Unutmaya direnen bir film: Kaygı

Yönetmeni Ceylan Özgün Özçelik’e göre Kaygı’da “her şeyin unutturulduğu distopik bir Türkiye var…”

GİZEM BAYIKSEL

02.06.2017

Ceylan Özgün Özçelik, Türkiye'nin en uzun soluklu sinema programı olan ve 2003-2012 tarihleri arasında yayınlanan "En Heyecanlı Yeri"yle birlikte sinema sektörüne dahil olduktan sonra, aynı programın içeriklerinden hazırlanan bir seçki olan, Dikkat Çekim Var! En Heyecanlı Yeri adlı kitabıyla sinema eleştirmenliğine önemli bir kaynak sundu. Özçelik’in yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmi Kaygı’nın geçtiğimiz haftalarda Başka Sinema dağıtımıyla vizyona girmesinin ardından, yönetmenle filmi ve yeniden kurgulanan medyayı konuştuk.
 
Kaygı, toplumsal hafıza ve bellekle ilgili psikolojik bir gerilim filmi ve ana karakteri olan medya çalışanının öyküsü üzerinden, yaşamaya çalıştığımız yapay gerçekliğin içinde neleri unuttuğumuza da odaklanıyor. Uzun yıllar hem televizyon hem de basılı medyada çalışmış biri olarak, günümüzde gerçek bilgiye ulaşabilmenin ve geçmişe dair yeniden kurgulanmamış bilgileri elde edebilmenin yolları olarak neleri görüyorsunuz?
 
Kocaman bir hafızasızlık ve çok büyük bir boşluk var günümüzde. Filmde çıkartılmış kimi sahneler var, onlardan biri de kapalılığın altını çizen bir arama motoruydu. Kendi arama motorumuz ve orada aradığı kelimeler vardı, şu an hepimizin bildiği kelimelerdi onlar ama filmin dünyasında bu kelimelere hiçbir şekilde ulaşılamıyordu.
 
Aslında bunlar gerçekten çok uzak şeyler değil, çünkü bütün bir tarihe baktığımızda da kelime anlamları o dönem olan bazı şeylere göre değiştirilebiliyor, TDK'da da bu böyle. Bu bizim aslında sıkça yaşadığımız bir şey. Gezi Dönemi’nde de yaşadık, ondan sonra da; ama hepsinden önce de zaten yaşıyorduk.
 
Bu tarihin silinmesi meselesi bende biraz da şöyle ortaya çıktı. Ben Bergen'le ilgili bir belgesel yapmak istiyordum ve o sırada Türkiye'nin en büyük gazetelerinden birinin arşiv sitesine üye olarak Bergen'le ilgili bir takım bilgilere ulaşmaya çalışmıştım. Öldüğü günden, farklı dönemlerinden bir şeyleri araştırırken şunu fark ettim; siyasi herhangi bir notun olmadığı bazı aylar vardı ve böyle bir şey Türkiye'de pek mümkün değil diye ya, onları bir kenara not etmiştim. Filmde bu Hasret'in bir repliği olarak geri dönüyor; ama bugüne bırakılmak istenmeyen bir takım şeylerin olduğunu hakikaten hissediyorsun.
 
Tek kanal döneminde bize gösterilen şeyin bambaşka olduğunun birçoğumuz farkında; ama farkında olmayan koca bir nesil de Gezi Dönemi ile birlikte fark etti. Kendilerinin de terörist olarak kodlandıklarında fark ettikleri bir şey var; ama bu sürekli böyleydi bir yandan baktığında da. Tek televizyonlu dönemden belki şu an tek farkımız, kanalların farklı isimlerinin olması ama yine tekel bir yönetim var. Doğru haberi ve gerçeği vermeye çalışan medya kuruluşları kapatılırken biz gerçeğe nereden ulaşacağız sorusunun cevabını biraz sosyal medyada aramaya başladık diye düşünüyorum. Sosyal medya bir yere kadar doğru bir alan çiziyor olabilir ama bir nokta var ki, o da aslında çok güvensiz ve sahte bilginin yayılabildiği bir yer de olduğu gerçeği.
 
