkat çeken oturumlar gerçekleşti.
 
Hakkı “adil şahitler” olarak ayakta tutmak
 
Fikir beyanı özgürlüğü için statükoya değil ilkelere bağlı olmak önemli bir düstur. Medya özgürlüğü konusunda sınırlar nasıl çizilmeli peki?  “Her an kendimizi yenilemekle mükellefiz, bir günü diğerine eşit olan bizden değildir.”  Alıntıladığım cümle, Rasim Özdenören’in bana bir mesajında anlattığı Cumhurbaşkanlığı’nın bir medya davetinde yaptığı konuşmanın bir parçası.   Bu konuşması sırasında “RTÜK lağvedilsin”  dediğinde “O zaman ekranları kim denetleyecek?” diye soran Doğan Hızlan’a şöyle cevap verir Özdenören: “Kimse denetlemeyecek, bakkalları, hastaneleri kim denetliyorsa o merci denetleyecek. Özel bir denetim gerekmez.”

Kuşkusuz çoğalan bilgi kaynakları ve buna bağlı yeni teknolojiler daha titiz seçimlerde bulunmayı sağlayan bir görüş berraklığının önemini artırıyor.  Arka arkaya krizlerle süren, dünyanın, halkların kabına sığamadığı bir dönemden geçiyoruz. “Tüm yapabileceğimiz berrak ve faal olmaktır” diyordu Wallarstein, “Liberalizmden Sonra”da.  Bir şeylerin elimizde olmadığını duyduğumuz zamanlarda bile hakkı adil şahitler olarak ayakta tutma sorumluluğunu üstlenmek, hayat sınavının bir gereği. Bizde bir şeylerin yanlış yorumlandığı açık.  Geleneksel mevzi konforunu yitirmemek için bahane arıyor gibiyiz.   Hiç de berrak olmadan gerçekleşebilir türde faaliyetlere, utanç duyuran ilişkilere, bu ilişkilere dönük kayıt ve zapt tutma örneklerine ayrılıyor manşetler. Yıllarca başörtüsü üzerinden okunmuş mahremiyet de ihlalleriyle iktidar alanı kurma mahareti için eğilip bükülen bir kavramdır sanki. Globalleşmekten anladığımız da adeta dinleme ve fişleme becerisinden ibaret. 

Haberle ihbarcılık ve teşhir (dolayısıyla da medya infazı) arasındaki keskin ve duyarlı çizginin etik güvenceleri, insan hakları açısından temel bir öneme sahip oysa. Mazlumiyetin rövanşıyla idare etmek yerine hakikat adına statükoyu dönüştürecek başka türlü, sahih, şefkati içselleştirmiş bir dile ihtiyacımız var. Ve bu dili de ancak devletle birey arasında, iktidar türevleriyle birey arasında sağlam, bağımsız ara alanlar geliştirerek sağlayabiliriz.

Cemaat, dernek ve benzeri kurum ya da örgütlenmelerin faaliyetiyle oluşan alan, siyasal iktidar için de güvenilir bir ayna anlamına geliyor.  Böyle bir alanın faal olması toplumsal muhalefetin siyasetten umudunu kesmesine izin vermeyecek bir anlamın sürekli üretilmesi demek ne de olsa. Aksi halde kendi iktidarının hesaplarına boğulmuş birbirinden yalıtık kesimlerden oluşmanın ötesine geçip de statükoyu dönüştürmeyi başarmak bir hayal olarak kalacak.