Bir gazetede yer alan bir haber manipülasyonu ile başlıyor film çünkü haberin yanında kullandığımız fotoğraf aslında gerçek bir fotoğraf; fakat yazı aslında tamamen başka bir şeyi anlatıyor. Biz bunun örneğini sosyal medyada çok fazla görüyoruz. Aslında o fotoğraf bundan 30 yıl öncesinin bir haberi oluyor fakat bugününmüş gibi sunuluyor ve bir bakıyorsunuz bir anda 1000 retweet, 3000 like almış.
 
Aslında sahte haberi biz de yaygınlaştırıyoruz, sosyal medyada iktidarın bize uyguladığı baskıyı biz de birbirimize uyguluyoruz, bunların bir sonu gelmiyor. Dolayısıyla kurtuluş aslında orada mı, halkın medyasında mı diye düşündüğümüz noktada çok sağlıklı bir yanıta oradan da ulaşamıyoruz. Bence bunun için yapabileceğimiz tek şey, Hafıza Merkezi gibi toplulukların fazlalaşması ve bu topluluklara bizim de bireyler olarak katılıp onlarla beraber arşivliyor, araştırıyor olmamız. Çünkü şu an baktığımızda da TRT'nin arşivi açıldı ama orada ne var ve neye ulaşılabiliyoruz gerçekten?
 
Arşivcilik kısmı tamamen yok olmak üzere, her yeni iktidarla birlikte de sürekli yeniden yazılan bir tarih var bu sadece şu anki döneme dair bir şey de değil, her yeni hükümet kendi eğitim sistemini, öğretisini oluşturuyor. Bundan 20-30 sene sonra onların tam olarak neyi yazdığını şu an bilmiyoruz, orada muhtemelen birçok şey olmayacak, katliamlar zaten hiçbir zaman olmuyor, hiçbir zaman çocuklara okutulmuyor, geçmişte bizim okuduklarımızın da ne kadarı gerçekti, onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla yapılabilecek en temel şeyin bu topluluklarla birlikte bireylerin de fazlalaşarak arşivlemeye yönelik, hakiki bilgiye yönelik uğraşması diye düşünüyorum ben. Katliamlarda, insanlığa karşı işlenen suçlarda en temel şey mağdurun hakikati bilme hakkı ama bu ülkede o bile hiçbir zaman olmuyor. Bırakalım toplumun bilme hakkını, mağdurun bilme hakkı bile elinden alınıyor.
 
Kaygı’yı bu kadar önemli kılan nedenlerden biri de, her şeyi yavaş yavaş unutmaya zorlandığımız bu dönemlerde, artık bununla nasıl mücadele edeceğimizi bile bilemiyorken, aslında geçmişten, hatırlamamız gerekenlerden bahsediyor olmanın bile cesaret veren bir şey olduğunu tekrar hatırlatması. Filmden de bir alıntıyla sorayım, “İnsan bildiği bir şeyi nasıl hatırlar?”
 
Kişisel travmalardan gidersem eğer, bir ses, bir koku, her şeyi takip ederek geçmişte yaşadığımız ama geri gönderdiğimiz bir şeyi tekrar gün yüzüne çıkarabiliyor. Filmde, her şeyin unutturulduğu distopik bir Türkiye var. Filmde şu an olmayan kimi sahnelerde şöyle bir şey vardı; bu alternatif olarak kurguladığımız Türkiye portresi aslında günümüz Türkiye’sine çok benzeyen, her şeyin daha kapalı yaşandığı, dışarı çıkmanın da yasak olduğu bir ülkeydi. Hepimizin kafası yakın gelecekteki model nedir sorusunun cevabını düşünürken karışıyor ama birçok farklı ülke modelinden izler taşıyan bir şey olacağını tahmin ediyoruz ve bununla da ilgili çok fazla haklı kehanet var. İnsanın bildiği bir şeyi nasıl hatırlayacağını bu film özelinde açıklamak gerekirse, gerçeklerin yanı başımızda olduğunu söylüyor film, fakat onu bulup eşelemek gerekiyor ve Hasret de o gerçekle birlikte yaşıyor aslında. Bu hatırlamalar filmin her yerinde, kimi zaman iktidarın dili, kimi zaman bir köpek, kimi zaman gerçek dışıymış gibi görünse de aslında sıcaklığın, yanmanın verdiği bir hisle açığa çıkıyor.
 

 
Film ilk gösterimini Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yaptıktan sonra South by Southwest Film Festivali’nden de LUNA Gamechanger ile döndü. Yurt dışındaki gösterimlerinde nasıl geri dönüşler aldınız?
 
Almanlar geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma konusunda ilerlemiş ve adım atmış oldukları için onlara çok fazla geçti filmin dünyası. Amerika'da da filmi izleyenler ve festivalin kitlesi Trump Amerikası'nın baskısını hisseden bir kesimdi. Onların ilgilerini çeken daha çok medya kısmı oldu ve kendilerinin de şu an öyle bir sürecin içinde olduklarını, Trump'ın sesinin kendi peşlerinde olduğunu, televizyonlarda artık 24 saat onun olması ve sürekli kabusvari yerlere ülkeyi götürmesi meselesinin çok ortak olduğunu söylediler.
 
Geçmişle yüzleşme mevzusunda Kars gösteriminde çok ilginç bir tartışma oldu aslında. “Neden iktidarların yaptığı katliamlarla halk yüzleşmek zorunda?” sorusu geldi. Bu aslında çok güçlü bir soru; ama bir yandan baktığımızda da, evet aslında toplum yüzleşmek zorunda çünkü onu kabul etmeyen zaten toplum oluyor.
 
Şöyle düşünelim, Kürt halkının yaşadıklarını bu coğrafyadakilerin çok büyük bir kısmının kabul etmemesi, yokmuş gibi davranması ya da varlığını farkında olarak veya olmadan reddetmesi, topyekûn yalan olduğuna inanarak yüzleşmemek hâli de bunun bir parçası. Bunu o toplum yapmıyor olabilir ama bir parçası olmuş oluyor aslında. Filmi kurarken de benim en temelde düşündüğüm şey, evet hiçbirimiz sanık değiliz belki ama yüzde yüz temiz olduğumuzu da söyleyemeyiz. Çünkü herkes izledi, Madımak olurken de insanlar yaşıyordu, kapılarını kapattılar o gün, insanlara yardım etmediler, bu da büyük bir parçası yapıyor sizi. Dolayısıyla evet aslında iktidarların yaptığı katliamlarla toplumun da yüzleşmesi gerekiyor, böyle bir gereklilik varmış gibi hissediyorum ama bu soruyla birlikte açığa çıkan konuşmanın da enteresan bir tartışma olduğunu düşünüyorum.
 
Kaygı’da gördüğümüz korkunun sebeplerinden birinin de medyanın dilsizliği olduğunu söyleyebiliriz. Film medya çalışanları tarafından ortak sayılabilecek bir yorum aldı mı?
 
Kesinlikle ortaklaştırabileceğimiz bir şey var, örneğin Berlin'de çok fazla röportaj verme şansımız oldu ve orada da genel olarak kendi ülkelerinde, İtalya’da mesela, şu an tam böyle, tek sesli olmak zorunda kalan bir medya olduğunu söylediler. Tüm dünyaya baktığımızda şu an faşizme doğru çok ciddi bir geçiş hâli var. Dolayısıyla o kayma da hiçbir yerde sadece iktidar diliyle olan bir şey değil. Medya en yaygın, en temel araç olduğu hepsinde medya önce kullanılıyor, sonra yavaş yavaş diğer alanlar ele geçiriliyor. Böyle bir ortak dilden söz edebiliriz ama burada çok fazla işini kaybeden insan da olduğu için, bir şekilde orada çalışmış ya da şu an çalışıyor olan kişilerin geri dönüşü aslında hissiyat olarak çok benzer diyebilirim. Filmde bunun çok azının gösteriliyor olduğunu da hepsi söylüyor, çok daha sert geçiyor aslında içeride birçok şey ama filmde o boyutları yok. Çünkü bu kadarında bile seyirciden “oluyor mu böyle şeyler?” gibi tepkiler gelebiliyor.
 
Kentsel dönüşümle, filmin karakterlerinden biri sayabilecek kadar hikâyenin içerisinde sıklıkla karşılaşıyoruz. Toplumsal belleği yeniden kurgulamanın sadece aynı haber başlığını taşıyan medyayla değil, mekânların hafızasını da silip sürekli yenilerini inşa ederek de olduğunu hatırlatıyor bize film. Peki siz, filmin atmosferiyle birçok sahnede yer alan kentsel dönüşüm karşılaşmalarını nasıl bir bağlamda ele alıyorsunuz?
 
Mekân hafıza demek, hafıza da mekân demek. Ne kadar mekânsızlaştırılırsak o kadar hafızasızlaştırılıyoruz aslında. Çünkü olay kendi mahallemizde başlıyor, sonra sürekli gittiğimiz yerlerde devam ediyor, bunlar sinema, tiyatro gibi kültürel mekânlarken önce oralar yok ediliyor. Yılmaz Güney Sineması’nın, Haydarpaşa Garı'nın yakılması, köylerin, insanların yakılması… Yakmayla ilgili tuhaf ve yadsıyamayacağımız bir gerçeklik var bu ülkede.
 
Benim için şu çok tuhaftı, sadece İstanbul değil, gittiğim her yerde bir şehirleşme, betonlaşma hâli vardı. Kentsel dönüşümün Avrupa'da çok örneğini görüyoruz ama orada kültürü yok etmeden bir şeyi değiştirip, dönüştürmeye çalışıyorlar. Bizde her şey yok etmek ve çok çirkin bir mimariyi yerine inşa etmek üzerine nedense, bunu gerçekten anlayamıyorum. Çünkü geçmiş yüzyıllara hep referans veren bir iktidarımız var ama o geçmiş yüzyıllarda mimari çok önemliydi ve şu an aslında yok edilen de tam da o mimarinin izleri aslında.
 
Filmle çok dolaştığımız için, kentsel dönüşümün şu an tüm Türkiye'ye yayılmış durumda olduğunu daha net görebildik. Kars'ta o tarihî yapıların üstlerinde satılık levhası gördüm mesela gittiğimde. Kars Kalesi’nin eteklerine bir takım konutlar yapılıyor şu anda, hiçbir yeri koruyamıyoruz. Diyarbakır özellikle son 5-6 yılda tamamen dikey bir beton şehrine dönüştürülüyor, şehrin bütün o tarihî dokusu dümdüz edilmiş durumda. Tüm bunların amacı tabii ki belli; tam olarak hafızasızlaştırmaya hizmet etmesi ve sadece şehirleri değil insanları da değiştirip dönüştürmek, onları da robotlaştırmak ve betonlaştırmak üzerine bir çaba var.
 
Nefes alacak bir şeyimiz olmasın, parklarımız, ağacımız, sinemamız olmasın, sadece şehir olsun ve her şey soğuklaşsın. Filmi yaparken de benim kişisel olarak en ürktüğüm şey şuydu; bir alışveriş merkezinin önünden geçerken aynı anda on farklı şey düşünüyorsunuz. Hem önce orada ne olduğunu düşünüyorsunuz, oradan önceki yapıyı düşünmeye kafa yoruyorsunuz ama aynı zamanda onların çoğu yapılırken de orada işçilerin can verdiği aklınıza geliyor. Hem mücadeleler siliniyor, hem o mekânlarla beraber tüm bunlar yaşanırken insan hayatları da siliniyor, yani her şey siliniyor.
 
Hasret'i de o sahnelerde yalnız görüyor olmamız hem bundan, hem de bir noktada sokağa çıkmakla ilgili, çünkü sokakla bağımız kesildi gibi hissediyorum. Gezi Dönemi’nde sokağa çıkıldı, çok fazla kayıplar oldu, her şey çok üst üste geldi ve bir korku hâli başladı, o korku hâlinden dolayı da bir geri çekilme oldu.
 
Sokakla bağımızın kesilmesi sadece mekân durumundan dolayı da değil, mesela Beyoğlu'na kimse gitmek istemiyor artık; çünkü şu anki hâlini gördüğümüzde kaldırımından dokusuna her şeyin çirkinleşmiş, betonlaşmış olmasından ve o eski ruhunu kaybetmiş olmasından dolayı ruhsal olarak bir çöküş yaşıyoruz. Filmde sokak sahnelerindeki barikatlarla her defasında karşılaşıyor olmamızı sadece kentsel dönüşümü hatırlatması üzerinden değil, aynı zamanda sokağa çıkmayı engelleyen şeyleri de anımsatması üzerinden sıklıkla kullandığımı söyleyebilirim.
 
Filmin 4-5 yıllık uzun bir ön araştırma süreci var. Fon arayışı ve yapımcı bulma gibi çok zor bir süreçten de geçtiniz fakat bu ön araştırma döneminde öğrendikleriniz üzerinden sizi en çok zorlayan şey neydi?
 
Sivas Katliamı üzerine olacağı kesinleştiğinde önce bütün Alevi katliamlarını okumaya başladım, sonrasında da bütün katliamları okumaya başladım ve o süreç kan dondurucu bir süreçti. Çünkü Alevi katliamlarının hepsi aynı şekilde çıkmış; o sırada bir siyasi değişim oluyor -bu bir belediye seçimi ya da genel seçim olabilir- ve yerel basınla başlayan ama sonra ulusal alana sıçrayan çok ağır bir basın tahriki oluşturuluyor.
 
En önemli şeylerden bir tanesi de, yalan bir cümle var ve o da hep şöyle: “Camiye bomba koydular.” Yani, bir yalanla başlayan bir güç var ortada, dolayısıyla üç farklı koldan ilerliyor her şey; siyasi kol, medya kolu ve bir iftira. Bununla beraber kapı kapı dolaşılıp “Koşun, din elden gidiyor” şeklinde bir saldırı da var. Bu süreçte okuduğum çok fazla şey beni etkiledi ama beni en çok etkileyenler genelde katliamlarda hayatını kaybeden insanların hikâyeleriydi. Örneğin, çok yaşlı bir kadının Alevi olduğu için kazanda kaynatılması gibi…
 
Burada en üzücü olan şey bence şu, Sivas Katliamı’nda her şey bir tam gün sürüyor; ama diğer katliamlarda günlerce, haftalarca süren bir süreç var. O kadar uzun bir zamanda hiçbir yardımın gelmemesini gerçekten anlayamıyorum. Bir yandan da bunu hep yaşıyoruz, şu anda hâlâ aynı şeyi yaşayan köyler var bu ülkede. 50 yıl önceki olayları araştırırken bugün hâlâ aynı şeyi yaşıyor olduğumuzu görmek çok üzücü.
 

 
Kaygı, bir psikolojik gerilim filmi aynı zamanda. Peki sizce bu tür sinemasının bağlamını oluşturan kamera hareketleri ve açıları, filmin hikâyesi ve atmosferiyle nasıl bir ortaklık kuruyor? Özellikle bu hikâyeyi bu tür özelinde çekme fikri nereden geliyor?
 
İtiraf etmek gerekirse, hikâyeyi biçime uydurmaktan ziyade, önce biçim vardı benim aklımda. İlk aklıma gelen şey kendini eve kapatan bir kadındı, sonra gerisi geldi: bu kadın kendini neden eve kapatıyor?
 
Psikolojik ve politik gerilim çok sevdiğim bir tür olduğu için oradan bir hikâye kurma fikri sonradan geldi ama biçim olarak zaten birçok şey aklımda vardı. 2011'de çektiğim Âdil ya da Değil kısa filminde steadicam'i biraz denemiştik ama bu filmin yüzde yetmişinin steadicam'le çekileceği daha hikâye ortaya çıkmadan da belliydi. Özellikle medya sahnelerinde takibin çok destekleyici bir şey olduğunu düşünüyorum. Bakış açısı çekimlerini bu filmde daha da önemsiyorum, çünkü Hasret'le özdeşleşmenin, onun dışarıyı nasıl gördüğünün etkisinin yanı sıra, dışarının, çevrenin onu nasıl gördüğünün Kaygı özelinde çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü tek başına geçmişi hatırlamaya çalışan bir karakter var. İnsanların onu nasıl yalnızlaştırdığının bakış açısı çekimleriyle çok daha net ortaya döküldüğüne de inanıyorum. Aynı şekilde yakın arkadaşları olan Mehmet ve Gülay karakterlerinin filmin ikinci yarısında yine Hasret'in bakış açısından çekimleri var. Günümüzde de biz bunu çok yaşıyoruz; bu yardım etme ikiyüzlülüğünü, yardım edermiş gibi yaparken aslında hiçbir şey yapmama hâlini…
 
Ne kadar fark edildi bilmiyorum ama böyle karşılıklı oturma anlarında amors çekimleri filmde hiç yok, karakterle birlikte olmak, karakteri görmek bana çok daha vurucu geliyor his açısından. Baştaki 360 derecelik açıyla çekilen sahne için de şunu söyleyebilirim, o filme dair ilk aklıma gelen fikirdi. O sırada hâlâ bir sosyal hayatın içerisindeydi Hasret, onu kâbuslara götüren ve onu diğerlerinden ayrıştıran, daha izole etmeye doğru götürecek olan ilk işaret orada başlıyor ve ondan sonra yalnızlaşıyor. O yüzden onun hem biçimsel olarak hem de oradaki diyalog akışıyla filmden tamamen ayrı olmasını istiyordum. Tam bir tek başına açılış sahnesi olmasını istemiştim ve filmin belki de kalanından çok kopuk duruyor olması bilinçli bir tercih. Ses tasarımını genelde çok beğeniyor seyirciler ama kimi zaman da şunu soruyorlar: “Ses yer yer filmin önüne geçmiyor mu?” Ben bunda bir problem görmüyorum mesela. Çünkü sinema görsel ama aynı zamanda da işitsel bir sanat. Müzik ve ses yokmuş gibi yapamayız, hatırlamak üzerine atmosferine kuran bir filmde sesin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
 
Köprüde Buluşmalar’da yeni projenizle bir de yapım destek ödülü aldınız. Bu filmin hikâyesinde ya da sonraki projelerinizde medya, toplumsal bellek ve hafızanın yeri ile birebir deneyimlediğiniz olaylar, anlattığınız hikâyelerde yer almaya devam edecek mi?
 
Medyayla ilgili bir proje ileride elbette olabilir ama biçime her zaman önem vermek istiyorum. Yeni filmin fikri de şöyle açığa çıktı. 19. yüzyılda yapılmış bir kare gördüm ve ondan aşırı etkilenerek bütün görsel dünya ve hikâye üzerine kafa yormaya başladım. Okuduğum bir şeyden ziyade görsel bir kare beni çok etkilediği için bu filme çalışmaya başladım. Yine bir geçmişle hesaplaşma hikâyesi aslında. Bireysel travmalardan yola çıkarak ilerleyen bir hikâye ama bu sefer bir kara komedi ve biçimiyle de biraz gotik bir film olacak.